LOU ANDREAS-SALOMÉ (12 Şubat 1861- 5 Şubat 1937)
Yeni ve devrimci fikirlerin filizlenmeye başladığı bir dönemde, 1861’de St. Petersburg’da doğdu. Fransız Huguenot kökenli bir Rus subayının kızıydı. Küçük yaşta Almanca ve Fransızca öğrendi. On yedi yaşındayken bir din adamından teoloji ve felsefe dersleri aldı. Zürich Üniversitesi’nde teoloji ve sanat tarihi okudu. Salomé 1882’de Nietzsche’nin evlenme teklifini geri çevirerek, oryantalist F. C. Andreas’la evlendi. 1897’de Rainer Maria Rilke’yle tanıştı ve kendisine âşık olan şairin hayatında önemli bir rol oynadı. 1911’de Viyana’daki psikanalistlerin çevresine girdi. Sigmund Freud’un öğrencisi ve yakın dostu oldu. İlk psikanalistlerden ve kadın cinselliği hakkında psikanalitik olarak yazan ilk kadınlardan biriydi. Kadın özgürleşmesi hakkında yazmış olsa da, Almanya’da giderek büyüyen kadın hareketinde yer almadı. Im Kampf um Gott (1885; Tanrı Uğrunda Savaş), Ruth (1895), Im Zwischenland (1902; Ara Memlekette) ve Rodinka (1923) romanlarından bazılarıdır. Ayrıca dini ve felsefi konulardan tiyatro ve edebiyat eleştirisine uzanan geniş bir yelpazede denemeler ve monografiler kaleme aldı.
Yazarın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Volga isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
VOLGA
Küçük yolcu vapurları Volga'nın engin sularında zarif fındık kabukları gibi salınarak Hazar'dan yukarı doğru seyrederken geniş ve kaba tekneler ağır ağır kayarak yanlarından geçip gidiyor. Bulutlarla dalgalar iç içe, karayı onlardan ayırmak mümkün değil: Gri-yeşil uçsuz bucaksız çayırlar, yaz dönümünde ne gece ne de gündüz olan bir gecenin metalik aydınlığı vurduğunda su gibi dalgalanıyor; geceyle gündüz hâlâ iç içe, kararsızca salınıyorlar ve ufukta güneşin ilk ışıklarının alevlenmesiyle evrenin kaosundan çözülen bir dünya ilk kez ortaya çıkıyor sanki.
(…)
Birdenbire, sihirli bir işaret verilmiş gibi, rengarenk, parlak, ışıltılı ve hareketli bir dünya beliriveriyor ormanın içinden; yüksek katedralleri, göz kırpan yıldızlı kubbeleri, beyaz binaları ve rengarenk giysilerin kaynaştığı, yabancı lisanların sözcüklerinin çınladığı sokaklarıyla heybetli bir şehir kıyıda uzanıyor. Yanaşıp bağlanmayan bir gemi için bu şehir, bir mucize gibi belirip yine bir mucize gibi kaybolan bir manzara, bir düş olarak kalıyor; çünkü birkaç dönemeç sonra nehir, sanki şehir hiç orada olmamış gibi, yeniden sonsuz ormanlara karşı, ıssızlığın ve yabanıllığın suskun gizemlerine karşı akmaya başlıyor. Ta ki büyük şehir manzaraları bir düş gibi yeniden belirene ve sonra yine sık ormanların karanlığında yeniden dağılıp gidene kadar; güneydeki denizden başlayarak kuzeye, nehrin taşıdığı muazzam su hacmini, ancak nehirlerin uysalca buluştuğu noktada ağır ağır topladığı yere kadar böylece sürekli tekrarlanıyor bu.
“Nijni Novgorod, Nijegorod da denir, Oka ve Volga'nın buluştuğu yerde kurulmuştur, kale ve saray nehirlerden birkaç metre yüksektedir. Nüfusu 44 bin 200'dür, temmuz ve ağustos aylarındaki fuarlarıyla ünlüdür.”
Bunları çok genç bir kız, sanki sınıfta öğretmeni tarafından tahtaya kaldırılmış gibi bir edayla söyledi. Üst güvertenin beyaza boyalı parmaklıklarından iyice sarkmış, geminin bağlandığı rıhtımdaki köprüden girip çıkan kalabalığı izliyordu. "Ah Tanrım, ne yazık ki temmuz ya da ağustosta değiliz."
Car Saltan yolcu gemisinin tıknaz kaptanı, kızın bilgili olmasını derin bir saygıyla takdir etti. “Ah Lyubov Vasilyevna,” dedi teselli edercesine, “fuar olmasa da görülecek pek çok güzel şey var; inşallah denize varana ve Astrahan'a babanızın yanına gidinceye kadar daha neler göreceksiniz.” Sonra da parmaklarını uzun ve dalgalı kır sakallarının arasından geçirdi.
Kız daha rahat yükselebilmek için ayağını korkuluk parmaklığının demirine yerleştirirken, "Yine de ben her şeyi birden istiyorum... Her şeyi!" diye karşılık verdi. Üzerindeki uzun elbiseye rağmen yaptığı bu hareket zarafetinden hiçbir şey eksiltmedi. Boylu, güzel, esnek bedeni şöyle diyordu sanki: “Ben yetişkin bir insanım, ben bir hanımefendiyim.” Ne var ki yuvarlak, çocuksu yüzü tüm canlılığıyla tersini söylüyordu. (Syf 1-5)
Kaptan'ın konuğu olan Lyubov'un, biletli yolcular gibi belirli bir alanın içinde kalması gerekmiyordu, istediği yerde dolaşabilirdi ve daha önce hiç tatmadığı bu yepyeni özgürlük duygusunun keyfini çıkarıyordu. Aslında bütün dünya ona aitmiş gibi hissediyordu! Çünkü yolculuk boyunca dünyayı bu küçücük gemi simgeleyecekti. (Syf 8)
“Büyüdüğünüzde dünyadan ve diğer şeylerden payınıza düşenler artmayacak, bilakis daha da azalacak,” diye uyardı Valdevenen. “Ancak şu anda her şey sizin henüz ve siz de her şeye aitsiniz. Belli ki bu yüzden çirkin bulduğunuz hiçbir şey yok şimdi ve sizi hayal kırıklığına uğratmamak için her şey en güzel yüzünü gösteriyor. Sonraları bu böyle kalmayacak.”
“Niçin böyle kalmasın ki? Ah, biliyorum, çünkü sonra her şey çok daha güzel olacak!” diyen kız heyecanla gülümsedi.
Valdevenen dalgınlıkla onun ışıldayan, kaygısız yüzü- ne baktı.
“Tabii, tabii, sizi zorla buna inandıracaklar. Günün birinde bir erkek gelecek ve bütün dünyayı karşısına alarak size şunu diyecek: 'Gel! Seni dar ve karanlık bir hücreye atacağım, bütün bunların hiçbirini görmeyeceksin artık. Görmüş olduğun her şeyi unutmalısın ve sadece benimle, yani sadık muhafızınla yetinmelisin.' Bu hoşunuza gider miydi?”
Lyubov gülerek başını kaldırıp ona baktı. Ne saçma konuşuyordu böyle! Olumsuzlayarak başını salladı. Ne var ki Valdevenen kederle devam etti:
“Hayır, en güzelinin bu olduğuna sizi inandırmalarına izin vereceksiniz. Evet, aynı şu anda güldüğünüz gibi inançla yapacaksınız bunu da. Kendinizi savunmayacaksınız bile, aksine körleşmiş, sağırlaşmış ve felçleşmiş gibi, derin bir uykuya dalmış gibi, her şeye izin vereceksiniz. İnsanın onlarca yıl boyunca dünyanın güzelliğini tümüyle unuttuğu ve içinden bir daha ancak gücü tükenmiş, saçları ağarmış halde -yeniden sevinç duyabilmek, yeniden başlayabilmek için çok geç olduğunda- çıkabildiği o daracık çukura atacaksınız kendinizi. Ya, işte böyle.”
“Herkes için mi geçerli bu?” diye sordu kız.
“Öncelikle bütün kadınlar için değiştirebilir bir şey değil bu.
Bu, bu, -bu canavarla- insan bir kez karşılaştı mı, her şey kaybedilmiş demektir."
Ses tonunda öylesine inançlı ve inandırıcı bir şeyler vardı ki, kulak vermek Lyubov'da tekinsiz bir duygu uyandırdı neredeyse. İster istemez yakında birileri var mı diye etrafına bakındı.
“Peki, ne yapmak gerekir?” diye sordu sonra istem- sizce.
“Onu öldürmek gerekir!” dedi Valdevenen istifini bozmadan.
Kız kendini tutamayıp güldü, ama Valdevenen'in canavarı öldürmek istemesi hoşuna gitmişti. İnanılmaz şeylerden söz ediyordu. Aslında bu konuda daha çok şey öğrenmek ilginç olabilirdi!
İlerideki masada oturan grup yüksek sesle konuşuyor, şamata yapıyordu. Gidip yatmak kimsenin aklından geçmiyordu. Gemi buradan sabahın ikisinde ayrılacaktı.
Geminin hareketsiz durması bir sabırsızlık duygusu veriyordu aslında. İnsan alıştığı hareketi, ileriye doğru kayışı, dalgalanışı arıyordu. Bu hareketsizliği kendiniz hareket ederek telafi etmek gerektiğini sanıyordunuz. Bir eylem, bir hareket olmalıydı!
Yeter ki tekrar yola çıkalım, diye düşündü Lyubov; evet, ilerlesek, nereye olursa olsun, aslolan kesinlikle bu. (Syf 37-38)
Evet, yaşadığı bunca yeniliğin içinde bunu neredeyse unutacaktı: Gemi dünya değildi, dünyanın içinden geçiyordu, uçsuz bucaksız, görkemli bir dünyanın içinden! Dışarıdaki dünya, aslolan oydu; dalgalar, bulutlar ve ağaçlar, düzlükler ve bayırlar: Aslolan onlardı.
(…)
Kayın ağaçlarıyla kaplı sakin tepelerin üzerinde ara sıra yeşilin içinde yarı yarıya saklanmış küçük bir köy görünüyordu; bir keresinde köyün çok yakınından geçtiler. Evler aşağıya, suyun kıyısına kadar iniyordu, birkaç kadın nehre doğru sert bir çıkıntı yapan dar burnun üzerinde ıslak çamaşırları sıkıyorlardı; kıyıda yetişen çiçekler bile ayırt edilebiliyordu. Ne var ki gemi durmadı, köy gözlerinin önünden kayıp geçti. Kıyıların yüksekliği arttı, aralarından mavi uzaklıklar göründü; manzara kendini göstermekten hoşlanıyor, insanı cezbetmek istiyordu sanki: “Bak, ne kadar da güzelim!.. Gelsene!.. Hayır, hayır buraya, bana!” Sonra bunlar da kayarak geçip gitti ve dünya değişmeye devam etti.
Bütün bunlar Lyubov'u çok heyecanlandırdı. Kendini küçük, şık salonun içinde bir tutsak gibi, tuzağa düşmüş gibi hissetmeye başladı. Hayır, hayır, geminin içinde değil, dışarıda olmalıydı insan! Evlerin içine girmeli, çiçekleri toplamalı, sahil boyunca yürümeli, oralarda yaşayan insanlarla konuşmalı, dağlara tırmanmalı, artlarında ne olduğuna bakmalı, sürekli yeni bir parçasını görmeliydi dünyanın!
Sonra gözlerini ve ruhunu yeni görüntüler ele geçirdi, ne var ki daha tam algılayamadan yitip gitti her biri; istediği kadar başını geriye çevirip bakışlarıyla onları yakalamaya çalışsın, sürekli daha uzaklara, daha da uzaklara gittiler.
Bir avuntu olarak aklına kısa bir zaman sonra aynı yolculuğu babasıyla birlikte bir kez daha yapacağı ve her şeyi yeniden göreceği geldi. Bu arada değişecek değillerdi elbet ve onu bekleyeceklerdi!
Evet, bu bir şanstı gerçekten! O andan itibaren özellikle hoşuna giden her ayrıntının arkasından aceleyle “Görüşmek üzere!” demeye başladı ve böylelikle içi büyük ölçüde rahatladı. Şimdi kıza, sanki bu coğrafyayı kendi iradesiyle orada tutuyormuş ve yeniden görüşme dileğini söylemeyi kaçırırsa, hepsi yeryüzünden silinip gidecekmiş gibi geliyordu. Bunu yaparak bu güzellikleri incitmeye hakkı yoktu. Hepsi oradaydı işte ve onu bekleyeceklerdi, kucaklayacaklardı ve kendisinin de bunda payı vardı.
Yolculuk devam ederken gemi bir kez nehrin ortasında durdu. Bir sinyal sesi duyuldu. Sağ yanda altı güçlü kolun kürek çektiği bir sandal kıyıdan Çar Saltan'a doğru ağır ağır yaklaşıyordu.
Kürekçilerin kırmızı köylü mintanları kararmakta olan suların üzerinde hoş bir renk beneği etkisi yaratıyordu. Aralarında oturan ve üzerinde kahverengi bol bir palto olan adam iyice yaklaştıklarında doğrulup el salladı.
Sandal gemiye yanaştığında içindekilerle birlikte Lyubov'un görüş açısından kayboldu. Ancak az sonra kahverengi paltolu adamın küçük salonun pencereleri önünden geçtiğini gördü, zayıf ve uzun boyluydu, elinde geniş kenarlı bir şapka tutuyordu. Şapkası ve saçları da kahverengiydi, güneşten yanmış yüzünde alnının çıkıntısı göz alıyordu. Arkasından gelen gemici elinde taşıdığı açık renk deriden çantayı birinci mevki kamaralarından birine bıraktı. (Syf 11-12)