Marguerite Duras : Bir Kış Günü Öğleden Sonra

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Marguerite Duras ile devam ediyor.

07 Haziran 2024 - 12:46

1914’te Hindiçin’de doğdu. Babası matematik, annesi ise ilkokul öğretmenliği yapıyordu. Çocukluğu boyunca Fransa'da geçirdiği kısa bir süre dışında, on sekiz yaşına dek Saygon'dan hiç ayrılmadı. Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk ve siyaset bilimi öğrenimi gördü. Yazar olarak ilk başarısını, üçüncü romanı Pasifik’e Karşı Bir Bent (1950) ile kazandı. Yine ilgiyle karşılanan Cebelitarık Denizcisi (1952) ve Moderato Cantabile (1958), diyalogların daha çok önem kazandığı, daha lirik yapıtlardı. Alain Resnais’nin ünlü filmi Hiroşima Sevgilim’in özgün senaryosunu da kaleme alan Duras, India Song (Hint Şarkısı) adlı oyununu 1975’te senaryolaştırdı ve filmin yönetmenliğini üstlendi. Sonraki yıllarda daha soyut bir üslubu benimsedi. Yarı özyaşamöyküsel romanı Sevgili’nin (1984) öyküsünü daha sonra Kuzey Çinli Sevgili (1991) adlı romanında yeniden ele aldı. Beyazperdeye de uyarlanan Sevgili adlı romanıyla Goncourt Ödülü’ne değer görülen Duras, 1996’da Paris’te öldü.

Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Bir Kış Günü Öğleden Sonra isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

BİR KIŞ GÜNÜ ÖĞLEDEN SONRA

Her şey korkuyla başlamıştı.

O gün gene Quillebeuf'e gitmiştik. Sık sık giderdik o yaz.

Vardığımızda gene akşamüstüydü. Kiliseden başlayarak rıhtımı, girişinden çıkışına dek limanı ve Brotonne ormanına bağlanacak terk edilmiş yolu izleyen beyaz korkuluk boyunca dolanıp durmuştuk gene.

Her gelişimizde, önce karşı kıyıya bakardık, petrol limanına ve daha ileriye, Havre'ın yüksek yalıyarlarına, gökyüzüne. Sonra nehri geçen kırmızı araba vapuruna, vapurdaki yolculara, nehrin sularına. Ve hep o korkuluk, insana geçit vermeyen o derme çatma, beyaz korkuluk.

Sonra meydanın ortasındaki Marine Oteli'ne gider, araba vapuru iskelesine bakan kahvesinde, açıkta otururduk.

Otel binalarının gölgesinde masalar. Hava kımıldamıyor, esintisiz.

Size bakıyorum. Siz çevrenize. Sıcak. Nehrin yamyassı suları. Yaz. Sonra öteye bakıyorsunuz. Ellerinizi, olanca beyazlığı, olanca güzelliğiyle çenenizin altında kavuşturmuş, görmeden bakıyorsunuz. Kımıl damadan soruyorsunuz bana, ne var, diyorsunuz. Hiç, diyorum. Size bakıyorum ya.

Önce renk vermediniz, sonra olduğum yerden görüyorum, gözlerinizde bir gülümseme.

  • - Hoşunuza gidiyor burası, diyorsunuz, günün birinde bütün bunlar, meydan, sıcaklık, nehir, bir kitapta toplanır.

Yanıtsız bırakıyorum dediğinizi. Bilmem. Önceden bilemem diyorum size. Hoş, bildiğim de pek olmamıştır ya.

Meydan bomboş. Bir sürü turist getiriyor araba vapuru: Seine Vadisi'nin sonu burası, Jumieges İskelesi'nden sonraki son iskele. Vapur gider gitmez meydan gene boşalıyor. İşte o sırada, vapurun iki gelişi arasında, meydanın ıssızlığında bastırdı korku. Çevreme bakınırken ansızın birilerini gördüm, orada, meydanın bir ucunda, terk edilmiş yolun ağzında, kimsenin uğramayacağı bir yerde.

Durmuş, bizden yana bakıyorlar. En azından on beş kişi, hepsi de birörnek beyazlar giyinmiş. Sanki içlerinden birini almışlar, çoğaltmaya doyamamışlar. Başımı çeviriyorum.

Yine bakıyorum. Yanılmışım. Hâlâ oradalar, ama yaklaşmışlar. Birkaçı aralarında konuşuyor. Sesleri daha duyulmuyor, ama ben biliyorum artık: Gerçek bunlar. Birtakım ayrıntıları seçiyorum. Topu da azılı katil, besbelli, bana göre öyle, ama bildik bir korku bu, oysa o ilk korkunun büsbütün yabancısıyım. Adamların bir tek yüzü var sanki, ondan öyle ürkütücü görünüyorlar. Aynı alabros saçlar, çekik gözler, aynı güleç surat, aynı gövde yapısı, aynı boy.

Ama bu değil beni korkutan; evet, bu da sıradan bir şey sayılmaz, ama ne de olsa bildik bir şey.

  • - Bu da ne demek oluyor, diyorum. Quillebeuf'de Koreliler?

Ansızın bana dönüyorsunuz. Sesimdeki değişiklikten midir nedir, korktuğumu birden sezinlemiş olacaksınız.

  • - Ne Korelisi?
  • -  Arkanızdalar. Bir bakın, göreceksiniz, rıhtımın ucunda.

Döndünüz, benim için bunun ne anlam taşıdığını çözmek istercesine bir an öyle kalakaldınız. Gecelerle gelen o şeylerin bana gene görünmeye başlamasından siz de korkmuş gibiydiniz. Neyi nasıl söyleyeceğinizi bilemiyordunuz, halinizden anladım bunu.

(…)

Elimden bir şey gelmiyor bu korkuya karşı, dedim, kurtulamıyorum, ne olduğunu da bilemiyorum.

Dinlemiyorsunuz beni. Öyle bakıp duruyorsunuz bana, hiçbir zaman, hiçbir kimsede --benzerine rastlamadığım o bakışınızla.

Koreliler yakındalar şimdi, öbür masalara dağılmışlar. Az önce bizim onlara baktığımız gibi bakıyorlar şimdi bize. Yüzlerindeki acımasız gülümseme sanki bir daha kurtulamayacakları bir üzüntüye bırakıyor ansızın yerini. Ama gene geliyor acımasız gülüş. Geliyor ve orada donup kalıyor, gözlerinde, aralık dudaklarında. Beni korkutan da bu gülümsemeydi işte, korktuğum kıyımları haber veren oydu bana. Bana, bu anlatıdaki kadına, o akşamüstü sizinle, bana bakan bu erkekle Quillebeuf'te olan kadına.

Artık sözünü etmiyordum, ama korkum geçmemişti. Siz de biliyordunuz bunu. Hoşunuza gitmiyor da değildi. Seni gidi ırkçı, dediniz bana. Doğru ama, dedim. Düşündüğümü söylüyorum.

(Syf  9-12)

Onları Marine'in Barı'nda görmüştük, salondaki müşterileri, barın kadın patronunu ve yanındaki o genç kadını gördüğümüz gibi, onları da, hem de uzun bir süre görmüştük — kahveye girdiğimizde oradaydılar, ayrıca dikkat etmemiz için de belli bir neden yoktu, sonra herhalde ansızın gözümüze çarptılar. Besbelli, görmeden bakmıştık onlara, sonra birden görmüştük. Hem de öylesine ki bir daha görmezlikten gelemedik.

Önce her birini ayrı ayrı, tek tek. Sonra ikisi birlikte. Tek bir renkte, tek bir biçimde kaynaşmış. Tek bir yaşta.

(…)

Bu âna, bu yaza, bu insanlara, bu albeniyi, sevecenliği, gizemi veren neydi? Bilmem. Bilmiyorum. Ölüm karşısındaki o boynu büküklük, hiç kuşkusuz. Ama o hayasızlık da. O olay. Bütün bunların tümü ve tek tek her biri. Hem de nedensiz, nasılsız. Bir de o nehir, her şeyi sarmalayan o ışık, ak yalıyarların her yere saçılan beyazlığı. Tebeşirin beyazlığı. Yalıyarların ve köpüklerin beyazlığı. Deniz kuşlarının maviye çalan beyazlığı. Bir de rüzgârınki.

Yaşlarını kestirmek zor. Görünüşe göre, kadın oldukça daha yaşlı. Ama erkek de kadına göre ayarlamış hızını. Yavaşlıkta yakalamış onu. Kadının gidebileceğinden daha öteye gitmek istemiyor yıllardır. Kadın için her şey bitmiş artık, ama gene de kalıyor işte, o erkeğin çevresinden kopmuyor, bedenini tam onun ulaşabileceği bir yerde tutuyor, elinin altında, her yerde, her an, gece ve gündüz.

Her şeyin bittiği ve kadının gene de kaldığı apaçık belliydi. Erkek bırakıp gitse, kadının bırakıldığı yerde öleceği de apaçık görülüyordu. İşte böyle girmişti bu bardaki insanlar bizim yaşamımıza, bu kımıltısız duruşlarıyla böyle var olmaya başlamışlardı bizim için.

(Syf 13-16)

Gitmek ile gelmek’in bitiminde, geçmiş yolculuğun sonunda, gelecek yolculuğun başındaymış gibi o akşam düşmüşlerdi buraya. Burada, karşımızdaydılar işte, ama hâlâ büyük bir aşkın dev çabasını sürdürüyorlardı.

Başlarına bir şey gelmiş bunların, dediniz. Kendi öykülerinin dışında bir olay, bir kaza belki de, ansızın bastıran bir korku, aşkın yaşanıyormuş gibi göründüğü bu zamanın nasıl bir zaman olduğunu onlara düşündürten bir şey. Yoksa, sürekli ertelenen bir zaman mıydı bu? Umudundan sakatlanmış bir zaman. Şu anda, Quillebeuf'te, burada, bizim önümüzde, Marine Kahvesi'nde geçirdikleri bu zaman, hiçlikten, hiçbir şey yapmamaktan olabildiğince büyümüş bu zaman, öykülerini yaşamak için bulabildikleri tek zamandı belki de.

  •  - Zaman.
  • -  Evet.

Ama belki de denizde saklanmak için buradaydı Captain? Bir cinayetten sonra? Kadın da belki bir inançtan, bir korkudan kaçıyordu ve her gün, gece bastırınca viski bardağına sarılması bundandı.

Anlaşılan, bir talihsizliği birlikte yaşamışlar ve iyilikte de kötülükte de, suçlulukta da suçsuzlukta da bir ortak yaşama varana dek bu talihsizlikte birbirlerini tanımışlar ve bunu da en uç sonucuna, nedeni ne olursa olsun durmadan erteledikleri bir ortak ölüme kadar götürmüşlerdi.

Bilemediğimiz, böyle bir aşk olayının hangi sınırlara dayandığı, sevgililerden birinin ilk ihanetiyle ayrılıklarını fark etmeden önce o tanrısal yalanın hangi derinliklere ulaştığıydı.

Kadın, Captain'in karısı. Yere bakıyor, şimdiden gizlenmiş ölümde. İnsanı kendinden geçiren bir şey var onda; ellerini, yüzünü tutmak, gözlerinin ince bir serpintide eriyen maviliğine bakmak geliyor içinizden.

(…)

Rıhtımda biri çığlık attı.

Meydana gittik. Birtakım insanlar çıktı kahveden. Kimileri durmuşlardı bile. Herkes nehirden yana bakıyordu.

Kırmızı araba vapuru, kapakları kalkık, Seine Nehri'ni geçiyor, bu sırada da dev bir petrol tankeri açık denizden geliyordu.

Petrol tankeri araba vapuruna bindirdi bindirecek. Aralarında yirmi metre var, yok. Birbirlerini görmemiş gibiler, sanki aralarındaki hacim farkı birbirlerini seçmelerine engel oluyor.

Araba vapuru petrol tankerine doğru gidiyor. Tanker de doğru araba vapurunun üstüne.

Bir çeşit bembeyaz yapı bu, ansızın dehşet saçan bir çelik yığını.

Petrol tankeri o kadar ağır gidiyor ki, yol aldığı ancak petrol pompalarının düz çizgilerinden ve kıyıdaki ağaçlara bakarak anlaşılabiliyor. Güvertesi kırmızı ve mavi konteynerlerle yüklü. Sarıları da vardı, belki.

Araba vapuru petrol tankerini önden solladı, arkasında gözden kayboldu.

Petrol tankeri yoluna devam ediyor.

Araba vapuru, tankerin dümen suyundan tekrar ortaya çıktı. Her zamanki yürekliliğiyle, nehrin sağ kıyısındaki iskeleye kırdı. Tehlike atlatılmıştı. Meydanda dikilip kalanlar çarşıya doğru dağılmaya başladılar.

Kahveye döndük, bardakileri, o İngiliz yolcuları yalnız bırakmak için salona, gedikli müşterilerin arasına katıldık. Artık hiç kimseden hiçbir şey duymak istemediğimi işte orada anladım. Benim de böyle anlarım olurdu. Sözü değiştirmeye gerek olmadığını söyledim. Güldünüz, ama gülmeniz de umurumda değildi. Asyalıları çok iyi tanıdığımı, acımasız olduklarını, Kampot Vadisi'ndeki bitkin köpekleri arabalarıyla ezmekten zevk aldıklarını söyledim. Tropikanın durgun, kül rengi denizlerini anlattım. Sonra da sözü gene dağın arkasındaki Siyam'a getirdim. Bu anılar ne zaman gözlerimin önünde canlansa, ne zaman yazıp yazacağıma pişman olduğum bir şey, örneğin yazılarım arasında kendi gençliğimle ilgili bir bölüm aklıma gelse, beni sizden, sizden ve hepinizden uzaklaştırıyor ve Siyam üzerine, hiçbirinizin bilmediği daha başka şeyler üzerine yazmak için sizden ayrılmamın kaçınılmaz olduğunu, ama özellikle ve bıkıp usanmadan hep Siyam'dan, dağın yukarısındaki o gökyüzünden ve o sıralarda göz ardı etmekte yarar gördüğüm, ama şimdi tam tersine, onlardan bir an bile ayrılmakla hata ettiğime inandığım daha başka birtakım şeylerden ve yalnız onlardan söz etmem gerektiğini düşünüyordum.

Hayatımın nasıl geçtiğini düşündükçe her tarafım uyuşuyor, içime bir hüzün çöküyor ve sizin yanınızda sıkıldığımı sanıyordum. Uzun süre sustuğum zaman kaygılandığınızı bildiğim için de size dönmek için çaba gösterirdim. Siz ise, bu dönüşü kolaylaştıracak hiçbir şey yapmazdınız.

Bizi bir araya getiren ve kuşkusuz şimdi de bir arada tutan, ama artık hiç sözünü etmediğimiz bu duygu, en küçük bir yalanı bile kaldıramazdı. Şimdi ne durumda olduğunu, neye dönüştüğünü bilmiyor, bilmek de istemiyorduk.

Neden sustuğumu öğrenmek için can atıyordunuz, ama gene de üstüme varmadınız.

(…)

Korkunun ana kaynağım olduğunu söyledim. Korkutmak, kötülüktür. Buna inanıyorum ben. Gençlerin çoğu da inanıyor.

Gece korkusu ve Tanrı korkusu ve de ölü korkusu, dedim, yaramaz çocuklara öğretilen korkulardır bunlar. Kimi zaman diye ekledim, geçit vermeyen koruntulu surlarıyla korkunç şeyler gibi gelir bana kentler. Hükümetler de öyle. Para. Para babaları. Savaşın, sömürge işgalinin yankılarıyla dopdoluyum. Almanca bir emir duydum mu, kimi zaman öldürmek gelir içimden.

 (Syf 28-35)


ARŞİV