Kurt Vonnegut: Daha Ne Olsun

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Kurt Vonnegut ile devam ediyor

26 Aralık 2024 - 15:17

KURT VONNEGUT (12 Kasım 1922- 11 Nisan 2007)

1922'de Indiana, Indianapolis’te Alman asıllı bir anne babanın oğlu olarak doğdu. Cornell Üniversitesi’nde biyokimya okudu, yirmi yaşındayken orduya yazıldı ve Batı Cephesi’ne gönderildi. Neredeyse gider gitmez Almanlara esir düştü ve savaş tutsağı olarak Dresden’e yollandı. Müttefiklerin bu kenti bombalaması 60 bin sivilin ölümüne sebep olurken Vonnegut fabrika olarak kullanılan bir mezbahanın yer altındaki et dolabına sığındığı için kurtuldu. Hayat boyunca peşini bırakmayan bu deneyimi sonunda Mezbaha Beş (1969) adlı başyapıtına dönüştürecek ve hayat boyu savaş karşıtı söylemlerini sürdürecekti. 

Savaştan sonra General Electric Şirketi’nde reklamcılık yaptı ve öyküler yazmaya başladı. Arka arkaya yazdığı Titan’ın Sirenleri (1959), Soğuk Savaş siyasetini antropolojik bir gözle hicveden Kedi Beşiği (1963), Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater (1965) ve Mezbaha Beş sayesinde Vonnegut döneminin en ünlü yazarlarından biri oldu. En renkli romanlarından biri sayılabilecek Şampiyonların Kahvaltısı’nda (1974) Amerikan Rüyası’nı tipik kara mizahıyla eleştiriyordu. Bu dönemdeki diğer büyük yapıtları arasında Kör Nişancı, Mavi Sakal ve Kodes Kuşu sayılabilir. Vatandaşlık ve azınlık hakları, nükleer silahların denetimi ve ekoloji hem edebiyatında hem de edebiyat dışı faaliyetlerinde sürekli gündeminde oldu. Vonnegut, 2007’de New York’ta öldü. 

Yazarın April Yayıncılık tarafından yayımlanan, yazarın öğrencilere yaptığı mezuniyet konuşmalarından derlenen “Daha Ne Olsun” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

DAHA NE OLSUN

Sınıf sözcünüz az evvel, “Bugünlerde genç olmadığıma memnunum” cümlesini duymaktan feci bıktığını söyledi. Buna söyleyebileceğim tek şey var: Bugünlerde genç olmadığıma memnunum.

(…)

Dört yıl boyunca önemli ne varsa önünüze serildiğini ve benden pek bir şey beklemediğinizi varsayıyorum. Şanslıyım yani. Söyleyeceğim tek şeyin özü şudur: Son. Çocukluğun sonu. Vietnam Savaşı'nda dedikleri gibi: “Kusura bakmayın”

Arthur C. Clarke'ın, Çocukluğun Sonu'nu okuyanınız vardır belki; bilimkurgu alanındaki birkaç başyapıttan biridir. Diğerlerinin hepsini ben yazdım. Clarke'ın romanında karakterler müthiş bir evrimsel değişim geçirir. Çocuklar, ebeveynlerinden çok farklılaşır, daha az dünyevi, daha ruhani olurlar ve derken günün birinde evrene akıp giden, görevi bilinmeyen bir tür ışık sütununa dönüşürler. Kitap orada biter. Ancak siz mezunlar, fazlasıyla ebeveynlerinize benziyorsunuz ve diplomaları alır almaz parıldayarak evrene akacağınızdan kuşkuluyum. Buffalo, Rochester yahut East Quogue'ye falan gitmeniz daha büyük ihtimal.

Herhalde hepiniz, diğerlerinin yanı sıra para ve sahici aşkı istiyorsunuzdur. Nasıl para kazanacağınızı hemen söyleyeyim: Çok çalışarak. Aşkı nasıl kazanacağınızı da söyleyeyim: temiz giyinin ve her daim gülümseyin. Bir de son çıkan şarkıların sözlerini öğrenin.  

Başka ne gibi öğütler verebilirim size? Beslenmenizde gerekli yoğunluk için bolca lifli gıda tüketin. Babamın bana verdiği tek öğüt şuydu: “Kulağına asla çubuk sokma.” Vücudunuzdaki en minik kemikler, malum, kulağınızdadır. Dengeniz de oradadır. Kulağınızı kurcalarsanız sağır olmakla kalmaz, ha bire düşmeye de başlayabilirsiniz. Özü, kulaklarınızı rahat bırakın. Bu halleriyle gayet iyiler.

(…)

Hepsi bu. Yapabilecekleriniz arasındaki seçeneklerden biri, dört değil, altı mevsim bulunduğunu fark etmektir. Gezegenimizin bu tarafında dört mevsim şiiri külliyen yanlıştır ki bu da, neden sürekli bunaldığımızı açıklayabilir. Bahar, çoğu zaman baharmış gibi geçmiyor ve kasım, güze hiç yakışmıyor, falan. Mevsimlere dair gerçeği açıklayayım size: Bahar dediğimiz, mayıs·ve hazirandır! Mayıs ile hazirandan daha bahar ne olabilir? Yaz, temmuz ve ağustostur. Harbi sıcaktır, değil mi? Güz, eylül ve ekimdir. Balkabaklarını görmüyor musunuz?  Yanık yaprakların kokusu? Güzden sonra “Kepenk” mevsimi gelir. Bu mevsimde doğa, kepenk kapar. Kasım ile aralık, kış değildir. Kepenklerin kapandığı mevsimdedirler. Onun ardından kış gelir; ocak ve şubat. Var mıdır onlar kadar soğuğu? Peki, sonra ne gelir? Bahar değil. Sırada Kepenk Açma mevsimi vardır. Ne? Mart ve nisan başka ne olabilirler? 

Ha, bir öğüt daha: Bir konuşma yapmak durumunda kalırsanız lafa bir espriyle başlayın. Bildiğiniz espri varsa tabii. Ben dünyanın en güzel esprisini aradım yıllarca. Buldum da galiba. Espriyi yapacağım ama yardım etmeniz lazım. Ellerimi böyle kaldırınca hep birlikte “Hayır!” demenizi istiyorum. 

Tamam mı? Ortada bırakmayın beni ama.

Krema neden sütten çok daha pahalı, biliyor musunuz? 

ÖGRENCİLER: Hayır! 

Çünkü inekler küçük krema kavanozlarının üstüne oturmayı sevmiyorlar. 

Bildiğim en iyi espri bu işte. Bir zamanlar Schenectady’de, General Electric firmasında çalışıyordum ve şirketin üst düzey yöneticileri için konuşmalar yazmam gerekiyordu. Başkan yardımcılarından birinin konuşmasına bu inekli espriyi yerleştirdim. Okumaya başladı; meğer espriyi daha önce hiç duymamış. Gülmesini tutamadı ve nihayet podyumdan indirildiğinde burnu kanıyordu. Ertesi gün atıldım işten.

Espriler neden güldürür peki? Her iyi espri yahut fıkranın başı sizi düşünmeye zorlar. Bizler malum, pek azimli hayvanlarız. Size kremayı sorunca düşünmeden edemediniz. Makul bir yanıt bulmaya çabaladınız. Tavuk neden karşıdan karşıya geçer? İtfaiyeciler niye kırmızı kemer takar? Neden George Washington'ı bir tepenin yamacına gömmüşler?

Şakanın, esprinin ikinci bölümüyse hiç kimsenin sizden düşünmenizi, kimsenin muhteşem yanıtınızı duymak istemediğini duyurur. Nihayet sizden zeki olmanızı talep etmeyen bir durumla karşılaşmışsınızdır; rahatlarsınız. 

Neşeyle gülersiniz.

(…)

Saçmalıyorum çünkü feci acıyorum sizlere. Hepimize feci acıyorum. Bu konuşma biter bitmez hayat yine acımasız olacak. Vaveyla tekrar başladığında sarılabileceğimiz en faydalı düşünceyse bizlerin, kimilerinin bizi inandırmak istediği gibi, Eskimolar yahut Avustralya Aborjinleri misali birbirinden uzak, farklı nesillerin üyeleri olmadığımızdır. Zaman ölçeğinde, birbirimizi kardeş saymamız gerekecek kadar yakınız. Bir sürü çocuğum var benim. Tamı tamına yedi tane. Bir ateist için sahiden fazla. Çocuklarım gezegenin halinden şikayet ettiklerinde “Kesin sesinizi!” diyorum, “daha ben yeni geldim buraya! Kim sanıyorsunuz beni? Meytuşelam mı? (Tevrat'a göre 969 yıl yaşamış kişi) Günlük haberlere bayıldığımı mı sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz.”

Hepimiz artık aşağı yukarı aynı ömrü yaşıyoruz. Peki, azıcık yaşlılar, azıcık gençlerden ne ister? Bunca uzun ve genelde uyduruk, zor şartlarda yaşadıkları için takdir görmek isterler. Azıcık gençler bu takdiri göstermek konusunda hoş görülemeyecek ölçüde cimridir. 

Peki, azıcık gençler, azıcık yaşlılardan ne ister? Her şeyden öte, bence tabii, tanınma ve ötesine geçmeden artık adam ya da kadın olduklarının kabulünü isterler. Azıcık yaşlılar bu türde herhangi bir tanımayı göstermek konusunda hoş görülemeyecek ölçüde cimridir.

(Syf 19-23)

Şu anda kaç yaşında olursak olalım hepimiz, ömrümüzün kalanında yalnızlık ve can sıkıntısı çekeceğiz. Çok yalnızız çünkü yeterince akraba ve arkadaşımız yok. 

İnsanların istikrarlı, benzer kafada elli yahut daha fazla akraba ve arkadaşla yaşaması gerekir.

(…)

İşi her şeyi bilmek ve anlamaktan ibaret basının genellikle gençliği lakayt bulduğunu (özellikle eleştirmen ve yorumcular başka yazacak yahut konuşacak konu bulamadıklarında) belirterek konuşmamın sonuna geliyorum. Yeni nesil mezunlar belli bir vitamini yahut belki bir minerali, mesela demiri tam alamamışlarmış. Kanları yorgunmuş. Geritol lazımmış bunlara. Eh, gözü parıltılı ve bodoslamacı atik neslin üyesi sıfatıyla, bizim kafaları genellikle neyin keskin tuttuğunu söyleyeyim: Nefret. Kötülükleri kıyaslanabileceğinden değil ya, hayatım boyunca, Hitler’den Nixon’a hep nefret edeceğim insanlar oldu. İnsanoğlunun nefretten bunca enerji ve heves üretebilmesine trajedi diyebiliriz belki. Kendinizi beş metre boyunda ve hiç durmadan yüzlerce kilometre koşacak gibi hissetmek isterseniz nefret, kokaini havada karada geçer. Hitler mağlup, müflis, açlıktan kıvranan bir ulusu sadece nefretle diriltmişti. Düşünün bir. 

Diyeceğim, bence Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bugünün gençliği lakayt, uyuşuk falan değil; coşkusunu, elbette diğer şeylerin yanında, nefretten edinmeye alışmışlara öyle görünüyorlar. Mezuniyet sınıfınızın üyeleri uyuşuk, gevşek, lakayt değil. Sadece nefretsiz yaşama deneyini sürdürüyorlar. Nefret, beslenmelerindeki eksik vitamin, mineral ya da her neyse işte, nefretin uzun vadede siyanür kadar besleyici olduğunu gayet doğru hissedebilmişler. Müthiş bir şey yapıyorlar ve hepsine en iyi dileklerimi sunuyorum.

(Syf 26-27)

(…)

Liderlerimizi ya da başka ulusların liderlerini her hakaret veya zarara intikamcı, şiddetli karşılık vermekten hiç caydıramayabiliriz. Bu Televizyon Çağı'nda şovmenler, köprüydü, karakoldu, fabrikaydı vesaire patlatarak filmlerle rekabete dalmanın çekiciliğinden uzak duramayacaklardır. 

Yangınlar, patlamalar … Gelin, bakın: Amanın! Vay be! 

Müteveffa Irving Bedin ne demişti? “Gösteri mesleği gibisi yoktur.”

Ama hiç değilse şahsi hayatlarımızda, iç dünyamızda hastalıklı eğlenceden, şu ya da bu kişiyle veya bilmem hangi grupla yahut ırk veya ülkeyle hesaplaşma coşkusundan uzaklaşmayı öğrenebiliriz. İşte o zaman, bize karşı işlenen suçları bağışladığımız için kendi suçlarımızın bağışlanmasını dileyebiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza aynını öğretebiliriz; böylece onlar da kimseye tehdit oluşturmazlar.

(Syf 32)

(…)

Şimdi göçük Alex amcamdan bahsedeceğim artık. İnsanoğlunun itiraz edilecek taraflarından biri, mutlu olduğunu nadiren fark edebilmesidir, derdi. Hoş zamanları tanımak için elinden geleni yapardı. Mesela yazın, elma ağacı gölgesinde limonata içip sohbet ederken birden lafı keser, “Daha ne olsun?" derdi. 

Ben de hayatınızın kalanında böyle yapacağınızı umuyorum. İşler yolunda ve huzurlu gittiğinde bir durun ve yüksek sesle, “Daha ne olsun?” deyin.

(Syf 38-39)

(…)

İyi giyimli kimseler, dişlerini ısıracaklarmışçasına gösterip sırıtarak bazen bana refahın yeniden paylaştırılmasına inanıp inanmadığımı soruyorlar. Neye inanıp inanmadığımın önem taşımadığını, söz konusu refahın sürekli ve genellikle acayip müthiş yöntemlerle dağıtılıp durduğunu söylemekten başkası gelmiyor aklıma.

(Syf 42)

Çok mutluluk göreceksiniz. Farkına varmayı unutmayın!

(Syf 102)

 

 

ARŞİV