LUCİA BERLİN (12 Kasım 1936 – 12 Kasım 2004)
1936’da Alaska’da doğdu. Çocukluk yıllarını, maden mühendisi olan babasının işi dolayısıyla Idaho, Montana gibi eyaletlerdeki madencilik kamplarında geçirdi. Daha sonra annesinin ailesinin yanında, El Paso’da büyüdü. Savaş sonrası ailesiyle bir süre Şili’de yaşadı; ardından New Mexico, Meksika, New York, California ve Colorado’da bulundu.
New Mexico Üniversitesi’nde eğitim gördüğü sırada birçok şair ve yazarla tanıştı. 1960’larda öyküler yazmaya ve dergilerde yayımlamaya başladı. İlk kitabı 1981’de yayımlandı. Ancak daha önce, bu kitapta da yer alan kısa “Jokeyim” adlı öyküsüyle Jack London Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Öyküleri The Atlantic ve The Noble Savage gibi dergilerde yayımlandı. 1991’de Homesick adlı kitabıyla Amerikan Kitap Ödülü’nü kazandı.
Hayatı boyunca temizlikçilik, santral operatörlüğü, lise öğretmenliği gibi pek çok işte çalıştı. Altı yıl boyunca Colorado Üniversitesi’nde ders verdi. Skolyoz, daha sonra akciğer kanseri ve alkolizmle mücadele etti. 2004’te Marina del Rey’de hayatını kaybetti.
Lucia Berlin, yaşadığı dönemde sadık bir okur kitlesi edinmiş olsa da geniş bir tanınırlığa ulaşamamıştı. Asıl ününü ölümünden sonra, “Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı” adlı kitabının 2015’te yayımlanmasıyla kazandı. Kitap yayımlanır yayımlanmaz New York Times çoksatanlar listesine girdi, “Yılın Kitapları” listelerinde yer aldı ve Kirkus Prize gibi ödüllere aday gösterildi.
Yazarın Siren Yayınları tarafından basılan Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı’ndan Bakış Açısı isimli öyküsünü paylaşıyoruz
BAKIŞ AÇISI
Çehov'un “Acı” öyküsünün birinci tekil şahsın ağzından yazıldığını hayal edin. İhtiyar bir adamın bize oğlunun yeni öldüğünü anlattığını… Utanç duyar, rahatsız olur, hatta sıkılırdık; öyküdeki arabacının müşterileri gibi tepki verirdik aynen. Oysa Çehov'un tarafsız sesi arabacıyı haysiyetle kuşatır. Böylece bizler, yazarın ona duyduğu merhameti sezinler, oğlanın ölümüne değilse bile beygirle konuşan o ihtiyar adamın yüreğimizi sızlatmasına mani olamayız.
Bence bu, hepimizin enikonu güvensiz insanlar olmasından kaynaklanıyor.
Mesela size şu anda öyküsünü yazdığım kadını takdim edecek olsaydım…
“Ben ellili yaşlarının sonuna merdiven dayamış, bekâr bir kadınım. Bir doktorun muayenehanesinde çalışırım. Eve otobüsle gider gelirim. Her cumartesi çamaşırlarımı yıkar, Lucky’s’te alışverişimi yapar, sonra da pazar gününün Chronicle’ını alıp eve dönerim.” “Öf,” derdiniz bana, “bayma içimi.”
Ama benim öyküm, “Her cumartesi çamaşırhaneye, oradan da alışverişe gittikten sonra pazar gününün Chronicle’ını alırdı,” diye söze giriyor. İşte sırf üçüncü tekil şahısta yazıldığından, bu kadının yani Henrietta’nın hayatının bütün o zorlantılı, saplantılı, sıkıcı ayrıntılarını bir bir dinleyeceksiniz. “Lanet olsun, anlatıcı bu iç karartıcı yaratıkta yazmaya değer bir şey bulduğuna göre illa ki vardır,” diye geçireceksiniz içinizden. “Okumaya devam edeyim, bakalım ne olacak.”
Hiçbir şey olmayacak aslında. Doğrusunu isterseniz öykü henüz yazılmadı bile. Yapmayı umduğum şey, sizi çetrefilli ayrıntılara boğarak bu kadını, elinizde olmadan ona sempati duymanıza yol açacak denli inandırıcı kılmak gözünüzde.
Çoğu yazar kendi hayatından malzemeler, mekânlar kullanır.
Sözgelimi benim Henrietta’m, her gece tatsız tuzsuz akşam yemeğini mavi bir Amerikan servisin üstünde, paslanmaz çelikten İtalyan yapımı nadide bir çatal bıçak takımıyla yer. Tuhaf bir ayrıntı: Kadının hediye Brawny havlular uğruna gazeteden kupon kesip biriktirdiği göz önüne alınırsa pekâlâ tutarsız da görünebilir ama okurun merakını uyandırıyor. En azından ben öyle umuyorum. Öyküde bu konuya bir açıklama getirmeyi düşünmüyorum.
Ben de öyle şık bir çatal bıçak takımıyla yiyorum yemeklerimi. Geçen sene Modern Sanat Müzesi’nin Noel kataloğundan altılı bir çatal-bıçak takımı sipariş ettim. Çok pahalıydı, tam yüz dolar, ama değermiş gibi geldi bana. Altı tabağım ve altı sandalyem var. Belki yemekli bir davet veririm diye düşündüm siparişi verirken. Meğer yüz doları altılı takıma değil, altı parçaya vermişim: iki çatal, iki bıçak, iki kaşık. Bir kişilik servise yeter anca. Geri göndermeye de utandım. “Belki seneye bir tane daha sipariş ederim,” dedim kendi kendime.
Henrietta şık çatal bıçağıyla yemeğini yer ve bir kadeh Calistoga şarabı içer. Tahta bir kasede salatası, yemek tabağında Formda Yemek marka hazır yemeği durur. Yemeğini yerken, gazetenin, bütün makaleleri aynı birinci tekil şahıs tarafından yazılmışa benzeyen “Bu Dünya” bölümünü okur.
Henrietta pazartesi gününü iple çeker. Böbrek hastalıkları uzmanı Doktor B’ye aşıktır. Hemşire/sekreterlerin birçoğu yanlarında çalıştıkları doktorlara aşıktır. Bir nevi Della Street sendromu. Doktor B’yi, bir zamanlar yanında çalıştığım böbrek hastalıkları uzmanından esinlenerek yarattım. Ben kesinlikle ona âşık değildim tabii. Bazen şaka yollu bir aşk/nefret ilişkisi olduğunu söylerdim aramızda. Öylesine nefret uyandırıcıydı ki bana aşk ilişkilerinin kimi zaman nasıl sarpa sardığını hatırlatıyordu herhalde.
Selefim Shirley ona aşıktı ama doktora verdiği bütün doğum günü hediyelerini gözüme gözüme sokardı: sarmaşık ekili saksı, o küçük pirinç bisiklet, üstünde buzlu camdan bir koala bulunan ayna, dolmakalem takımı… Doktorun aldığı bütün hediyelere tek kelimeyle bayıldığını söylemişti; koyun postundan o tüylü bisiklet selesi hariç. Shirley onu değiştirip yerine bisiklet eldiveni almak zorunda kalmıştı.
Benim öykümde Doktor B., bu sele yüzünden Henrietta’yla dalga geçer; şakacıdan çok alaycı ve zalimdir. Gerçek hayattaki Doktor B.’nin de böyle olabileceğine hiç kuşku yok. Doktorun kendisini hor gördüğüne, aşkının ne denli acınası olduğuna Henrietta’nın vardığı an, öykünün de düğüm noktası olacak aslında.
Orada çalışmaya başladığım gün kâğıt muayene önlükleri sipariş ettim. Shirley pamuklu önlükler kullanırdı: “Oğlanlar için mavi ekoseli, kızlar için pembe güllü.” (Bu arada hastalarımızın çoğu o kadar yaşlıydı ki yürüteç kullanıyordu.) Her hafta sonu kirli önlükleri yüklendiği gibi otobüsle evine götürüyor ve onları sadece yıkamakla kalmıyor, üstüne bir de kolalayıp ütülüyordu Shirley. Benim Henrietta’ma da yaptırıyorum bunu… O da pazar günleri evinde temizlik yaptıktan sonra ütüye girişiyor.
Tabii ki öykümün büyük bölümü Henrietta’nın alışkanlıklarını konu ediyor. Alışkanlıklar… Kendi içlerinde o kadar da kötü şeyler değiller aslında ama bu alışkanlıklar o kadar uzun sürüyor ki. Her cumartesi, yıllar yılı hep aynı.
Her pazar Henrietta gazetenin pembe eğlence sayfasını okur.
Önce yıldız falını, daima 16. sayfadadır, bu da gazetenin alışkanlığı. Yıldızlar genelde Henrietta’yla ilgili açık saçık kehanetlerde bulunur.
“Dolunay var, seksi Akrep, bu ne demek biliyorsun, değil mi?! Ortalığı cayır cayır yakmaya hazırlan!”
Pazarları temizlikten ve ütüden sonra Henrietta akşam yemeği için özel bir şeyler pişirir. Fırında Cornish köy tavuğu mesela. Stove-top marka hazır iç pilav ile kızılcık sosu. Yanına kremalı bezelye. Tatlı niyetine bir Forever Yours gofreti.
Bulaşıkları yıkadıktan sonra 60 Dakika’yı izler. Haberlere özellikle ilgi duyduğundan değil; programın ekibini beğenir. Diane Sawyer ne kadar da hanım hanımcık ve hoştur mesela, erkeklerin hepsi ağırbaşlı, güvenilir ve ilgilidir. Endişeli bir ifadeyle başlarını iki yana sallamaları veya komik bir haber sunduktan sonra gülümseyip kafalarını sallamaları Henrietta’nın hoşuna gider. En çok da büyük saatin görüntülerini sever: yelkovanı ve zamanın tik-tak edişini.
Ardından Cinayet Dosyası’nı seyreder, o diziyi sevdiğinden değil, televizyonda başka bir şey olmadığından.
Pazar günü üzerine yazmakta zorlanıyorum. Pazarların dipsiz kuyuyu andıran o bitmek bilmez boşluk duygusunu yakalamakta. O gün posta gelmeyişini, uzaklardan duyulan çim biçme makinelerini, o ümitsizliği.
Henrietta’nın pazartesi sabahlarını nasıl iple çektiğini kelimelere dökmekte de zorlanıyorum. Doktorun bisiklet pedallarının takır tukur sesini, üstünü değişip mavi takımını giymek için kapısını kilitlediğinde çıkan şak sesini.
“Hafta sonunuz güzel geçti mi?” diye sorar Henrietta. Adam asla cevap vermez. Hiçbir zaman merhaba veya hoşça kalın demez.
Akşamları doktor bisikletiyle dışarı çıkarken Henrietta ona kapıyı tutar.
“Güle güle! İyi geçer umarım!” diye gülümser adama.
“Ne iyi geçer? Tanrı aşkına kes şunu demeyi.”
Ama ona ne denli kaba davranırsa davransın, Henrietta yine de aralarında bir bağ olduğuna inanır. Doktorun bir ayağında çarpıklık var, o yüzden fena halde topallıyor; Henrietta’nın ise skolyozu var, omurgası eğri. Aslına bakılırsa düpedüz kambur. Henrietta kendi dış görünüşünü kafaya takan utangaç biri, ama adamın nasıl öyle onurlu olabildiğini anlıyor.
Bir keresinde hemşire olmak için gereken her iki niteliğe de sahip olduğunu söylemiş Henrietta’ya… “Aptallık ve köle itaatkârlığı.”
Cinayet Dosyası bitince Henrietta çiçek kokulu banyo köpüğüyle kendini şımartarak banyo yapar. Sonra yüzüne ve ellerine krem sürerek haberleri izler. Çay suyunu koymuştur. Hava durumunu izlemek hoşuna gider: Nebraska ile Kuzey Dakota’nın üstündeki küçük güneşleri, Florida ile Louisiana’nın üstündeki yağmur bulutlarını.
Uyku çayını yudumlayarak uzanır yatağında. Düşük–Orta–Yüksek ayar düğmeli eski elektrikli battaniyem olsaydı keşke, diye geçirir içinden. Yeni battaniyesi reklamlarda “Akıllı Elektrikli Battaniye” şeklinde tanıtılıyordur. Battaniye havanın soğuk olmadığını bilir, o yüzden de ısınmaz. Güzelce ısınmasını, kendisini rahatlatmasını isterdi oysa Henrietta. Akıllı geçinmekten kendi can sağlığını düşünmüyor bu battaniye! Yüksek sesle güler. Ufacık odadaki kahkaha sesi insanı irkiltir.
Televizyonu kapatır ve sokağın karşısındaki Arco benzinliğine girip çıkan arabaların sesine kulak kabartarak çayını yudumlar. Bazen bir araba telefon kulübesinin önünde acı bir frenle durur. Derken arabanın kapısı güm diye çarpılır ve çok geçmeden araba basıp gider.
Birinin arabayla telefon kulübesine doğru yavaşça yanaştığını duyar. Arabadan yüksek sesli caz müziği taşıyordur. Henrietta ışığı söndürür, yatağının kenarındaki jaluziyi birazcık yukarı kaldırır. Cam buğuludur. Arabanın radyosunda Lester Young çalıyordur. Telefonda konuşan adam ahizeyi çenesiyle boynu arasına sıkıştırmıştır. Bir mendille alnını siler. Serin pencere pervazına yaslanarak onu izlerim. Tatlı tatlı inleyen saksafonun Polka Dots and Moonbeams’i çalışını dinlerim. Camdaki buğuya bir sözcük yazarım. Ne dersiniz? Kendi adımı mı? Bir adamın adını mı? Henrietta mı? Aşk mı? Her neyse, kimseler görmeden çabucak silerim onu.