Maria Judite de Carvalho (18 Eylül 1921-18 Ocak 1998)
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Portekiz edebiyatına damgasını vuran Carvalho, Varoluşçuluk ve Yeni Roman akımlarının Portekiz’deki temsilcisi olarak kabul edilir. Maria Judite de Carvalho, 18 Eylül 1921’de Lizbon’da doğdu. Eğitimini Lizbon’daki Fransız Kız Koleji’nde ve Lizbon Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi’nde Alman Filolojisi bölümünde tamamladı.
1949 yılında yazar Urbano Tavares Rodrigues ile evlendi. Evliliklerinin ilk yıllarında Montpellier ve Paris’te yaşadılar, 1955’te Portekiz’e döndüler. Carvalho, gazetecilikle de ilgilendi; dönemin çeşitli gazetelerinde köşe yazıları kaleme aldı.
1959’da yayımladığı ilk kitabı “Tanta Gente, Mariana” (Ne Çok İnsan, Mariana) ile dikkat çekti. Ardından gelen eserleri arasında Boş Gardıroplar, Gemisiz Manzara, Sakınılan Sözler yer alan yazar Grand Camilo Castelo Branco Ödülü’ne, Portekiz Edebiyat Eleştirmenleri Derneği’nin Eleştirmenler Ödülü’ne, Portekiz PEN Kulübü’nün Roman Ödülü’ne ve toplu yapıtları için Vergilio Ferreira Ödülü’ne değer görüldü.
Yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Boş Gardıroplar isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
BOŞ GARDIROPLAR
Alelade bir bahar günü gibi başlayıp biten bir bahar günüydü, en azından kadına göre öyleydi; böyle düşünmesi doğaldı, çünkü az konuşan bir kadındı. Sadece gerektiğinde konuşur, düşüncelerini mümkün olan en kısa şekilde ifade ederdi; böyle yapmazsa çabucak yorulur, devam etmeye değmeyeceğini ve boşuna çabalamanın anlamsız olduğunu fark etmişçesine lafını yarım bırakırdı. (…) Birçoğumuzun aksine, sözcükler onun düşüncelerini ifade etmeye, ayrıntılandırmaya ya da gizlemeye yetmezdi. Sözcüklere sadece son çare olarak, acil şeyleri söylemek için başvururdu (elbette kızı Lisa'nın arkadaşları için düzenlediği davetten evvelki dönemi kastediyorum; sonrası ayrı bir hikâye). Acil bir şey söyler, söyledikten (ya da önceden dediğim gibi söylerken lafını yarım bıraktıktan) hemen sonra suskunluğa gömülürdü; hem gözünün parlaklığı söner, hem de bedeni, düşük voltajlı olsa da kendisini aktif tutan bir enerji kaynağından koparılmış aletler gibi durgunlaşır, doğası gereği dikey konumda durması gerektiğini unutmuşçasına hafifçe çökerdi. Böyle anlarda, bulunduğu ortamdan kopar, nerede ve kiminle olduğunu kimsecikler tahmin edemezdi.
(…)
Para. Her yanda, her zaman, uykusunda bile duyduğu bir sözcüktü bu. Hırpani paltosu, lastikleri gevşemiş çorapları, bakımsız saçlarıyla karşılarına çıktığında, daha ağzını açmaya fırsat bulamadan insanlar, başkaları, bahaneler uydurmaya başlardı. O daha derdini bile anlatamadan, gelme sebebini açıklayamadan, başkaları bahaneleri sıralardı. "Son zamanlarda işler nasıl kötü gidiyor, bir bilseniz, vaziyet korkunç. Aslında kocanız bu günleri görmediği için şanslı sayılır, herkes kan ağlıyor. Daha dün arkadaşlara diyordum: “Duarte Rosário'nun şansı varmış, son zamanlarda öyle çok insan işten kovuldu ki, hayatta olsa onu da kapı önüne koyarlardı.” Kimileri onu görür görmez, adeta hırçın bir tavırla cüzdanlarını çıkarır, onun kan basan yüzüne ve titreyen dudaklarına hiç aldırmadan bıkkınlıkla kaşlarını kaldırırlardı. Uzattıkları ellilik banknot daha eline değmeden avcunu yakmaya başlar, içi ezile ezile banknotu alırdı; başka çaresi yoktu. Lisa yedi yaşındaydı, lenf hastalığı dolayısıyla iyi beslenmesi ve iğne olması gerekiyordu. Banknotun ardından her seferinde bir uyarı gelirdi. "Bu sefer verebiliyorum ama bir dahakine imkânsız. “
(…)
Derken bir gün beklenmedik bir şekilde iyi bir işe girdi.
(…)
Dora Rosário her sabah işe gider, dükkâna gelen müşterilere eski dönemlere ait mobilyalar ve biblolar gösterir, öğle yemeğini bir kafede ya da bir büfenin tezgâhında yer, bazen kahvenin ardından bir sigara tüttürür, akşam eve döndüğündeyse sanki gün boyu dışarı çıkmamış gibi görünürdü. Kocası öldüğünden beri on yıldır aynı kara giysileri giyer, uzun ve bol eteği, topuksuz ayakkabılarıyla dulluğa baş koymuş çalışan bir kadından ziyade cüppesiz bir rahibeyi andırırdı. (…) Duarte'nin görüntüsü sabahın erken saatlerinden itibaren peşini bırakmaz; metroda da, eve girerken de ona eşlik ederdi. Yoğunluğu zamanla azalmış bir görüntüydü bu. Yıllar geçtikçe doğal olarak solgunlaşmış, ama bu solgunlaşma öyle yavaş gerçekleşmişti ki kadın görüntünün yıpranmışlığını fark etmez olmuştu. Görüntünün ömrü kendi ömrü kadar uzun olacaktı ve bu yeterliydi. (Syf 7-13)
Ben, demişti adam. Kim bilir kaç kez telaffuz etmişti bu kelimeyi: Ben. Sonradan düzeltip biz dese de hep ben vardı aklında. "Bencil bir İsa," derdi kadın içinden, "dünyadaki tek amacı kendi paçasını kurtarmak olan dinsiz ve inançsız bir İsa. Neden kaçıyor ki, hangi cehennemden kurtuluyor?" (Syf 17)
Dora, Lisa'nın doğum günü gecesini bir gaz lambasının loş ışığında, kadife döşemeli berjerlerden birinde, kayınvalidesi yanındaki kanepede üstü bir battaniyeyle örtülü otururken geçirdi (…)
Dora büyülenmişçesine yalnızca makyajlı, darmadağınık sarı saçlı ve sarkık küpeli başı pembe battaniyenin dışında kalacak şekilde duran kayınvalidesini izliyordu.(…). Derken kadın ansızın, gözlerini açmadan, "Dora..." dedi. "N'oldu?" diye sordu Dora irkilerek, (…) "Dora..." dedi tekrar. "On yıldır seninle konuşmak istediğim önemli bir konu var, ama hep erteledim. Zaten bu on yıl boyunca baş başa kaldığımız pek olmadı. (…) Ya şimdi konuşacağız ya da asla."
(…)
“Suni apsenin ne olduğunu biliyor musun?”
“Tıptan pek anlamam,” diye karşılık verdi Dora, “ama sanırım enfeksiyonu belli bir noktada tutmak için kasten yaratılmış bir apse olabilir.”
“Ben de aşağı yukarı öyle olduğunu sanıyorum. Senin böyle bir apseye ihtiyacın var, ben de onu yaratıp sana acı çektirecek gaddar hekimim.”
“"Anlayamadım.”
Kayınvalidesi sonunda gözlerini açtı ve dirseğinden destek alarak hafifçe doğruldu. Yine de Dora'ya bakmadı. Düşüncelere dalmış gibiydi, gözleri içe dönüktü adeta. Derken konuştu. Duraksayarak, ezbere bildiği bir tanımı tekrarlarcasına, “Hastalanmadan kısa bir süre önce,” dedi, “Duarte senden ayrılıp başka bir kadınla yaşamayı düşünüyordu.”
“Bu doğru olamaz!” diye bağırdı Dora, sesi öyle yüksek çıktı ki Júlia Teyze yatağında kıpırdandı ve tekrar konuşmaya başladı. Gözleri aniden canlanıp parıldamıştı, düşmanın üstüne atılmaya, onu ısırıp lime lime etmeye hazırdı.
“Bal gibi de olur,” dedi kayınvalidesi, istifini bozmadan. “Bana bunu bizzat söylemiş, hatta kadının ismini bile söylemişti. Sanırım işyerinden arkadaşıydı, ama adını şimdi hatırlayamadım. Kararını vermişti. Hayatında ilk kez inisiyatif alacaktı, kendisi için büyük bir yenilikti bu. Üzgünüm ama onu caydırmaya çalışmadığımı söylemeliyim. Bu kadının belki de onu adam edebileceğini düşünmüştüm. Ama hemen akabinde Duarte hastalandı ve yatalak oldu. Kadın bir gün Duarte'nin nasıl olduğunu sormak için evime uğradı, ama bir daha hiç ortalarda görünmedi. Ufak tefek, yerinde duramayan bir kadındı, zeki bir fareyi andırıyordu.”
“Demek beni sevmiyormuş...” dedi Dora alçak sesle.
Ana omuz silkti. "Belki seni de seviyordu, ama daha az seviyordu, erkeklerin sağı solu belli olmaz. Zavallıcıklar, doğalarında içindeki bütün kadınların Tanrı'yla meleklerin geçindiği gibi güle oynaya geçineceği bir harem yaratmak vardır, ama Kutsal Kilise buna izin vermez. Peki erkekler ne yapar? Çeşit çeşit kadın biriktir ya da, günümüzde pek yaygın olmasa da, bir kadını terk edip bir başkasını alır, normal bir şeydir bu. Zavallı José bile...”
Kayınvalidesi konuşmayı sürdürse de Dora artık onu duymuyordu. Hayatında ilk kez kendini tamamen yalnız hissetmişti. Yalnızdan öte, yelkeni ve küreği olmayan bir teknede, rüzgârsız ve çalkantısız bir denizin ortasında mahsur kalmıştı. Bu kâbustan yakında uyanacak ve her şeyi yerli yerinde bulacaktı: Duarte'nin anısı, avutulmaz dulluğu, hayatta olmadığını bilmesine rağmen kocasına seslendiği anlar... Aniden hepsi buharlaşıp gitmiş, geriye sadece bütün kadınlardan daha beter aldatılmış bir kadın kalmıştı, on yıl boyunca ta öbür dünyadan aldatılmış bir kadın. (Syf 41-42)
Lisa'nın doğum gününden ve Dora'nın kayınvalidesiyle gece yarısı konuştuğu günden tam iki gün sonra, yani onu görmek için Müze'ye uğradığım gün, Dora Rosário on yıldır ilk kez dükkândan erken ayrıldı. (…)
O akşamüstü hiç boş durmadı. Beyaz bir bluz ve siyah bir tayyör, açık renk külotlu çoraplar ve yüksek topuklu ayakkabılar satın aldı. Sonra telefon rehberinde bulup randevu aldığı bir kuaföre gitti ve kocası öldüğünden beri hiç kullanmadığı birkaç şey aldı: Ruj, parfüm, göz kalemi. İlerleyen günlerde birkaç metre de kumaş satın aldı, bir palto ve birkaç elbise diktirdi. Aşırı lüks olmasa da hepsi çok alımlıydı. Dora'nın zevkinin bu kadar gelişmiş olduğunu asla tahmin edemezdim. Aslında hep tam tersini kanıtlamaya çabalıyor gibi görünmüştü.
Ortaya çıkan sonuç çok da şaşırtıcı sayılmazdı. Asıl şaşırtıcı olan, Dora'nın bunu başarmış olmasıydı. Eskici kılıklı Dora Rosário'nın bizler gibi birine dönüşmesi gerçekten beklenmedik bir şeydi. Üstelik... Düşünüyorum da, tarafsız olmak için elimden geleni yaparak söylersem, itiraf etmeliyim ki tam anlamıyla güzel olmasa da epey çekiciydi ve kesinlikle çok daha genç görünüyordu. Sanki yitirdiği on yılı aniden geri kazanmış ve boşa harcadığı zamanı telafi ediyormuş gibi bir hali vardı. (Syf 51)
Kızı, hayatı daha yaşamadan bildiğini sanıyordu, hayatında hiç gerçek bir korku atlatmamış olmasına rağmen korkuya karşı bağışıklığı varmış gibi davranıyordu. Her şeyi olduğu gibi kabul ediyordu, sanki her şeyi derinlemesine düşünmüş ve kendi görüşlerini oluşturmuş gibiydi. (Syf 54)
Lisa annesine, “Júlia Teyze biraz deli, değil mi?” diye sordu, gerçi sıklıkla yönelttiği bu tür sorulara soru demek zordu. Daha ziyade yüksek sesle dile getirilen düşünceler gibiydi, ama sorduğu kişiyi konuşmaya davet eden sorgulayıcı bir tondaydı.
“Deli mi? Öyle dememek lazım,” dedi Dora Rosário. “İnsanları yaftalamak kötü bir alışkanlık. Onları ait olduklarını düşündüğümüz yere koleksiyondaki kelebekler gibi iliştirmek yanlış. İyi ve kötü, deli ve aklıbaşında... Böyle sınıflandırmalar imkânsızdır! İki nokta arasında sürüyle, binlerce başka nokta vardır. Örneğin sen ve ben bu sınıflandırmada neredeyiz? Biliyor musun? Açıkçası ben bilmiyorum. Ama uç noktalarda olmadığımız kesin.”
(Syf 64)