Leo Strauss: Doğal Hak ve Tarih

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Leo Strauss ile devam ediyor

28 Aralık 2023 - 11:55

LEO STRAUSS (20 Eylül 1899- 18 Ekim 1973)

Almanya’nın Hesse eyaletinin Kirchhain kentinde dünyaya geldi. 1921’de Hamburg Üniversitesi’nde Ernst Cassirer nezaretinde “Jacobi’nin Felsefe Öğretisinde Bilgi Problemi” başlıklı teziyle doktor olmuş, 1922’de Freiburg Üniversitesi’nde Husserl ve Heidegger’in derslerini takip etmiştir. H.-G. Gadamer, A. Kojève, K. Löwith, G. Scholem gibi geleceğin filozoflarıyla arkadaşlık kurmuştur. 1925’te Berlin’de başladığı araştırma görevi sırasında ileride “Spinoza’nın Din Eleştirisi” olarak yayımlanacak ilk eserini kaleme almıştır. 1932’de, Nazilerin yükselişe geçtiği dönemde Carl Schmitt’in yazdığı tavsiye mektubu sayesinde aldığı Rockefeller bursuyla Almanya’dan kaçarak önce Paris’e geçip çalışmalarını orada sürdürmüş, daha sonra 1933’te ailesiyle birlikte İngiltere’ye taşınmış, burada 1936-1937 yıllarında Cambridge Üniversitesi’nde araştırma bursuyla çalışmalar sürdürmüştür. Sonunda Amerika’ya göç ederek pek çok öğrenci yetiştireceği ve pek çok eser kaleme alacağı Chicago Üniversitesi’nde (1949) uzun yıllar siyaset bilimi dersleri vermiştir. 1969’da St. John’s College-Annapolis’e giderek 1973’teki vefatına kadar Scott Buchanan Seçkin Misafir Akademisyen olarak görev yaptı. Spinoza, Maimonides, Farabi, Hobbes üzerine derinlikli metinler kaleme alan Strauss’un İngilizce yazdığı ilk kitap da Hobbes’un Siyaset Felsefesi başlığını taşımaktadır. Yazıları ve yorumları pek çok karşıt yoruma ve polemiğe neden olan Strauss’un felsefesinin en önemli vasfı modernite eleştirisidir ve ona göre modernitenin krizi siyaset felsefesinin krizidir.

Leo Strauss’un Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan Doğal Hak ve Tarih isimli kitabından bölümler aktarıyoruz.

DOĞAL HAK VE TARİH

Eylemlerimizin ilkelerinin kör seçimlerimizden başka dayanağı olmadığını bir kez anlarsak, bunlara bir daha gerçekten inanmayız. Onlar üzerinde artık kalben rahat hareket edemeyiz. Artık sorumlu varlıklar olarak yaşayamayız. Yaşamak için, bize ilkelerimizin kendilerinde ancak herhangi başka ilkeler kadar doğru ya da yanlış olduğunu söyleyen aklın kolayca susturulan sesini susturmak zorunda kalırız. Aklı ne kadar işletirsek, hiççiliği o kadar geliştiririz: O kadar az toplumun dürüst üyeleri olabiliriz. Hiççiliğin kaçınılmaz fiili sonucu, bağnaz aydınlık düşmanlığıdır.

Bu sonucun ağır tecrübesi doğal hakka genel ilginin yeniden doğmasına sebep olmuştur. Ama bu aynı olgu bizi özellikle ihtiyatlı yapmalıdır. Öfke kötü bir öğütçüdür. Haksızlığa karşı öfke olsa olsa iyi niyetli olduğumuzu kanıtlar, haklı olduğumuzu değil. Bağnaz aydınlık düşmanlığına karşı tiksintimiz bizi doğal hakka bağnaz aydınlık düşmanlığı ruhu içinde sarılmaya götürmemelidir. (…) Yararlılık ve doğruluk apayrı iki şeydir.

(…)

Doğal hak sorunu bugün gerçek bir bilgi konusu olmaktan çok bir hatırlama konusudur. Bu yüzden kendimizi meselenin tüm karmaşıklığına alıştırmak için tarihsel çalışmalara ihtiyaç duyarız. Bir süre için "düşünceler tarihi" adı verilen şeyin öğrencisi olmalıyız. Yaygın bir düşüncenin aksine, bu tetkikler, tarafsız tutumun güçlüğünü ortadan kaldırmaktan ziyade onu ağırlaştırır. Lord Acton'dan alıntılarsak: "Pek az keşif fikirlerin soyağacını gözler önüne serenlerden daha kızdırıcıdır. Kesin tanımlar ve dur durak bilmez çözümlemeler, toplumun, gerisinde bölünmelerini gizlediği perdeyi yerinden oynatır, siyasi tartışmaları uzlaşma için fazla şiddetli, siyasi ittifakları kullanmak için fazla kararsız kılar ve siyaseti dini ve toplumsal savaşımın tüm tutkularıyla zehirler." Bu tehlikenin üstesinden ancak, siyasi baskının, tarafgirliğin (partizanlığın) ateşli ve kör gayretine karşı tek koruma olduğu boyutu terk ederek gelebiliriz.

Doğal hak meselesi bugün kendisini bir partiye bağlanma konusu olarak gösterir. Etrafımıza bakınca, ağır biçimde güçlendirilmiş ve katı biçimde korunan iki hasım kamp görüyoruz. Biri, farklı biçimlerde tanımlanmış liberaller tarafından işgal ediliyor, diğeri ise Thomas Aquinas'in Katolik ve Katolik olmayan takipçileri tarafından. Ama her bir ordu ve ek olarak, iki tarafı da idare ederek tarafsız kalanlar ya da kafalarını kuma gömmeyi tercih edenler, eğretileme üstüne eğretileme kullanırsak, aynı geminin içindedirler. Hepsi modern insanlardır. Hepimiz aynı güçlüğün kıskacındayız. Klasik biçimi içinde doğal hak, erekbilimsel (teleological) evren görüşüyle bağlantılıdır. Her doğal varlığın, hangi faaliyetin kendisi için iyi olduğunu belirleyen doğal bir amacı, doğal bir yazgısı vardır. İnsanın durumunda, bu faaliyetlerin seçilmesi için akıl gereklidir: Akıl, insanın doğal ereğini göz önünde tutmak suretiyle doğal olarak doğru olanı belirler.

(…)

Tarih adına doğal hakka yapılan saldırı çoğu durumda şu şekli alır: Doğal hak, insan akli tarafından ayırt edilebilir ve evrensel olarak tanınan bir hak olduğunu iddia eder; ama tarih (insanbilim de dahil) bize böyle bir hakkın var olmadığını öğretir; sözde bir tekbiçimlilik yerine, sonsuz bir hak ve adalet mefhumları çeşitliliğiyle karşılaşırız. Ya da başka bir deyişle, eğer değişmez adalet ilkeleri yoksa doğal hak da olamaz, ama tarih bize tüm adalet ilkelerinin değişken olduğunu gösterir. İleri sürülen akıl yürütmenin kesinlikle yersiz olduğu kavranmazsa tarih adına doğal hakka yapılan bu saldırının manası anlaşılamaz. Ve en başta, "genel rıza” hiçbir şekilde doğal hakkın varoluşu için gerekli bir koşul değildir. En büyük doğal hak öğretmenlerinden bazıları, tam da doğal hak rasyonel olduğu için, onun keşfinin aklın kullanımını gerektirdiğini ve dolayısıyla evrensel olarak bilinemeyeceği akıl yürütmesini yapmışlardır.

(Syf 18-22)

Doğa fikri bilinmediği sürece doğal hak fikri de bilinemeyecektir. Doğanın keşfi felsefenin işidir. Felsefenin olmadığı yerde nasılsa öyle olarak doğal hak fikri de yoktur.

(Syf 90)

Bir toplumun yaşama ilkesi “fırsat eşitliği” ise, es deyişle ona mensup her insan kapasitesine göre bütünden iyiyi hak etme ve hak ettiği uygun ödülü alma fırsatına sahipse, o toplum adildir. Övgüye değer evlemde bulunma kapasitesinin cinsiyet, güzellik ve benzerlerine bağlı olduğunu varsaymak için iyi bir neden olmadığından, cinsiyet, çirkinlik ve benzerleri temelinde “ayrımcılık” adaletsizdir. Yapılan hizmetler için uygun tek ödül onurdur; bu nedenle de üstün hizmet için tek uygun ödül büyük yetkedir. Adil bir toplumda toplumsal hiyerarşi kesinlikle meziyetler/liyakatler arasındaki hiyerarşiye tekabül, başka bir hiyerarşik yapı yoktur.

(Syf 152)

Rousseau'nun insanın doğal olarak iyi olduğu şeklindeki tezi, insanın doğa gereği insan altı bir varlık olduğu yönündeki bu son iddianın ışığında anlaşılmalıdır. İnsan doğal olarak iyidir, çünkü insan doğası gereği iyi ya da kötü olmaya elverişli insan altı bir varlıktır. İnsanın gerçekten doğal bir teşekkülü söz konusu değildir. İnsana özgü her şey ya sonradan edinilmiştir ya da uzlaşıma dayalı veya yapay olgulardır. İnsan doğası gereği neredeyse sonsuz ölçüde mükemmelleşmeye açıktır. İnsanın neredeyse sınırsız gelişiminin ya da kendisini kötülükten kurtarabilme iktidarının önünde hiçbir bir doğal engel yoktur. Aynı sebeple, insanın neredeyse sınırsız bozulmasının önünde de doğal bir engel yoktur. İnsan doğası gereği neredeyse sonsuzca etkiye/biçimlendirmeye açıktır.

(…)

İnsanın insanlığı ya da rasyonelliği sonradan edinilmiştir. Akıl bedenin temel ihtiyaçlarından sonra gelir. Akil bu ihtiyaçların tatmin edilmesi sürecinde belirir. Esas olarak bu basit ve bir örnek ihtiyaçlar kolayca tatmin edilebilir. Ama bu olgunun kendisi büyük bir nüfus artışına yol açar ve buna bağlı olarak da temel ihtiyaçların tatmin edilmesi zorlaşır. Dolayısıyla insan, varlığını sürdürebilmek için düşünmeye düşünmeyi öğrenmeye- mecbur kalır. Üstelik temel ihtiyaçlar değişik iklimlerde ve değişik koşullarda farklı biçimlerde tatmin edilmektedir. Bununla birlikte zihin, temel ihtiyaçların ve onların tatmin şeklinin belli koşullarda aldığı biçimle orantılı olarak gelişir. Koşullar, insanların düşüncesini şekillendirir. Bir kez böyle şekillenince, insanlar yeni ihtiyaçlar geliştirir ve bu yeni ihtiyaçları gidermeye çalışırken de düşünceleri daha fazla gelişir.

(Syf 265-267)


ARŞİV