Leyla Erbil: İncik Boncuk

Tezer Özlü’nün can dostu, Ahmed Arif’in Leyli’si, edebiyatımızın cesur kadın yazarı Leyla Erbil'den “İncik Boncuk” öyküsü

09 Mayıs 2019 - 10:14

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazı ve öyküler sunabileceğimizi umuyoruz.

LEYLA ERBİL (12 Ocak 1931- 19 Temmuz 2013)

Tezer Özlü’nün can dostu, Ahmed Arif’in Leyli’si, edebiyatımızın cesur kadın yazarı Leyla Erbil, 12 Ocak 1931’de İstanbul’da Fatih’te eski bir konakta dünyaya geldi. Üç kız kardeşin ortancası olan Erbil’in çocukluğu, Fatih ve Beşiktaş’ta geçti.

İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı bölümünde eğitim gören Leyla Erbil’in yayımlanan ilk öyküsü ‘Uğraşsız’dır. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazı ve hikâyeleri yer alan yazarın ilk hikâye kitabı “Hallaç”, 1960 yılında çıktı.

Eserlerinde değer yargılarına, evlilik, aile ve kadın cinselliğine sert, alaycı ve eleştirel tutumla yaklaşan Erbil’in ikinci öykü kitabı “Gecede” 1968’de yayımlandı. Eserleri Almanca, İngilizce, Fransızca ve Rusçaya çevrilerek çeşitli antolojilerde yer alan, yaşamı boyunca hem yazınsal üretimiyle hem de siyasi duruşuyla göz önünde olmaya devam eden Erbil, 2002’de PEN tarafından Türkiye’den Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın oldu.

“Tuhaf Bir Kadın”, “Karanlığın Günü”, “Mektup Aşkları”, “Düşler Öyküler”, “Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar”, “Üç Başlı Ejderha”, “Kalan” gibi çok sayıda eseri olan Leyla Erbil’in İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Hallaç’ta yer alan  “İncik Boncuk” öyküsünü paylaşıyoruz.

İNCİK BONCUK

Aman aman bi yanı yoktu öyle. Yarım saat öncesine değin, böylesine bi canlının var olduğunu hiç mi hiç bilmiyordum. Kimseleri merak ettiğim de yoktu ki zaten. Bunlarla işitilmek, tadılmadık bi öykü çıkageliyor demek de istemiyorum. Bu çeşit nenler nice nice olmuş, yazılmıştır da. Öyleyle cayayım dedim yazmaktan, cayamadım da!

Kızın, ahım şahım bi yanı yoktu gerçekten. İnceden inceye ölçüp biçtim duygularımı, kayırmasız niteledim niteledimse de. Kısacıktı, dardı, tıkızdı. Bi süre, 20. Asır, Hafta dergilerini karıtırdı. Yüzüme ancak sayfaları açıp kaparken bakıyordu. Ufacık kestane gözleri, kocaman etli dudakları vardı. Kaşları tel tel sayılabilecek seyreltideydi. Ben bi camdan ötelere, bir onun yüzüne bakıyordum. Gözlendiğini sezinleyince o da pencereye dönüyor, yüzünün bir yanını veriyordu. Yanayının düzgün olduğunu gördüm. Hep onu kolaçan etmekten sinirleniyordum. Önemsememesi beni, okuyup okuyup, ancak sayfa çevirirken şöyle bi bakıvermesi, giderek iyice canımı sıkıyordu. Canım okumak istemiyordu hiç; yanımda da betikten başka bi nen yoktu. Benimle konuşsun diye can atmaya başladım. Başka vakitler, yolculukta, yan yana düştü diye konuşmayı hak bellemiş kişilere içerlendim; birçok kezlerle sözü ortada kesmiş ya da yanıtsız bırakıvermişimdir. Ama bu kez, yağmurdan yolculuktan, kompartımanda bi tek bu kızla oluşumdan ola ki, ölçüsüz sıkılıyordum. Dikkatle boyanmış, giyinmiştim. İyice güzel olduğum bi gündü. Yola çıkmadan önce, garın sinek pislikli aynasında bile görmüştüm bunu. Bakılası, konuşulası, ardına düşülesi bi günümdü. Kız birden, dergilerini yanına atıp nereye gittiğimi sordu. Aldırmayayım, duymazlıktan geleyim de, benim de onu hiç önemsemediğimi anlasın, içerlesin, dedim önce; ama, üç dört saat daha bu odacıkta tutsak kalacağım düşünüyle yanıtladım onu.

(Sait Faik ve Leyla Erbil)

Kendisinin de oraya gittiğini söyledi. Sözden söze geçerek de, annesinden döndüğünü, iki yıldır evli olduğunu, kocasının kırk dokuz numara kundura giydiğini, sevişerek evlendiğini saydı döktü. Ağzını büzerek yarım yarım konuştuğundan, ne dediğini anlayamıyor, hemen hemen her sözünü yeniden söyletiyordum. Bu yüzden, tek konuşmalık süre katmerleniyor, konuları da ilgilendirmediğinden beni, yeniden sıkılmaya başlıyordum. Tüm yolcuların, yolcu olmayanların da bi annesi, bi kocası-karısı, masası, boyu boşu vardı şüphesiz. Bunları belirtip de ne olacaktı? Onu yanıtladığıma hayıflandım. Şimdi artık yol boyunca bu çeşit konuşmaya, anamı, sokağımı, komşularımı, saçlarımın döküldüğünü açıklamaya zorunlu kalacaktım. O birden eteklerini aşağıya çekeleyip; yanlışlıkla bi yeri görünmüşçesine dizlerini örtüverdi, öteki eliyle de bluzunun düğmelerini yokladı. Anladı ki iliklenmemişi yok, başını kaldırdı, sanki ben erkekmişim de, gizlice bir yerini gözlüyormuşumca, garip anlamlarla gözlerimin içine baktı. Kızdığını sezerek şaşırdım. Ne demek istediğini anlamamıştım. Söyleyecek bi nenler ararken, gözlerini yumdu, yaşamı boyunca benimkini andırır bir gerdanlık edinmeye can attığını söyledi. Sesi sevdalısına mırıldanan ateşli bi kadını andırdı. Hemen, kocamın armağanı olduğunu, ama onu görür görmez kanımın ısındığını, bu yüzden de sevinerek kendisine sunabileceğimi söyledim, boncukları boynumdan sıyırıp, onunkine geçirdim zorla. Yerime otururken de önce ayağına basarak özür diledim, ardından çantamın üstüne çöktüm, Selma’nın armağanı olan gözlüğü kırdım. Pek üzüldüğünü söyleyerek adresimi aldı; n’olursa olsun geleceklerini, kocasının iriyarı, neşeli bi adam olduğunu, her kişiyi eğlendirebilecek yaradılıştalığını da ekledi. Bense, mor boncuklarıma bakarak çoktan verdiğime pişman olmuştum. Nedense beni korkutan durumlar yarattığını düşündüm. Ola ki insanların bu püf yanını incelemiş bu yolla epeyi armağan da toplamıştı. Yakasına iliştirdiği beyaz madenden balerinaya, mavi taştan küpelerine göz gezdirdim. Parmağında da bal gibi armağan olabilecek pahada hafif bir yüzük vardı. Düşünümün doğruluğuna inancım artıyordu da. Umarım o da bunu sezinledi ki, ilgimi başka yöne çekerek, “Ben iriyarı erkeklerden hoşlanırım” dedi. “Benim kocam iri değildir!” dedim, ben de. “Ziyanı yok!” dedi. Bu kez ben kızmaya başlamıştım, “Benim kocama olan sevgim, boyuyla bosuyla ilgili değil!” dedim. O kocasının kendine çok düşkün olduğunu anlatırken, apansız, “Ben kız değildim!” dedi. “Olabilir!” dedim. “Bence önemli değil o dediğiniz nen.” “Evet ama, kocama göre önemliydi!” dedi. “Ondan öç almak için yaptım bunu, salt bunun için. Buluşacağımız ilk gün, tam kırk yedi dakika bekletti beni. Yağmur vardı, tiksinirim yağmurdan. 47 rakamından nefret ederim bunu da bilir. 47 dakika ıslak bi sıçana döndüğümü anladım, tutup bi sinemaya girdim. Çıkarken tam kapıda rastlamışçasına önümü kesti, oysa pastanede aynı sinemanın biletleri düştü cebinden, üstelik iki tane!” “Ola ki yanılmışsınızdır” dedim, “başka günden kalmadır biletler cebinde.” “Hıhh” dedi, “ne yanılması, sonradan itiraf etti bunu, beni elde etmek için gururumla oynamış!..” “Çok tuhaf!” dedim. Kızgınlıkla, “Hiç de tuhaf değil!” dedi, “başka yolu yoktu ki onun olabilmemin!” “Öyleydi de, niye gidip önceden başkasıyla yattınız?” dedim. “İntikam almak için!” dedi. “Dedim ya... Hem bunun sizce bir önemi yokmuş ki!” “Olmadığından, böyle yüklere katlanmanıza şaşırıyorum!” dedim. “O da biliyor bunu” dedi. “Kim?” diye sordum. “Kocam!” dedi. Beni konuşmasına kaptırdığı için sinirlendim içimden, nerdeyse kavgaya tutuşuyorduk. Olgunluk taslayarak, “Çok hoş!” dedim. Konuyu değiştirmemekte öngüyle, “Birazdan görürsünüz istasyonda!” dedi. “Karşılayacak beni, kırk dokuz numara kundura giyer, pek çirkin ayakları vardır, her neni büyüktür zaten.” Bunu söylerken yüzüne yangın vurduğunu, gözlerinin alevlendiğini gördüm. Kötü bi sıkıntı yıkıldı içime. Baktım, gene belli etmemeye çalışarak, kucağına bıraktığı koluyla eteğini yukarı sıvamaya uğraşıyo, ayağa kalktım. Bi başıma kalmayı, yasaklanmışçasına özledim birden. “gidiyo musunuz?” diye sertlikle sordu. “Şimdi döneceğim, tuvalete gidiyorum” dedim korkuyla. Koşa koşa en uzak vagona geçtim, bi cam önüne dikeldim; çoktan sönmüş bi mangal görünümünde uzamıştı topraklar. Tren boşalana değin dönmedim.

Bi gece birimiz ezgi yapıp, ötekimizin betikler okuduğu bi gece olsa olsa...

Yok canım, ezgiyle mezgiyle uğraştığı yoktu onun, yüznumarada özene bezene tırnaklarını kesiyo olmalıydı, benim de okuduğum yoktu. Çöp tenekesi koktuğundan, sodalı suyla yıkıyordum onu. Öyle ki, kapı çalındığında, ben o açsın diye, o da ben açayım diye beklettik durduk. Bunlar karıkoca çıkageldiler. İki gündür Shakespeare’in noksanlıklarını düşünen bi baş gezdiriyordum. Tam, özrü Shakespeare’de bulacağım sıra, damladılar. Adam, kırk yıllık tanışmışçasına Hasan’ın sırtına vurarak, bana sen diyerek, her kişilerin günde en az üç beş yol konuştuğu sözleri coşkunlukla, cesaretle anlatmaya koyuldu hemen. At yarışlarında elli lira yitirdiğini, Mehmet Efendi’nin kızının menenjit olduğunu, dün akşam doktor çağırdığında, herifin gelmek istemediğini, ama yakasından tuttuğunan adamı arabaya atıverdiğini anlatıyordu örneğin. Hasan ondan hoşnutlamış, gülmeye başlamıştı. Bende de bi yüksekten konuşma saplantısı vardır, yeni kişilerin yanına üretip, yansıtıp dururum. Hele hele şu kızı hiç göresi gözüm yoktu. Süklüm püklüm, sıvışık bi nen olmuş, sasımıştı sanki. Kocası konuştukça, kıvanma duygularının birini atıyor, ötekini koyuyor; kırk dokuz numara kunduralı kocacığına sokuldukça sokuluyordu. Sıkıntımı, onların bu halinden duyduğum iğrentiyi saklama telaşıyla ordan oraya seğirttim durdum. Ama, bu adam şu kızı kırk beş mi, kırk yedi mi, neyse o denli dakikalar bekletmiştir, öyle bir adam bu. Bana yavrum demeye başlamıştı hemen. O yavrum dedikçe ben başımı yukarı silkeliyor, ille de yavrum’u düşürmeye uğraşıyordum da bir türlü, bana niye yavrum dediğini sormaya ya da kızmaya cesaretim olmuyordu. Onun için de kızın anlattıklarının gerçekliğine inandım. Ne yapar yapar bu, karşındakine kendini eşi dengi olmayan bi erkek diye belletir... Kız ona hep, “kocacığım” diyordu. Bi de söze girişirken, belini kaykıtıp, bacaklarını kamaştırıyor, ona bakanlara yanay veriyordu. Onun, bu çağını yitirmiş verilere öykünerek savunmasını sürdürmesi, özellikle birazdan can verecek dişi bakışlarını üzerimize döndürmesi içimi baydı benim. Verdiğim gerdanlığı takmıştı: elini ikide bi kucağında unutmuşçasına bırakıveriyordu, gözlerimi ondan ayırmıyordum, eteklerini sıvayamıyordu, ben onu anlamamış olduğumu sandırmak istiyordum, göz göze geldikçe yapmacıklı sırıtmamı takınıyordum, o bi kaşını kaldırıp yere eğiyordu gözlerini ciddiyetle, küçük düşürüyordu sözde beni. Hasan’dan piyano çalmasını istediler. Çalmadı. Beğenisini okşamayan kişilere karşı durabilirdi o! Bense, bunlardan hoşlandığını sanmıştım. İçin için sevindim hoşlanmadığına, tuttum, sesimin güzel olduğunu, Hasan’ı bağışlamalarını, onun yerine beni dinlemelerini diledim. Avaz avaz, “Gönül durduk yerde bi güle uçtu...” diye okumaya başladım. Kendimden tiksiniyordum. Tanrı cezamı versin, gene de kıza yönelen öğürmeli bir acıma duygusunu önleyemiyordum. Gittiler onlar, biz de yattık.

Hasan’la konuşuyorum diyordum, uzun uzun konuşur da açılırım azıcık. Şarkı okumama içerlemesini, benden utanmasını, gerdanlığı tanıyıp yazıklamasını beni, böyle kişileri de nerden bulduğumla eğlenmesini kuruyor; daha onlar gitmeden bile bu çatışmayla ilgili yanıtlar düzüyordum usumda. Banyoya girdi önce, bi saate yakın bekletti, çıkarken, “Fena insanlar değillermiş!” dedi. Hiç ses etmedim. Yatağa girdim, ağzını kokladım, sigara kokmuyordu. Kalktım soluğunun koktuğunu, buna gayrı dayanamayacağımı, böyle giderse ya sigarayı ya da beni bırakması gerekeceğini bildirdim. “Buna kimse dayanamaz!” dedim.

                     1958

 


ARŞİV