Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... İyi okumalar diliyoruz.
MAHMUT YESARİ (5 Mayıs 1895-16 Ağustos 1945)
1895 yılında İstanbul’da doğan Mahmut Yesari, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim gördükten sonra Çanakkale Savaşı’na katıldı. Savaş sonrasında yaşamını gazete ve dergilerde yazılar yazarak, karikatür çizerek sürdürdü. Edebiyat ve sanata ilgisi küçük yaşlarda başlayan Yesari’nin ilk karikatürü okul sıralarında, daha 13 yaşındayken M. Esat imzasıyla Gıdık gazetesinde yayımlandı.
Reşat Nuri Güntekin, İbnürrefik Ahmet Nuri ve Münif Fehim ile birlikte Kelebek adlı mizah dergisini yayınladı. Yazdığı metinlerinde gerçek hayattan beslenen yazar eserlerinde hayattan alınmış, gözlem ürünü olaylar, mekânlar ve şahıslar yer verdi. İkdam, Cumhuriyet, Akbaba, Amcabey, Yeni Mecmua, Yarım Ay, Yedigün, Perde ve Sahne, Modern Türkiye Mecmuası gibi yaşadığı devrin popüler pek çok gazete ve dergisinde hikâye, roman, tiyatro metinleri, fıkra ve hatıra türünde eserleri yayımlandı. İlk romanı Çoban Yıldızı 1925 yılında yayımlandı. Türkçe’de yayınlanan ilk işçi romanı olarak kabul edilen romanı Çulluk ise 1927’de yayımlandı. Roman tütün fabrikası ile Cağaloğlu’ndaki bir matbaada çalışan işçilerin çalışma koşullarını anlatır
Pervin Abla (1927) Ak Saçlı Genç Kız (roman, 1928), Geceleyin Sokaklar (roman, 1929), Kırlangıçlar (roman, 1930), Ölünün Gözleri (roman, 1933), Dağ Rüzgârları (roman, 1939), Altında (roman, 1943), Bir Aşk Uçurumu (roman, 1943), ve Gece Yürüyüşü (roman, 1944) gibi eserlerinin yanı sıra Şehir Tiyatroları’nda oynanıp basılan oyunları da vardır.
Uzun yıllar veremle mücadele eden Mahmut Yesari 16 Ağustos 1945’te Yakacık Senatoryumu’nda hayata veda etti.
Yazarın Oğlak Yayınları tarafından yayımlanan “Çulluk” romanından bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.
ÇULLUK
“Doktor Bey, hasta nasıl?”
Murat’ın, ellerini ovuşturarak sorduğu suale fabrikanın doktoru kayıtsızca cevap verdi: “Hangi hasta?”
“Makine dairesinde çalışan Münevver Hanım vardı…”
Doktor süratle başını salladı. “Haa, evet”
“Nasıl efendim, tehlikeli mi?”
“Hayır… Bir tehlike yok… Hafif bir grip geçiriyor”
“Oh, çok şükür…”
Doktor, Murat’ın heyecanına dikkat etmişti.
“Münevver Hanım, akrabanız mı?”
Murat hiç tereddüt etmeden, “Evet” dedi.
Doktor saatine bakıyordu. “Hasta, birkaç güne kadar iyileşir… Fakat asıl bundan sonra bakılmak ister. Çok zayıf gördüm! Herhâlde kan tahlil edilmelidir. Öyle tahmin ediyorum ki kanı çok kuvvetsiz. Kabilse biraz açık havalı bir yere taşınmalı… O rutubetli taş odada oturuldukça yapılacak tedavi ve ihtimamların, verilecek ilaçların bir faydası dokunmayacaktır… En büyük ilaç açık, temiz havadır… Bol güneş… Bol gıda… Süt, içebildiği kadar içsin… Sabahları taze yumurta… Et suyu…”
Murat doktoru selamlayıp çekilmişti. Doktorun tavsiyesine, nasihatine gülmek istiyor, fakat göz pınarları acı acı, zehir gibi yanıyordu…
Bol güneş!... Bol gıda!...
Medresenin taş odalarına değil, ağaçsız, çıplak avlusuna bile ancak soluk bir ikindi güneşi vuruyordu… Taşların çatlaklarından sızan suların yer yer oydukları yeşil yosunlu duvarlar, su kemerlerini hatırlatıyordu…
Harap, düşük saçaklarda kumrular yuva yapmışlar, keskin küf kokusu bu munis, sokulgan kuşları bile kaçırmıştı.
Bol güneş!... Bol gıda!...
Sabahları şafakla çıkıp akşamları gün karardıktan sonra eve dönüyorlar, güneşi doğarken yolda, batarken yine yolda görüyorlardı…
Fabrikanın pencerelerinden giren güneş, nikotinin zehirini öldürebilir miydi? Bu güneş, hayırlı, müşfik bir ışık, bir hararet değildi… Bilakis, cehennemi bir hava içinde hummalı bir gayretle çalışan işçilerin ruhuna, kırların ve hür hayatın zevkini, saadetini insafsız bir neşter gibi saplıyordu…
Bol güneş!... Bol gıda!...
Gözleri tütün tozlarıyla, ciğerleri türün tozlarıyla, derileri tütün tozlarıyla yanıp, zehirlenip çürürken güneşten ne mucize beklenebilirdi? Bu, feri sönen gözlere, rengi rarlaklığı kaybolan derilere, bu hasta ciğerlere hayatı iade etmek için daha sihirli bir hava, daha mucizeli bir güneş lazımdı…
Bol güneş!... Bol gıda!...
Kuru, bayat ekmek için, gençliğini, taravetini, sıhhatini, hülasa bütün hayati varlığını veren fakir insanlara, bol gıda tavsiye etmek, mahrumiyet acılarına yeni bir elem katacak bir işkence değil miydi?
***
Kapıcı Münevvere’e güleryüzle selam verdi.
“Geçmiş olsun Münevver Hanım.”
“Teşekkür ederim.”
“Renginiz biraz solmuş…” Hayli de zayıflamışsınız… Hemen işe başlamak mı istiyorsunuz?”
“Ah halim olsa…”
“Yok, yok… Her şeyden evvel vücut sağlığı lazım…”
Kapıcı, iltifatının tesirini anlamak ister gibi duruyor, kaba kaba gülüyordu.
“Ama insan arkadaşlarını özlüyor değil mi?”
Münevver bu fazla nezaketten sıkılmıştı.
“Dahiliye müdürü fabrikada mı?”
“Dahiliye müdürünü mü göreceksin?... Biraz evvel paket dairesine gittiydi, şimdi gelir, otur bekle.”
Çok geçmeden dahiliye müdürü gelmişti. Münevver’in hatırını sordu: “Hastaydınız öyle mi, geçmiş olsun”
“Teşekkür ederim beyefendi, sizden bir ricaya geldim”
“Buyrun, söyleyin”
Münevver gözlerini indirmiş, parmaklarıyla mantosunun düğmelerini tutuyor, yutkuna yutkuna söylüyordu: “Hastalığımda tabii çalışamadım, ilaca çok para gitti, pek sıkıntıdayız. Sandıktan para almak kabil mi?
“Hastalığınızda fabrikanın doktoru muayene etmiş miydi?”
“Evet beyefendi…”
“Sizin kısmın maaş kâtibini görün… Ben de söylerim.”
***
Münevver, Cumartesi sabahı işe başlamıştı. Mubassır, onun halsizliğine acıdı, daha hafif, zahmetsiz bir vazife vermek istedi. Fakat Münevver razı olmuyordu.
“Buraya alıştım efendim, başka dairede acemilik çekeceğim… Hem pek kuvvetsiz değilim. Şikâyet ettirmeyecek kadar çalışırım!”
Fakat makine başında ikide bir durarak nefes almasına Bekir Efendi dikkat etmişti. “Münevver Hanım, siz birkaç gün daha dinlenmeliydiniz!”
Münevver süratle, “Hayır, hayır” dedi. “On gündür çalışmadım da elim durmuş, ondan… Hâlsizlikten değil… Yarın alışırım…”
Bekir Efendi, onun ekmeğini hak etmek için zorla çalıştığını görüyordu.
“Hatırına bir şey gelmesin kızım, fazla yorulursan yeniden yatağa düşersin, diye söylüyorum.”
“Teşekkür ederim ağabeyciğim… Sen bana bakma…”
Münevver’in gayreti, Bekir’e çok dokunmuştu. Onun hastalığına, yorgunluğuna rağmen neden çalışmak istediğini anlıyordu. Bu, açlık denilen öyle bir ihtiyaç, öyle bir mecburiyetti ki, insana ancak, ölüm, “Dur!” diyebilirdi… Son gayretini, son nefesine kadar sarfedecekti… İşleyen elleri, kalbiyle birlikte durabilirdi… Huzur, istirahat tavsiyelerini, nasihatlerini, mideden uzanan hain, insafsız bir pençe, lahzada boğar, öldürürdü…
Bekir Efendi yaldız hanesini temizlemiş, makineyi yeniden işletmeye başlamıştı. Elindeki yağlı bezi omzuna attı, Münevver’e daha dikkatle baktı.
Münevver nefesi kesilerek, ayakta sallanıyor, topladığı cigaraları perişan bir hâlde yan kutuya atıyordu.
Bekir Efendi, o gün akşama kadar, çarkları yağlamak, yaldız tozlarını temizlemek, tütün haznesini muayene etmek gibi iki üç dakikada bir bahane bularak makineyi durdurmuş, Münevver’in dinlenmesine vakit bırakmıştı.
Akşam tatilinde Münevver, Bekir’in yavaşça elini tuttu. “Teşekkür ederim Bekir Ağabey…”
Bekir taaccüple (şaşkınlıkla) gülümsedi.
“Neden teşekkür ediyorsun kız?”
Fakat Münevver'in gözleri dolu doluydu. Bekir, ceketini giydi, omuzları bir yük altında eziliyormuş gibi beli bükük, yorgun, merdivenden indi.
***
Akşam tatilinde Münevver, çantasını musluğun alt duvarına dayamış, yüzünü bileklerini ovalaya ovalaya yıkıyordu. Aynı dairede çalışan işçilerden Meziyet ona sordu: “Sandıktan para alacaktın, istidayı (dilekçe) verdin mi?”
“Verdim ama daha çıkmadı.”
“Kuzum kadre, para alınca muamele nasıl oluyor, bana da anlat olmaz mı? Vakit vakit sancılanıyorum, hastaneye gideceğim de…”
Münevver başını eğerek, “Peki” dedi.
Meziyet’le pek samimi görüşmezlerdi. Görünüşte terbiyesiz bir kıza benzemiyordu. Yalnız Münevver, onu daha ziyade Gözlüklü Hikmet’le Sarı Emine’nin arkadaşı, hatta dostu zannediyordu. Bugün güler yüzle âdeta yaltaklanır gibi sokuluşundaki sır, ne olabilirdi? Acaba, Hikmet’le Emine onun da kalbini kırmış, incitmişler miydi?... Münevver, etrafında kaynayan haset, kin, nefret, ihtiras dalgaları arasında şaşırmış, mevkiini, vaziyetini görüp düşünmeyecek hale gelmişti. Her şeyden korkuyor, her tehlikeye ihtimal veriyor fakat hiçbir şeyden korkmuyormuş gibi lakayıt, pervasız yaşıyordu.
Ellerini kuruladıktan sonra çantasını yerden aldı, Meziyet’e gülerek selam verip umumi kapıya doğru yürüdü.
Fabrikadan çıkacak işçilerin akşam muayenesi daha bitmemiş, iç avlu kalabalıktı. Ceplerini, çantalarını, paketlerini, çıkınlarını açıp mubassıra gösteren amele kapıdan çıkıyordu. Sırası gelince Münevver de yaklaşmıştı.
Mubassır, Münevver’e munis bir tebessümle iltifat etti: “Nasılsınız Münevver Hanım?”
“Teşekkür ederim, efendim.”
Münevver de aynı nezaketle gülümsüyor, mantosunun ceplerini çeviriyor, kadın mubassır da onun eteğini, gömleğini yokluyordu.
Mubassır, “Buyurunuz, gidebilirsiniz” demişti.
Yakınlarında, kimden çıktığı belli olmayan ince bir ses duyulmuştu: “İltimaslılar nasıl muayene ediliyor, görün, bakın.”
Bu ince ses aksiseda gibi aynı ahenkte bir ses cevap vermişti: “Biz olsak, çantamıza bakmamak değil, çorabımızın, fotinlerimizin, içlerine kadar didik didik dider, elek elek elerlerdi.”
Mubassır kaşlarını çatıp seslerin geldiği tarafa dönüp baktı. “Nedir bu mırıltılar?... Ne demek istiyorsunuz?...”
Kapıdan çıkmak üzere olan Münevver’i çağırdı: “Münevver Hanım, biraz gelir misiniz? Çantanızı da muayene edelim. Unutmuştuk.”
Münevver süratle geldi, çantasını uzattı.
“Buyrunuz efendim.”
“Kilitli değil mi?
“Hayır efendim, sürgülerini çekiniz, kâfi.”
Mubassır çantayı almış, sürgüsünü çekerek açmıştı, hayretle Münevver’e baktı.
“Nasıl Münevver Hanım,!Sizden ümit etmezdim!...”
Münevver, yanakları dalga dalga ateşlenmiş, dudakları titriyordu. “Ne var efendim?”
Mubassır çantanın içinden çıkardığı iki paket hanım cigarasını gösteriyordu.
“Çantanızda bu cigaralar ne arıyor?”
Münevver’in dili tutulmuş gibiydi. Söylemek istediği şeyler acayip bir kekeme halinde birbirine karışıyor, yutkunuyor, ağzını açıp kapatıyordu.
“Hayır… Bilmiyorum… Tuhaf şey…”
Biraz evvel ıslık gibi çıkan mırıltılar, sinsi birer kahkaha oluvermişti. Mubassır, Münevver’in sallandığını, düşüp bayılacağını anlıyordu. Mubassıraya (Kadın mubassır) “Münevver Hanım’ın koluna girin” dedi
Sonra sinsi sinsi gülenlere şiddetle bağırdı: Ayıp… Terbiyesizliğin lüzumu yok…
Mubassır, işin iç yüzünü bilmemekle beraber, amel arasında yaşaya yaşaya onların ahlaklarını, kinlerini, kavgalarını göre göre ruhlarını, hislerini anlamış, şu geçen sahneden, Münevver’e bir oyun oynanıldığını derhâl hissetmişti.
Münevver’e döndü. Fakat Münevver, mubassıranın kolları arasında bayılmıştı.