Maksim Gorki: Ana

Maksim Gorki'nin unutulmaz romanı Ana'dan kısa bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz

15 Mayıs 2020 - 09:03

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

MAKSİM GORKİ (28 Mart 1868- 18 Haziran 1936)

1868’de Rusya’da doğdu. Babasını beş yaşında kaybetti, annesinin yeniden evlenmesi üzerine büyükbabasının yanına gönderildi. Ancak birkaç ay okula gidebildi; sekiz yaşından itibaren çeşitli işlerde çok ağır koşullarda çalışmaya başladı. Böylece Rus işçi sınıfının yaşamını çok yakından tanıdı. Gerçek adı Aleksey Maksimoviç Peşkov yerine Rusça'da “acı” anlamına gelen Gorki soyadını aldı. İlk öyküsü "Makar Çudra" (1892) Tiflis’te çalıştığı dönemde yayımlandı. İlk romanı Foma’yı (1899), Üçler (1900) izledi. Ana (1906) adlı romanını Rus devrimci hareketine adadı. 1902’de Ayaktakımı Arasında adlı ünlü oyununu yazdı. “Fırtına Kuşunun Türküsü” adlı şiiri, hem yayımlandığı derginin (Jizn) kapatılmasına hem de yazarın tutuklanmasına neden oldu; ancak dış ülkelerden gelen protestoların da etkisiyle Gorki salıverildi. 1905 Devrimi’nde önemli bir rol oynayan Gorki, 1906’da önce ABD’ye gitti, ardından İtalya’da yedi yıl siyasi sürgün olarak yaşadı. 1913’te ülkesine döndü. 1913-1923 yılları arasında başyapıtı sayılan Çocukluğum, İnsanlar Arasında ve Benim Üniversitelerim’den oluşan otobiyografik üçlemesini yayımladı. 1934’te kurulan Sovyet Yazarlar Birliği’nin ilk başkanı oldu. Toplumcu gerçekçilik olarak adlandırılan edebiyat yaklaşımının ortaya atılmasına katkıda bulundu.

Gorki’nin Oda Yayınları tarafından yayımlanan Ana romanından bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.

ANA

İşçilerin yaşadığı dış mahallenin dumanı ve yağ kokusu içinde, fabrikanın düdüğü her gün böğürüp titreşirdi. Asık suratlı, kasları hâlâ yorgun insanlar, ürkütülmüş hamamböcekleri gibi telâşla dışarı fırlardı kül rengi evlerden. Alacakaranlığın soğuğu içinde, kaldırımsız sokaklardan, vıcık vıcık kara pencereleriyle sakin ve kayıtsız bekleyen yüksek taş binaya doğru giderlerdi. Adımları şaklardı çirkefte. Uykulu, boğuk haykırışlar karşılardı onları, kötü küfürler savrulurdu. Sonra makinelerin boğuk gürültüsü, istimin homurtusu işitilirdi. Asık suratlı kâra bacalar, mahallenin üstüne kaldırılmış kalın sopalar gibi gökyüzüne doğru yükselirdi.

Akşam olup da batan güneşin kızıl ışınları pencere camlarını tutuşturunca, fabrikanın taş karnı kusmuk gibi dışarı atardı öğüttüğü insanları, ve yüzleri isten kararmış işçiler aç insanlara özgü parlak dişlerini göstererek yeniden sokaklara dolar, ortalığa makine yağı kokuları yayarlardı ekşi ekşi. Artık sesler canlı ve hatta neşeli çıkardı, çünkü forsalık o gün için son bulmuştu, evde akşam yemeği yiyip dinleneceklerdi.

Fabrika bir gün daha yutmuştu. Makineler, insan kaslarındaki bütün gücü kendi ihtiyaçları için emmişti. O gün de geçip gitmişti hiç iz bırakmadan. İnsan bir adım daha atmıştı mezarına doğru. Fakat dinlenmek tatlı şeydi, dumanlı meyhane zevkliydi, ve insan seviniyordu iş gününün son bulmasına.

Bayram günleri, saat ona dek uyunurdu. Sonra, ağırbaşlı ve evli kimseler en iyi elbiselerini giyip kilisedeki ayine giderler, dinsel görevlere karşı gösterdikleri ilgisizlik yüzünden gençleri kınarlardı. Kilise dönüşü, yemek yenir ve akşama kadar yatılırdı.

Yıllar boyunca biriken yorgunluk iştah bırakmazdı. Yemek yiyebilmek için, çokları içki içerler, midelerini kavurucu alkolle uyarırlardı.

Akşam olunca, sokaklarda tembel tembel dolaşılırdı. Lastik çizmesi olan, kuru havada bile çizmesini giyerdi; şemsiyesi olan, hava güneşli bile olsa, şemsiyesini alırdı.

Birbirleriyle karşılaşınca fabrikadan makinelerden sözederler, ustabaşılara verip veriştirirlerdi. Sözler, düşünceler, hep çalışmayla ilgili konuları kapsardı. Geçip giden günlerin renksiz tekdüzeliği içerisinde tek tük basit bir fikir kıvılcımı parlarsa, o bile çoktu. Erkekler eve dönünce kanlarıyla kavga ederler, çoğu zaman da sille tokat döverlerdi onları. Gençler kahvehanede kalırlar, ya da birbirlerinin evinde toplanır, akordeon çalar, rezil şarkılar söyler, danseder, edepsizlikler anlatırlar ve içki içerlerdi. Çalışmaktan bitkin düşen erkekler kolayca sarhoş olurlardı. İçki onları yok yere sinirlendirir ve bu hastalığa varan sinirlilik, bir yerden patlak vermek isterdi. O zaman, boşalmak için, yoktan bir bahane icat ederek hayvani bir öfkeyle birbirlerine girerler, kanlı döğüşler çıkardı. Kimileri sakatlanır, arada sırada ölenler olurdu.

İlişkilerinde, egemen olan duygu onları hep tetikte bulunmaya iten bir öfkeydi. Bu duygu, kaslarının yorgunluğu kadar kökleşmişti onlarda. Bu ruhsal illet, doğarken babalarından geçmişti, kara bir gölge gibi mezara dek izlerdi onları, gereksiz gaddarlıklar işletirdi.

Bayram günleri, gençler eve geç dönerlerdi geceleyin; yırtık pırtık giysileri toz toprak çamur içinde, yüzleri çürüklerle kaplı olurdu. Kötülük dolu bir sesle arkadaşlarına indirdikleri darbelerle övünürlerdi. Ya da öfkeden kudurmuş durumda, uğradıkları hakaretler için hırslarından ağlayarak gelirlerdi; fitil gibi sarhoş, mutsuz ve tiksindirici, acınacak durumda olurlardı. Kimi zaman ana babalar oğlanlarını bir duvar dibinde ya da meyhanede sızmış olarak bulurlar, kaldırıp eve getirirlerdi. Sızan oğlan epey dayak ve küfür yerdi. Onu az çok dikkatlice yatırırlardı. Ertesi sabah düdük sinirli sinirli böğürmeye başlayınca onu erkenden kaldırıp işe göndermek gerekecekti çünkü.

Oğlanlar çok dayak yer, hakarete uğrarlardı, ama kafayı çekip çekip kavgaya tutuşmalarını yaşlılar gençlerin hakkı sayarlardı. Onlar da, gençliklerinde, sarhoş olup dövüşmüşlerdi. Onlar da ana babalarından dayak yemişlerdi. ‘Yaşam böyle geçerdi. Bulanık bir su gibi, ağır ağır ve hiç durmadan akar, yıllar birbiri ardından geçer giderdi. Her geçen gün, aynı düşünce ve davranış alışkanlıklarından eski ve inatçı alışkanlıklardan yapılıydı. Kimse bu durumu değiştirme isteği duymazdı.

Kimi zaman nereden geldikleri bilinmeyen yabancılar türerdi mahallede. Önce, tanınmadıkları için dikkati çekerlerdi. Sonra, çalıştıkları yerlerden sözederek biraz merak uyandırırlardı. Daha sonra yeni bir şey görmenin çekiciliği aşınır, silinir giderdi. Yeni gelenlere de alışırlardı ve artık dikkat çekmezlerdi. Anlattıkları şeyler şunu kanıtlardı ki, işçinin yaşantısı nereye gitsen hep aynıdır. Öyleyse bu yaşantıdan sözetmenin ne gereği var?

Ama bazen de, mahallede hiç işitilmemiş yeni şeyler söyleyen kimseler çıkagelirdi. Onlarla tartışmazlar, yalnızca dinlerlerdi. Ama söylediklerine inanmazlardı. Garip lafları kimilerini için için kızdırır, kimilerini de kaygılandırırdı. Kimileri de belirsiz bir umuda kapılıp heyecanlanır ve bu yararsız, bu sıkıcı duyguyu gidermek için daha çok verirlerdi kendilerini içkiye.

Mahalleliler bir yabancıda olağandışı bir şey sezdiler mi, ona karşı uzun süre hınç duyarlar ve içgüdüsel bir tiksintiyle davranırlardı. Sanki onun yüzünden sönük, zor, ama düzenli ve sakin yaşantılarının bozulacağından korkarlardı. Sürekli bir güç tarafından ezilmeye alışık oldukları için hiç bir iyileşme beklemezler, her değişikliğin ancak boyunduruklarını daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağına inanırlardı.

Yenilikten sözedenler mahalle sakinlerinin sessizce uzaklaştıklarını görürlerdi. O zaman, ortadan yok olurlar, başka yere gitmek için yola çıkarlardı. Fabrikada kalsalar bile bir köşeye çekilirler, tekdüze işçi kitlesi içinde erimeyi başaramazlardı...

İnsanlar bu biçimde elli yıl kadar yaşarlar, sonra ölürlerdi...

Çilingir Mihail Vlasov’un yaşantısı da böyleydi. Aksi, kıllı kötü gülüşlü bir adamdı. Gür kaşlar altında kuşkuyla bakan küçük gözleri vardı. Fabrikanın en iyi çilingiri, mahallenin Herkül’ü idi, ama az parası kazanırdı, çünkü üstlerine karşı kaba davranırdı. Her pazar birisini tepelerdi. Herkes ondan nefret eder, ondan korkardı. Onu da pataklamayı denemişler, ama başaramamışlardı. Viasov kendisine saldırılacağım görünce bir taş, bir tahta, bir demir parçası yakalar, bacaklarını açıp sağlam durur, sessiz sedasız düşmanını beklerdi. Gözlerinden boynuna kadar uzanan bir sakalla örtülü yüzü ve kıllı elleri herkese dehşet verirdi. Özellikle gözlerinden korkarlardı, karşısındakini çelik matkap gibi delen küçük gözlerinden. Onunla göz göze geldiler mi, korku nedir bilmeyen, acımasızca vurmaya hazır vahşî bir güç karşısında bulunduklarını hissederlerdi. Boğuk bir sesle:

«Siktirolun, leşler!» derdi.

 İri sarı dişleri yüzündeki gür kılların ortasında parıldardı. Hasımları ona hakaretler, küfürler yağdırırlar, ama korkup geri çekilirlerdi.

O yine: «Leşler!» diye bağırırdı.

Delici, kötü bakışlı gözleri ateş saçardı. Sonra başını dikip meydan okur, onları kovalar, kışkırtırdı:

«Hadi bakalım, kim istiyor ölmek?»

Kimse istemezdi ölmek...

Az konuşurdu. En çok, «leş» sözcüğünü kullanırdı. Fabrikanın ustabaşısına da «leş» derdi, polise de. Karısına hitap ederken de bu sıfatı kullanırdı:

 «Pantolonlarımın yırtık olduğunu görmüyor musun, leş?»

 Oğlu Pavel on dört yaşına varınca bir gün, Viasov onu saçlarından yakalamaya heveslendi. Gelgelelim Pavel ağır bir çekiç kaptı ve kısaca:

«Bana dokunma...» dedi.

 «Nasıl?» dedi baba.

Ve körpe bir kayınağacı üzerine düşen bir gölge gibi, narin, fidanboylu oğlanın üzerine yürüdü.

 «Yeter.» dedi Pavel.  «Beni dövmene izin vermem artık...»

Ve çekici kaldırdı.

Baba oğlana baktı, ellerini arkasına kavuşturdu, pis pis gülerek:

 «İyi ya...» dedi.

Sonra derin derin içini çekerek ekledi: «Leş oğlu leş!»

 Az sonra karısına şöyle dedi:

«Artık benden para isteme. Geçimini Pavel sağlayacak...»

Kadın cesaret aldı: «Yani bütün paranı içkiye mi vereceksin sen?»

«Bu senin üzerine vazife değil, leş. Bir metres tutacağım...»

Metres falan tutmadı, ama, o günden sonra öldüğü güne kadar, yani aşağı yukarı iki yıl, ne oğlunun yüzüne baktı, ne de ona bir söz söyledi.

Kendisi kadar iri ve kıllı bir köpeği vardı. Hayvan her gün fabrikaya kadar sahibine eşlik eder ve akşama da onu kapıda beklerdi. Pazar günleri, Viasov kahvehaneleri dolaşırdı. Hiç ağzını açmadan yürür, yanından geçenleri süzerdi. Birisini arıyormuş gibi davranırdı. Köpek bütün gün sahibinin ardından giderdi. Viasov sarhoş sarhoş eve dönünce, sofraya oturur, köpeğe kendi tabağından yedirirdi. Onu asla ne döver, nede hırpalardı, ama okşamazdı da. Yemekten sonra, eğer karısı sofrayı zamanında kaldırmadıysa, masanın üzerinde ne var ne yok hepsini yere fırlatır, önüne bir şişe votka kor, sırtını duvara dayar, ağzını açar, gözlerini yumar, avazı çıktığınca şarkı söylerdi. Boğuk sesi, işitenlerin içini karartırdı. Şarkının hüzünlü ve kaba sözleri, bıyıkları arasından anlaşılmaz biçimde ve tekdüze çıkar, kıllara takılan ekmek kırıntıları yere dökülürdü. Çilingir, kocaman parmaklarıyla sakalını tarayarak şarkı söylerdi. Şarkının ezgisi kışın kurtların ulumasını andırırdı. Şişede votka kaldığı sürece şarkıyı kesmezdi. Sonra sedirin üzerinde bir yana yıkılır, ya da başını masaya koyup fabrika düdüğü çalıncaya dek sızar kalırdı. Köpek yanıbaşında yatardı.

Fıtıktan öldü. Tam beş gün yatağında debelenip durdu.


ARŞİV