MARGUERITE YOURCENAR (8 Haziran 1903 - 17 Aralık 1987)
1903’te Brüksel’de doğdu. Asıl adı Marguerite de Crayen-cour’dur. Annesi Belçikalı, babası Fransızdı. Annesi o doğduktan kısa süre sonra öldü, Fransa’da babası tarafından büyütüldü ve eğitildi. Babası ona 10 yaşındayken Latince, 12’sinde Yunanca öğretti.
1929’da Marguerite Yourcenar ilk romanı “Alexis ou le Traité du vain combat”ı yayımladı. Roman, o dönemde oldukça cesur bir konu olan eşcinselliği ele alıyordu. Bu kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra babasını kaybetti ve Paris ile Avrupa’nın farklı şehirlerinde yaşadı.
En ünlü yapıtı Mémoire d'Hadrien (Hadrianus'un Anıları)'nı 1951'de yayımladı. Aralıklarla on yılda tamamladığı bu eserde Roma İmparatoru Hadrianus'u kendi ağzından anlattı.
Özellikle 1958 yılından sonra, toplum sorunları ile yakından ilgilendi. Gerek Avrupa'da gerekse Amerika Birleşik Devletleri'nde, insan hakları, barış, nükleer atıklar, nüfus artışı, doğal ortamların korunması konularında mücadele etti.
DÜŞ PARASI
PAOLO FARINA yeterince zengin, hukukla iç içe yaşayan birinden beklenebilecek kadar dürüst ve Toskana'daki küçük kasabasında başına gelen felaketten ötürü küçümsenmesini engelleyecek kadar sevilen, taşralı, genç bir adamdı. Karısı mutlu olmayı umarak âşığının peşinden Libya'ya kaçtığında ona acımışlardı. Kaynanasının acı tavsiyelerini dinleyerek Paolo Farina'nın evini çekip çevirmekle geçen altı ay boyunca karısı pek mutlu olmamıştı; ne var ki genç kadına sahip olmanın mutluluğuyla gözü hiçbir şeyi görmeyen ve karısından bu kalın saadet tabakasıyla ayrılan Paolo, onun acı çektiğini aklından bile geçirmemişti. Paolo'yu iki hizmetkârın önünde rezil edip gittiğinde, Paolo kendini ona sevdirememiş oluşuna çok şaşırdı.
Ama komşularının yargısı onu teskin etti; kasaba halkı ona acıdığına göre karısının suçlu olduğuna hükmetti. (…) hatıralar, beklenebileceği gibi, kaçağı fazladan bir nankörlükle suçlamasına sebep olmuyordu; çünkü artık kendisi de onları pek hatırlamıyordu. Bu anıları elinden geldiğince hafızasından silmeye çalışmıştı; büyük ölçüde genç karısına karşı cömertlikten ve aksilik diye adlandırdığı olayı ona unutturmak için, biraz da kendine karşı cömertlikten ve insanın sahip olduğu kadının adeta yılana sarılırcasına kollarına düştüğünü düşünmesi tatsız bir şey olduğu için.
(…)
Paolo'nun iddialı yeni evlerindeki geceleri hazin geçiyordu; evi Angiola çocuksu bir zevksizlikle, biblolara yersiz bir önem vererek döşemişti, ama bu belki de kaçağın lehine bir puandı, çünkü her biri bir iyi niyet kadar kırılgan olan bu objeler, Angiola'nın onun hayatıyla ilgilenme ve dekoru güzelleştirerek başrol oyuncusunun yetersizliğini unutma çabasına tanıklık ediyorlardı. Angiola kendini bu pembe kurdelelerle görevine bağlamaya çalışmıştı; aynı kurdeleler yarı boş çekmeceleri rastgele açtıkça, birer hatıra gibi Paolo'nun eline ayağına dolanıyordu.
Roma'ya gereğinden biraz daha sık iş yolculukları yapmaya başladı; bu sayede baldızına uğrayıp Angiola'dan haber aldı mı diye sorabiliyordu. Ama bu ziyaretlerde, başkentin cazibesinin, Floransa'da tadamayacağı, Pietrasanta'da bulamayacağı kimi hazları yaşama fırsatının da payı vardı. Ansızın eskisine göre daha gösterişli bir bayağılıkla giyinmeye başlamıştı; farkına varmadan Angiola'nın ona tercih ettiği adamı taklit ediyordu. Roma kafeleriyle gezilerini dolduran tembel ve konuşkan kızlarla ilgilenmeye başladı; tıpkı Angiola gibi bu kızlardan bazılarının da geçmişinde, en azından Paolo'nun zannınca, bir evin, bir baştan çıkaranın ve bir ayrılığın hatırası vardı belki. Bir öğleden sonra parkta, biteviye ayni serinlik sözlerini tekrarlayan bir çeşmenin başında Lina Chiari'yle tanıştı. Başkalarından ne daha güzeldi ne de daha genç; Paolo çekingen kaldı, Lina cesurdu, ilk sözleri söylemekten ve neredeyse ilk hareketleri yapmaktan kurtardı Paolo'yu. Paolo'nun eli sıkıydı, Lina talepkâr davranmadı, çünkü yoksuldu. Ayrıca o da Angiola gibi Floransa manastırlarından birinde eğitim görmüştü, ama Soylu Hanımlar için olan bir kurumda değil; aynı şehirde yaşayan insanlara ortak bir geçmiş sağlayan, bir köprü inşaatı ya da bir okuldaki yangın gibi küçük yerel olaylardan haberdardı. Paolo onun sesinde Floransalı kadınlara özgü o boğuk, tatlı tonu işitiyordu tekrar. Ve bütün kadınların bedeni aşağı yukarı aynı, ruhları da şüphesiz aynı olduğu için, lamba sönükken Lina konuştuğunda Lina'nın Angiola olmadığını ve Angiola'sının onu hiç sevmediğini unutuyordu.
Aşk satın alınmaz, satılık kadınlar sonuçta erkeklere kiralarlar kendilerini; ama düş satın alınır; bu elle tutulamayan meta, çeşitli biçimlerde sürülür piyasaya. Paolo Farina her hafta Lina'ya verdiği düşük meblağ ile bilinçli bir yanılgıyı, yani belki de dünyada yanıltıcı olmayan tek şeyi satın alıyordu.
(…)
Lina Chiari kendini yorgun hissediyordu, bir duvara dayanıp gözlerini ovuşturdu. (…) Doktora istemeye istemeye gidiyordu; aylardır tereddüt etmiş hastalığını inkâr etmeye çalışmıştı. Hiç kimseye sözünü etmiyordu; hastalık gizli olduğu sürece daha önemsizmiş gibi geliyordu ona. Korku çanları onu fazlasıyla geç uyandırmıştı; gecenin ortasında, düşman vücudunu çoktan ele geçirmişken, artık kaçamayacağı bir anda. Ortaçağda kuşatma altındaki kentlilerin ölümle burun buruna geldiklerinde yataklarında dönüp tekrar uyumaya çalışmaları, kendi kendilerine yaklaşan alevlerin kâbus olduğunu söylemeleri gibi, Lina da korkuyla aramıza uykuyu koyan uyuşturucuları kullanmıştı.
(…)
Doktor yatak ayırtmak için hastaneye telefon ederken belki çocukluğundan çıkıp gelen gözyaşları, titrek boz yanaklarından aşağı akmaya başlamıştı.
Saat dört buçuğa doğru profesörün kapısı tekrar açıldı ve hemşire Lina Chiari'yi asansöre bindirdi. Profesör ona çok iyi davranmıştı; hastaların cesareti kırıldığında kullanılmak üzere dolabında daima bulundurduğu Porto şarabından ikram etmişti. Doktor her şeyi üstlenecekti; Lina'nın tek yapacağı, gelecek hafta profesörün yoksulları ücretsiz ameliyat ettiği hastaneye gitmekti; doktoru duyan, iyileşmekten ya da ölmekten daha kolay bir şey olmadığını sanırdı. Asansör üç katlık dikey dalışını tamamladı; Lina başını ellerinin arasına almış, kırmızı kadife bankta oturmaya devam ediyordu. Yine de, derin kederine rağmen, artık para bulmakla, yemek pişirmekle, çamaşır yıkamakla uğraşmak zorunda kalmayacağını, bundan böyle acı çekmekten başka hiçbir şey yapması gerekmediğini düşünüp teselli buluyordu.
(…)
Ameliyattan sağ çıksa bile altı günlük ömrü vardı. Doktor bir göğsünün alınması gerektiğini söylemişti; kopuk göğüsler, ancak turistlerin ziyaret ettiği Vatikan müzesindeki mermer heykellerde hoşa giderdi.
O sırada, karşıdan karşıya geçerken, bir parfümerinin aynasında kendisine doğru yürüyen bir kadın gördü. Pek genç sayılmazdı, iri gözleri bezgin ve kederliydi; dağılmış çehresine yalandan bir gülümseme oturtma zahmetine bile katlanmamıştı. Yüzlerce sıradan kadından o kadar farksızdı ki, Lina'nın akşam kalabalığında onu fark etmeden geçip gitmesi beklenirdi. Ama kadının eprimiş giysilerinden kendini tanıdı; bu giysileri tıpkı bedenini tanıdığı gibi, organik olarak tanıyordu; bir hasta bedeninin ağrıyan noktalarına ne kadar duyarlıysa, Lina da bu giysilerdeki en ufak yırtığa, en küçük lekeye o kadar duyarlıydı. Bunlar yürüye yürüye şekli bozulmuş kendi ayakkabıları, bir moda mağazası indiriminden alınmış kendi paltosu, Massimo'nun onu şımartmaktan hoşlandığı, biraz kaygı uyandıran, beklenmedik zenginlik anlarından birinde hediye ettiği, gösterişli, şık, yeni ve küçük kendi şapkasıydı. Ama Lina yüzünü tanımadı. Gördüğü çehre artık geçmişe ait olan Lina Chiari'nin değil, özenle temizlenip sterilize edilmiş, formol ve kloroform kokan, ölümün soğuk sınırı işlevini gören bölgeye adım atmış, her şeyden yoksun, içler acısı bir Lina'nın çehresiydi. Yarı profesyonel bir refleksle çantasını açıp ruj aradı; bir mendil, bir anahtar, dört yapraklı bir yoncayla bezenmiş, içinden pudra dökülen küçük bir kutu, birkaç buruşuk banknot ve Paolo Farina'nın bir gün önce, darphaneden yeni çıkmış olmasının mütevazı meblağı telafi edeceğini umarak verdiği gümüş on liretlikten başka şey bulamadı. (Syf 15-23)
Ne yazık ki bazen dilekler umut işkencesi daha da uzasın diye yerine geliyordu. (…)
Hiçbir şeyin düzelemeyeceğini, her şeyin hem fark ettirmeden hem geri dönüşsüz biçimde yokuş aşağı ineceğini, hayatını oluşturan duygularla koşulların, tıpkı fazla kullanılmış nesneler gibi gün günden bozulacağını biliyordu (bilmesi gerekirdi). (Syf 36-37)
Her şeyin mümkünmüş gibi göründüğü gecelerdendi; öldürmek kolaydı, ölmek kolaydı, bir av ya da kadeh gibi elden ele geçmek kolaydı. İmkansız olan tek şey, belki tek felaket, hiçbir şey olmamasıydı. (Syf 45)
Rosalia daha otuz yaşına gelmemişti; yaşamadığı kanısında olan bu kızı yaşamak o kadar yıpratıyordu ki, şimdiden yaşlanmıştı. Pansiyonların civarında, gar semtinde dolaşıyor, Angiola olabilecek kadar güzel ya da kederli yabancılara bakıyordu. Karısının kendisini terk etmesinin intikamını Gemara'dan alan Paolo ipotek faizlerini ödemeyi kesti; Rosalia bir akşam onu bir kafenin önünde, kuşkusuz kaçağın yerini dolduran bir kadınla birlikte görünce küstü. Rosalia'nın tek umudu Angiola'nın dertleri olduğundan, kardeşi her neredeyse mutlu olabileceğini düşünmüyordu. Onu ihanete uğramış, belki hasta, mutlaka cesareti kırılmış halde bulmayı bekliyordu; mahvına sebep olan o gülünç kocaya haber bile vermeyecekti; ikisi hayatlarını kazanmak için bir İngiliz kadının Gemara'da açtığı aile pansiyonunda hizmetçi olarak çalışacaklardı. Ama kısa zaman içinde birçok kiracı değiştirmiş olan Gemara sessiz komplolarla yabancıları püskürtüyordu sanki; birkaç ay sonra, daha İngiliz kadın ancak ilk üç aylık kirayı ödemişken pansiyon kapandı; Don Ruggero'nun alacaklılarının sabrı taştı; sonradan zengin olmuş bir uncu, Credoların en büyük düşmanı, evi satın almaya, dört duvar dışında tamamen yıkıp eski Gemara' nin yerine modern bir villa yaptırmaya niyeti olduğunu duyurdu.
Rosalia her ihtarname çekildiğinde gidip babasına haber vermişti; babasının tek başına her şeyi halledebileceğini sanıyordu hâlâ. Ama tam bir uyuşukluğa gömülmüş olan Don Ruggero ölüler ve tanrılar gibi erişilmez olmuştu. (Syf 51)