MAHMUT MAKAL (1 Ocak 1930-10 Ağustos 2018)
1930 yılında Aksaray ilinin Gülağaç ilçesi Demirci Köyü′nde doğdu. 1943 yılında İvriz Köy Enstitüsü′ne başladı. Edebiyata şiirle girdi. İlk olarak 1945′te “Türk′e Doğru” ve 1946′da “Köy Enstitüsü” dergilerinde şiirler yazdı. Varlık Dergisi′ndeki Köy Notları ile dikkat çekti. 1947′de İvriz Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra 6 yıl köy öğretmenliği yaptı. 1950 yılında öğretmenlik yıllarındaki gözlemlerini Bizim Köy adlı kitapta yayınlayarak büyük yankı uyandırdı. Köy Edebiyatı akımının başlangıcı olarak anılan bu kitap nedeniyle tutuklanıp bir süre cezaevinde kaldı. Öğretmenlikten sonra 1953 yılında Ankara Gazi Enstitüsü′ne girdi ve o yıllarda Fransa’da Avrupa Sosyoloji Merkezine araştırma yapmaya gitti. 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden İstanbul adayı oldu. Sırasıyla Antalya, Ankara ve Adana bölgesinde İlköğretim Müfettişliğinde bulundu. 1971′de İstanbul Sağır ve Dilsizler Okulu′nda Türkçe öğretmeniyken görevi bıraktı. 1971-1972 yılları arasında Bizim Köy Yayınları′nı yönetti. 1972 yılında Venedik Üniversitesi′nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.

Meslek hayatı 17 yıl sürdü. Kitapları ve düşünceleri yüzünden mahkemelerde yargılandı ve bir müddet cezaevinde yattı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından müfettişliği elinden alınarak tekrar öğretmenlik statüsüne indirildi ve Sağırlar Okulu′na atandı. Eserlerinden bazıları Almanca, Rusça, Fransızca, İngilizce, Macarca, İtalyanca, Bulgarca, Lehçe, Romence ve İbranice gibi çeşitli dillere çevrildi. Makal 1967′de Unesco tarafından dünya gençliğine örnek insan olarak seçildi.
Yazarın Literatür Yayınları tarafından yayımlanan Bizim Köy kitabının bölümlerinden ve kitabın yayımlandığı dönemde basında çıkan değerlendirmelerden kısa paylaşımlar yapıyoruz.
BİZİM KÖY
Doğu'nun adı çıkmış. Burası Anadolu'nun göbeği sayılır. Çektiklerimize bakıyorum da, acaba Doğu'dakilerin durumu daha kötü olabilir mi, diye tüylerim ürperiyor. Oturulur bir ev, soğuktan korur bir giyecek, karın doyurur yiyecek, az buçuk yakacak olmayınca, nasıl karşı konulur kışa?
Bizde, bu sayılanların hiçbirisinden eser yok. Elbise, beş on yılda bir ya dikilir, ya dikilmez. Dikileni de sıcaklarda bile işe yaramaz türdendir. Cekete pek alışılmamıştır. (…)
Tezeği yakan köylüye, “Gübreyi yakmak deliliktir, tarlaya dök!” derler. Bu konu üzerine bilimsel(!) yazılar çırpıştıranları da görürsünüz. A efendim, yakmaya tezek bulsak öpüp başımıza koyacağız! Hem köylü tezek yakmasın da ne yaksın, günahını mı? Odun, kömür yüzü görmüşlüğü var mıdır nice köylerin, bir sorsanıza!... (Syf 11)
Öyle çeşit çeşit yiyecekler, katıklar aramayın bizde. Fırından yeni çıkmış taze ekmek, bakkaldan şunu bunu, manavdan sebze ve yemişler alıp, sepet sepet eve taşımak yok. Güzden eline ne geçer de evin kıyısına köşesine atarsan, baharı getirirsin onunla.
Yaşamımız ne kadar durgun, düşünce ve yoksulluk içindeyse, besinlerimiz de o kadar basit ve sayılı. En ilkel bir yiyecek olan pirinç, bizim için lükstür. Kırk yılda bir canın çekse, ara babam ara işin yoksa... Bir kadına, çocuğuna şekerle ezip karıştırarak kuru çay yedirmesini salık vermiş üfürükçünün biri. Aramış taramış, bulamayınca bana geldi. Kuponla aldığım (vesikaya bindirildiği sıralardaydı) yarım kilo şekerin artığı ile çay kutusunun dibini sıyırıp verdim. Sanırım bu "iyiliğimi" kadıncağız öbür dünyada bile unutmayacak. Çocuğa iyi gelmiş bu çay. Beni gördü mü, ne yapacağını şaşırır, ne hayır dualar!... Neler de vaat eder, ama tutamazsa kabahat onun mu? Gönlü ganidir ya, siz ona bakın...

Hemen unutmadan söyleyim. Alfabede, “Baba bana bal al” cümlesini okurken, sordum: Elli altı öğrenci içinde, yalnız bir tanesi bal görmüş. Gerisi bilmiyor. O çocuk da, başka bir köye gezmeye gittiğinde görmüş.
“Öğretmenim, ata mı benzer bal, yoksa kuzuya filan mı?” diye bir soru yağmuruna tutulup tanımlayamamıştım.
Bizim köyde, sebze ekilmez değil. Mayısta ekilir, ağustosta yetişir ve ilkiydi, sonuydu derken, ekimde kesilir arkası. Bunlar kabak, pancar gibi şeylerdir. Bu aylarda kabak ve pancar yemeği, evlerde öğle-akşam yenilen şeydir. Çünkü, baş yiyeceğimiz olan bulgur pilavı da yazın bulunmaz. Kış sofrasının temel yemeği olan bulgur, harman kalktıktan sonra fazlaca kaynatılır. Ama bahara kadar zor dayanır. Ekmek bile bulunmaz o sıralarda çok evlerde. Üç ay ekinin yetişmesini bekle. Kadın-kız, işi yoksa ot toplasın, kaynat kaynat ye. (Syf 17)
“Köylü en çok neye sevinir” ya da “köylünün en büyük sevinci nedir?” diye sorsalar, hiç düşünmeden, “yağmur yağmasıdır” derim. Her türlü sıkıntıyı o giderir, acıları o dindirir.
Bu yıl şubat iyi geçmemiş, kırmadık hayvan koymamıştı. Ama nisanla mayıs sıkıntıları dağıttı; bol yağmur yağdı. Köylülerin gönülleri deniz, yüzleri sevinç çeşmesi oldu sanki. Zaten gök ağladı mı, biz güleriz. O ağlamazsa, biz dökeriz gözyaşını. En önemli beklentimiz gökyüzünden çünkü.
“Tanrı, bir de devlet-hükümet düzenliliği verirse!...” dilekleriyle dolu bütün ağızlar...
Şimdi sonunu düşünüyoruz: Harmanı kaldırıp da ürünü eve getirinceye kadar da güven olmaz havalara. Ekin yetiştikten sonra ve harman zamanı yağarsa yıkım olur... (Syf 25)
Çobanlar her yönden en çok yoksunluk çeken insanlarıdır köylerin. Ama bir kere alıştılar mı, artık köy sıkar onları. Ancak sürünün peşinde rahat ederler. Buna sonradan alışmak güç. Küçükken alışana ise, çiftçilik, işçilik zor gelir. (Syf 29)
Yüreğimin bir köşesini de, bu bozuk düzen yakıyor. “ Bu işleri sen düzelteceksin. Köyü kalkındırmaya kendi evinden başla. Bunu da yapamazsan, ne anladım ben senin okumuşluğundan” diyorum kendi kendime. Gerçi, her şeyi elimden geldiğince düzeltmeye çalışıyorum, ama yine de şöyle yanıtlıyorum içimden: “ Ne yapayım, önce bir yapı ister, onun için de para!” (Syf 39)
Hasat zamanı. Bu ayda eller yıkanmıyor.
“Baba, neden yıkanmaz?”
“Akşam yıkasam sabaha kadar diğer kalır, ekini işleyemem. Hiç ekini işlerken de el yıkanır mıymış? Nereden aldın o aklı sen?”
Hoş, zaten ellerde yıkanacak hal mi var? Parmakların bütün boğumları yarık. Hele elle birleştikleri yer!... Bütün çaput sarılı. Yemek de öyle yenir. Kir desen, elin kendi kalınlığı kadar var. El, suya değmeyince, yüzlerin hali ne olacak? Dudaklar tekmil yalama. Tıraş yok. Genci sakallı, kocası sakallı. Kir, saçı da yapıştırıyor, sakalı da.
Üst başa gelince... Onu anlatmak, değme babayiğidin harcı değil. Neresini anlatayım bilmem ki. İçlikte koltukların altındaki o kömür karasını mı? Omuz başlarından dışarı vuran kirini mi? Yoksa aklına estikçe, cartadan bir kenarından yırtarak parmağına sardığı donunu mu?
Bir de uygarlığın isterlerine uygun kılık yasası çıkarmamış mıyız! (Syf 62)
Köylü alim değildir, ama ariftir. Gelişigüzel aydın dediğimiz çoklarına taş çıkartırcasına yorumladıklarını bilirim dinlediklerini. Sorun, yararlı yayınların köylünün eline varabilmesinde. Köy eğitimi kadar önemli olan bu davayı, acaba ne zaman ele alacağız? (Syf 119)
El elden üstündür derler ya, dert de dertten üstün çıkıyor. İnsanlar çok kez kendi hallerini unutup, eşin dostun haline acımak zorunda kalıyor. Zaten başkalarının derdine bakmaktan, kendi derdimi düşünmeye vakit bulduğum olmuyor ya...
Köylere gittiğimiz zaman, ne yaman güçlüklerle karşılaşacağımızı bilmez değildik, ama şu anlatacağım şeylerin de öğretmen arkadaşların başlarına gelebileceğini hiç aklımıza getirmemiştik:
Muttalip ile çocukluğumuz bir köyde geçmiş, ilkokulu birlikte bitirmiş ve Enstitü'ye de birlikte gitmiştik. Yine komşu iki köyden birine o öğretmen oldu, birine ben. Şimdi size Muttalip'in komşu köyde başından geçenleri anlatayım:
Çimli köyüne öğretmen olarak gittiği zaman, köyün büyükleri ve şıkları, oğlanın kapalı yerlerde başı açık oturmasına içerlemişler. Sonra da, okulun balkonuna ara sıra çıkıp oturduğu için ve çeşme de o yanda olduğundan "Irahat vermeyecek kariya, kıza" diye tutturmuşlar.
Kış geldi. O da yalnız başına, okulun bir odasında eğleşiyor. İki kere baskına uğradı. Bilinmiyor nedeni. Bunları sağ selamet atlattı. Kendisi yokken camlarını kırıp, kilim vs gibi eşyalarını topladılar. (Şüphelendiği adamlarla hâlâ mahkemedeler.)
Ben ilçeye giderken -yol üstü olduğu için- uğradım. Camları tuzla buz olmuş; perdeler, kilimler, yatak takımları hep gitmiş. Çalınan eşyaları için tutanak ve dilekçeleri varmış. Al ilçeye götür diye bana verdi. Götürdüm, ilgili görevliye verdim. Açıp okudu. "Amma da yapmışlar ha" diye güldü. “Elin karısına, kızına göz dikmenin sonu budur!...” diye söylendi.
Dönüşte durumu anlattım. "Güvendiğin dağlara çoktan kar yağmış kardeşcağızım" dedim. Ağladı. Dövünmeye başladı. Teselli edebilmek olanaksızdı... (Syf 133)
BASINDAN
Varlık dergisinde ara sıra bir köy öğretmeninin köyüne ilişkin çok güzel yazılar çıkıyordu. Bizim Köy’ü aldım, çok beğendim (Nâzım Hikmet / Ulus Gazetesi)
Ve kendimi Mahmut Makal dışında, romancı olan ilk Türk köylüsü olarak görüyorum. (Yaşar Kemal/ Sanat Dergisi)
Kültür alanında uluslararası en büyük değer payesine layık görülen ülkücü öğretmen Mahmut Makal, bugün kendi toplumunda karşılaştığı her türlü baskıya karşın görevini kendi toplumunda sürdürmektedir. (Abdi İpekçi / Milliyet gazetesi)
Biliyor musunuz Makal'ın kitabı neden bunca güzel? Güzel bir kitap yazmaya özenmemiş de ondan… (Oktay Rıfat / Yaprak dergisi)
Onu hiç tanımıyorum. Hiçbir yerde görmüşlüğüm falan da yok doğallıkla. Gecenin üçünde beni heyecanlandıran bu delikanlıyı alnından öpmek için önüne geçilmez bir istek duymuş, buna olanak bulamayınca da kaleme kâğıda sarılmış Bizim Köy hakkında bir övgü döktürmüştüm. Ne zaman uykuya geçtim bilmem. Sabahleyin çok erken uyandığım zaman akşamki heyecanı yeniden yaşadım ve karıma, “Bu kitabı bugün oku” dedim. “Hemen oku... senden yemek falan istemiyorum, öğleye kadar oku, üzerinde konuşalım!” (Orhan Kemal / Yaprak dergisi)
Herifçioğlu Sen Mişel'de koyuvermiş sakalı
Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal'ı
Esmeri, sarışını, kumralı, kuzgunî karası
Cebinde dört dilberin telefon numarası (Bedri Rahmi Eyüboğlu/ Yeditepe Dergisi)