Ülkü Tamer: Sitti Zeynep

Aramızdan ayrılışının 1. yılında Ülkü Tamer’i saygı ile anıyor,  Kırmızı Yayınevi tarafından yayımlanan “Alleben Öyküleri” kitabında yer alan “Sitti Zeynep” öyküsünden bir bölümü ve “Yazın Bittiği” şiirini yayımlıyoruz.

28 Mart 2019 - 16:26

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

ÜLKÜ TAMER (20 Şubat 1937- 1 Nisan 2018)

Bir yıl önce aramızdan ayrılan Ülkü Tamer, İkinci Yeni şiir akımının önde gelen isimi ve “Üşür Ölüm Bile, “Güneş Topla Benim İçin”, “Yazın Bittiği “ gibi aklımıza çakılan şiirlerin şairiydi. 

“İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür” , “Ölürsem güzel bir ölü olurum / Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler” , “Bana çiçek gönderme / Bir kuş ağacı gönder/ Alnıma dokunanlar /İyileşmiş desinler” dizeleriyle hayata her şeyi bir başka incelikle anlatan Tamer bir anlamda kalbimizin “bam teline” dokunan şairlerdendi.

Ülkü Tamer şair olarak bilinmesine rağmen tiyatrodan senaryo yazarlığına, çevirmenlikten anı ve hikâye yazarlığına eserleriyle edebiyat ve sanat dünyasına önemli katkılar yaptı. Çoğu edebiyat eseri olmak üzere 100’ün üzerinde kitabı Türkçe’ye çevirdi.

Aramızdan ayrılışının 1. yılında Ülkü Tamer’i saygı ile anıyor,  Kırmızı Yayınevi tarafından yayımlanan “Alleben Öyküleri” kitabında yer alan “Sitti Zeynep” öyküsünden bir bölümü ve “Düello” şiirini paylaşıyoruz.

SİTTİ ZEYNEP

İdris, yangın müfrezesindendi. Önceleri pek sevmemişti bu işi, ama gittikçe alışıyordu. Ev yakmadıkları gece huzursuz bile oluyordu. Rıza Bey, güneş batarken yangın müfrezesini topluyor, o gece hangi evin yakılacağını bildiriyordu. Toplantı biter bitmez, gidip kancalı uzun sırığını alıyordu İdris. Caminin avlusuna çıkıyor, onu okşuyor, onunla konuşuyordu:

“Göreyim seni, tam sekiz kiremit düşürmelisin bir seferde. Yedi olursa kabul etmem. Leylekyan’ın evinde yedi kiremit düşürmüştün. Bu gece sekiz kiremit isterim. On seferde seksen eder.” Yatsıdan sonra yola çıkıyorlardı. O kadar uzundu ki kancalı sırığı, iki eliyle zor taşıyordu. İki sırıkçı daha vardı kendinden başka. Öteki dört kişinin ellerinde gaz şişeleriyle paçavralar olurdu.

Yakacakları evlerden bazan ateş edilirdi üstlerine. Ama çoğu zaman pek karşı koyan olmazdı. İdris’le öteki sırıkçılar iki dakika içinde dümdüz ederlerdi damı. Ne kadar kiremit varsa yere düşürürlerdi. Sonra gaz şişelerini dama atarlardı. Kırılan şişelerden yayılan gaz ne kadar da çabuklaştırırdı her şeyi. Paçavraları yakıp atmak, yangının bir anda büyümesini keyifle seyretmek işin en güzel yanıydı. Bir de çığlıklar olmasa.

“Fransızlar bize acıyor mu?” derdi İdris. “Onları evlerinde barındıranlar bize acıyor mu?” Ama o, ilk öldürdüğü Fransıza acımıştı. Hüseyin Beye yakalandıkları akşam.

İdris’in babasıyla Hüseyin Beyin babası amca çocukları oluyorlardı. Bir kardeşi vardı Hüseyin Beyin: Sitti Zeynep. On beş yaşındaydı. İdris de on sekizinde bir delikanlı. Birbirlerine tutulmuşlar, bir gün öğleüstü kaçmışlardı. Şubattı. Çamur içindeydi yollar. Dört saat kadar gitmişlerdi ki, Hüseyin Beyle arkadaşları yetişti arkalarından. Atlıydılar, tüfekleri vardı. Sitti Zeynep’i koparıp aldılar. İdris’i de öldüresiye dövdüler. “Akraba olmasaydık vururdum seni,” dedi Hüseyin Bey. İdris’i orada, Sakçagöz yolunda, o soğuk Şubat akşamına bıraktı, kardeşini alıp eve döndü.

İdris yarım saat yattı olduğu yerde. Tam kalkmıştı ki, bir Fransız atlısı göründü uzaktan. Çarpışmalar daha başlamamıştı. İdris, Fransızı durdurup su istedi. Fransız atından indi, matarasını çıkarıp içindeki bütün suyu yere döktü. İdris bıçağını çekip Fransızı vurdu. Vurduktan sonra da acıdı.

Şehre döndü sonra. Babasının arkadaşı Süleyman Beyi aradı; Maarif kahvesine gittiğini söylediler. O sıralarda bir tiyatro kumpanyası çalışıyordu Maarif kahvesinde. İdris kahveye gitti.

Kapıdan girer girmez büyük bir kavgayla karşılaştı. Çukurköy’den Hurşit Ağanın oğlu Paşabey bir kavga daha çıkarmıştı yine. Paşabey sırtında Fransız üniformasıyla dolaşır, yanında da silahlı dört-beş adam bulundururdu. O gece Maarif kahvesine gelmiş, locasından aşağıya, Komiser Mustafa’nın başına fıstık kabuğu atmıştı. Tek başınaydı Komiser Mustafa. Locaya çıkıp aşağı indirmek istemişti onu. Paşabey’in adamlarıyla dövüşerek merdivenlerden yuvarlanmışlardı. İdris kahveye girdiği sırada kapının önünde dövüşüyorlardı.

Girer girmez, gözüne bir bıçağın parıltısı çarptı İdris’in. O anda kahvedeki son lüks lambası da kırıldı. Kimsenin kimseyi gördüğü yoktu, ama boyuna yumruk atılıyordu. Komiser Mustafa, karanlıkta Paşabey’in adamlarından kurtulup kapıya attı kendini. İdris elini uzatıp omuzundan yakaladı onu. “Gel,” dedi.

Kaçıp Suburcu’nda bir cami avlusuna sığındılar. Bir kaç saat orada kaldılar. İdris kim olduğunu, şehre niye geldiğini anlattı Komiser Mustafa’ya. Komiser Mustafa, “Nasıl olsa silaha sarılacağız; gel, bize katıl. Çınarlı camisinde yatarsın,” dedi. İdris köye dönmeyi o anda siliverdi aklından. Bir Fransız öldürdüğünü söyledi. “İyi etmişsin,” dedi Komiser Mustafa, “ama Fransız gâvurundan önce Paşabey gibi deyyusları öldürmeli.”

Nisan sonuna kadar çarpışmalara katılmadı İdris. Köye gitti. Anasını gördü. İki aylık yiyecekleri var mı diye baktı. Sonra şehre dönüp Mağarabaşı çarpışmasında silâh attı. O gün iki Fransız tankını püskürttüler.

Temmuz ortasına kadar yangın müfrezesinde kaldı. Sonra Carablus istasyonuna gönderdiler onu. Carablus istasyonuna saldırılmış, dokuz vagon un, konserve, pirinç, tütün, arpa ele geçirilmişti. İdris iki çuval pirinçle iki çuval un götürecekti Beşköy’e. Beşköy’deki dokuz arkadaşlarının yiyecekleri bitmişti. Yanına on dört yaşındaki kardeşi Beşir’i kattılar, birer de at verdiler altlarına. İdris’le kardeşi Carablus’a gidip Rıza Beyin yazdığı pusulayı gösterdiler, pirinçle unu alıp Beşköy’e yollandılar.

Beşköy’e yedi kilometre kala, üç arkadaşıyla Tahir çıktı karşılarına. Dağlara sığınmıştı Tahir: Bir tek kurşun bile atmamıştı Fransızlara. Onun da yiyeceği tükenmişti. İdris’le Beşir’in götürdükleri unu, pirinci aldı, sonra da kendisini ele vermesinler diye İdris’i vurdu. İdris öldü. Beşir kaçıp şehre döndü, olanları Rıza Beye anlattı. Haberi Hüseyin Beye ulaştırdılar.

Tahir’in İdris’i öldürdüğünü hizmetçileri Kiraz Bacı’dan duydu Sitti Zeynep. İki hafta odasından çıkmadı. İki hafta sonra bir gece ağabeyi Hüseyin Beyin çiftelerinden ikisini çaldı, Çınarlı camisinde Beşir’i buldu, yürüyerek Beşköy’e gittiler.

Sitti Zeynep, Eylül sonunda Tahir’i Hacıkurban dağında yakaladı. Tek başınaydı Tahir. Sitti Zeynep bir mağaranın ağzından ateş etti Tahir’e. Onu başından yaraladı. Sonra ağaca asıp gölgesine oturdu, bir cigara sardı.

DÜELLO

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?

Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.

Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,

Yerin yassı taşları tabanımın altında,

Alnımda birleşmekte güneşin raylarından

Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.

Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi

Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

 

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;

Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,

Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.

Ölürsem güzel bir ölü olurum,

Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,

Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,

Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi

Ben gülümserken resmimi çeker.


ARŞİV