MARION MILNER (1 ŞUBAT 1900- 29 MAYIS 1998)
İngiliz yazar ve psikanalist. 1900 yılında Londra’da doğdu. 1924’te University College London’ın psikoloji bölümünden mezun oldu. 26 yaşındayken tutmaya başladığı günlüğü 1934 yılında Kendine Ait Bir Hayat adı altında (Joanna Field mahlasıyla) yayımlandı ve edebi çevrelerden olumlu eleştiriler aldı. Bu dönemde Jean Piaget’nin ve Jungcu analitik psikologların eserlerinden etkilenen Milner, ayrıca Taoizm gibi Doğu felsefelerine de merak saldı. Üç yıllık bir psikanaliz eğitiminin ardından 1943’te psikanalist olarak çalışmaya başladı. Psikanaliz üzerine en çok bilinen eseri Yaşayan Tanrının Elleri, psikotik bir hasta üzerinde yaptığı uzun süreli tedaviyi ve kendi zihnine dair edindiği içgörüleri anlatır.
Aynı zamanda amatör bir ressam olan ve psikoterapi seanslarında çizimlerden bolca faydalanan Milner, 1998 yılında vefat etti.
Marion Milner ‘in Metis Yayınları tarafından yayımlanan Kendine Ait Bir Hayat isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
KENDİNE AİT BİR HAYAT
Bu kitap yedi yıllık bir hayat incelemesinin kaydıdır. Bu kaydın amacı ne tür deneyimlerin beni mutlu ettiğini bulmaktı.
İzlediğim yöntem şuydu:
a) Gündelik hayatta kendimi özellikle mutlu hissettiğim anları yakalamak ve bunları kelimelere dökmeye çalışmak.
b) Mutluluğun hangi koşullarda ortaya çıktığına dair bir kural bulmak amacıyla bu kayıtları tekrar tekrar gözden geçirmek.
Kitabın biçimini deneyin doğası belirledi. Sorunun nasıl geliştiğini göstermek için günlüğümden bazı bölümleri kullandım. Neticeye ulaşmamı sağlayan fikirleri ve ipuçlarını nasıl zamanla birbirine eklediğim anlaşılsın diye olguları kendi bakış açımdan aktarmaya çalıştım.
Kitabı yazma sebebimle yayımlatma sebebim aynı değildi. Kitap, elindeki olguların fazlalığından kafası karışmış, atladığı bir şeyi bulma umuduyla bütün tahkikatını gözden geçiren ve özetini yapan bir dedektif ruhuyla yazıldı. Bu yüzden de projemin dördüncü yılında bu kitabı yazmaya başladığımda sonunun nasıl geleceğini bilmiyordum ya da hayal meyal seçebiliyordum. Bu anlamda kitap, şüpheleri, gecikmeleri, yanlış iz peşinde koşmaları da inceleyen eşzamanlı bir günlüktür ve yazılma sürecinin kendisi araştırmanın hayati bir parçasıdır.
Kitabı yayımlama sebebimse, muhtemelen bulduğum şey kendi mizacıma ve içinde yaşadığım koşullara has olsa da, onu bulurken kullandığım yöntemin başkalarına faydası olabileceğini düşünmemdir, ulaştıkları sonuçlar benimkinin tam aksi olsa bile. Bugünlerde böyle bir yönteme duyulan ihtiyaç açıkça ortada; insanın gerçekten sevdiği ve sevmediği şeyleri keşfetmesini, seri üretim bir idealden ödünç almadığı, gerçekten kendisine ait olan değerler için bir standart oluşturmasını sağlayabilecek bir yöntem bu.
Ancak benden başkaları bu yöntemi faydalı bulsa bile bu kitap kesinlikle mutlu olmanın yolları üzerine yazılmış bir eser değil. “Neleri seviyorum?” sorusunu sorduğumda bulduğum şeylerin olabildiğince hakikate sadık bir kaydı bu. “Bunu yapın,” demiyor, “Bunu yaparsanız neler olur?” sorusuna verilebilecek cevaplardan birini veriyor sadece. Ben yaptığımda olanlar beni de şaşırttığına göre, eminim burada anlattığım deneyimleri uzak ve yabancı bulacak başkaları da çıkacaktır. (…)
Keşiflerimde kaçınılmaz bir şahsi koşullanma olsa da içlerinden bazılarının bütün herkes için geçerli olabileceğini düşünüyorum. Mesela bir şeyi zihinsel olarak bilmekle “yaşanmış” deneyim olarak bilmek arasında büyük fark olduğunu keşfettim. Bu herkesçe bilinen bir gerçek olsa da hayati bir önem taşıyor. Psikoloji üzerine yazılmış bilimsel kitapları okudukça deneyimin hayati olgularının nasıl dışarıda bırakıldığını gördüm. Fikirlere görünüşte büyük bir yeterlikle hâkim olduğun halde, bilgilerini hayata uygulamaya çalıştığında bocalamanın mümkün olduğunu göstermek için okurlardan ilk birkaç bölümü okurken şunu akıllarında tutmalarını rica edeceğim: Psikoloji bölümünden üstün başarı belgesiyle mezun oldum ve bu deneyi sürdürdüğüm sırada pskiloji bilgimi, ders vererek, araştırma yaparak ve başka şekillerde kullanarak hayatımı kazanıyordum. Aslında bilmekle yaşamak arasındaki bu uçurum karşısında duyduğum huzursuz şüphe, bu yöntemi geliştirmekte ilk adımları atmama sebep oldu(…)
Düşüncem ne zaman “kör” olsa yani ne zaman düşündüğüm şeylerin farkında olmasam, düşüncelerimin çocuksu ve mantıksız bir hal almaya meyilli olduğunu gördüm. Elbette mesleki çalışmalarım dolayısıyla “bilinçdışı zihnin” içeriği ve alışkanlıkları üzerine pek çok tanım okumuştum ve bilinçdışı tanımı gereği, yardım almadan kendimde bilemeyeceğim bir şeydi. Ama psikanalistin karanlık krallığıyla, bilinçli düşüncemin işlenmiş toprakları arasında bulunan ıssız bölgeyi kendi kendime büyük bir randımanla keşfedebileceğimi bilmiyordum. Bir-iki basit gözlem numarasıyla kendimde çok beklenmedik şeylerin farkına varabileceğimden habersizdim. Yavaş yavaş bu bölgeyi keşfederek algımın kuvvetini hangi güçlerin kısıtladığını ve bozduğunu, daha önceki gözlemlerimin gün ışığına çıkardığı bu mutluluk kaynağından sürekli faydalanmamı neyin engellediğini anlamaya başladım.
Kendi içimdeki beklenmedik eğilimlerle sürekli yüz yüze gelsem de, olup bitenler üzerine düşünmek için teorik terimler bulmak uzun zaman aldı. (…)
Yaşadığım zorlukların, her insan kişiliğinin iki farklı tarafı olduğunu, her kadın ve erkeğin potansiyel olarak hem erkek hem dişi olduğunu anlama konusundaki beceriksizliğimden kaynaklandığını söyleyebilirim. Her birimizin içinde temelde birbirine zıt ama birbirini tamamlayan eğilimler olduğunu, bu kutupların her düşünce ve duygunun yönünü belirlediğini ve normalde cinsel ilişki olarak adlandırılan şeyin çok ötesine geçtiğini daha önce fark etmemiştim. Öyle görünüyor ki en makbul yaşam tarzının eril tarz olduğunu zannetmişim, nesnel bakış ve başarı üzerine kurulu bir erkek hayatı yaşamaya çalışmışım. Ancak alttan alta bunun asıl istediğim şey olmadığını hissetmiş olmalıyım, çünkü deneyimlerimi sorgulamayı denediğim anda farklı bir duruşa yönelik itkiler keşfetmeye başladım ve bunun sonucunda ruhsal dişiliğin ne anlama geldiğini bir nebze anlayabildim. Dolayısıyla çalışmalarımın neticelerinden biri de cinselliğin fizyolojik bir meseleden ibaret olmadığının keşfiydi, ama bunu daha iyi anladıkça işin fiziksel yönü daha fazla önem kazandı. Bilimsel yazılarda işime yarayacak çok az şey bulmuş olmama şaşmamak lazım, çünkü bu çiftcinsiyetlilik teorisinin ışığında, fizyoloji ötesinde dişil bir duruşun nasıl gelişeceğinin entelektüel açıdan hiç anlaşılmamış olduğunu gördüm. Gelişmiş dişil duruş doğal olarak mistisizmde ifade bulduğundan, analitik zihin tarafından ona kuşkuyla bakıldığını ve zihin açıklığı gerektiren tarafsızlığın düşmanı olarak görüldüğünü düşünüyorum. Nesnel akıl yürütmenin karşısındaki en zor iş, elbette kendi zıddını anlamaktır.
Tanıdığım insanların (erkek olsun, kadın olsun) çoğu “eril” zekâyı, yani öznel sezgi karşısında nesnel akıl yürütmeyi bir kült haline getirmiştir. Görünen o ki ben de bu modaya uymuşum ve mantık simgelerinin “hakikat” olduğu, geri kalan her şeyin sadece “istek-gerçekleştirimi” olduğu iddiasını kabul etmişim. Senelerce bana kısır gelen bir entelektüel dille konuşmaya çabalamışım, evrenle ilişkimi bana uymayan terimlerle anlamak için kendimi zorlamışım. Evren karşısında dişil bir duruşun, zihinsel ve biyolojik açıdan, aslında eril bir duruş kadar meşru olduğunu anlayamamışım; bunun tek sebebi de dişil duruşun, şimdiye kadar asla tam manasıyla anlaşılamadığı, kendini de anlamadığı için mitolojik ve dini simgelerine özel bir saygı ve meşruluk vermiş olması. Dişil ya da öznel duruşun kendini anlamak için eril zekâya ihtiyacı olsa da, yetkin erkek zekâsına sahip olan çoğu tanıdığımın yeterince iki-yönlü olmadığını fark ettim; bu yüzden de ister erkekte ister kadında olsun, nesnelliğin anlamına dair bir fikirleri yoktu. Weininger ve D. H. Lawrence gibi kendi dişiliğini kısmen anlamış olanlar da korktukları için ondan nefret ediyor ve onu küçük görüyorlardı. Ben de ondan korkmuş, hayatımı benim için yapay olan eril amaçlarla doldurmaya çalışmıştım. Öyle görünüyor ki amaçlarını kaybetmek istemeyen eril tarafım, dişilliğe açık bir hale gelmeye cesaret edememişti çünkü kimliğini kaybetmekten korkmuştu. Böylesi bir açıklık oluşana kadar da ben, amaç odaklılığıma eşlik eden dar dikkat odağından kurtulamamıştım.
Bütün bunlardan, insanın hayatındaki sorunlarla yüzleşirken birbirine tamamen zıt iki farklı tavır benimseyebileceği sonucunu çıkarttım. Birincisi dış dünyayı değiştirmeye çalışmak, ikincisi kendini değiştirmeye çalışmak. Her ne kadar bu tavırların ikisi birden herkeste potansiyel olarak mevcut olsa da çoğumuz tek-yönlü bir hal almışız ve ilişkilerimizin çoğunda bu tavırlardan birini tercih etmiş, ona meyletmişiz. Dışsal meselelerle uğraşan, amaçlarına uyacak şekilde insanları ve şeyleri kontrol etmeye çalışan birisi için karşıt tavrın sorunları ürkütücü ve gerçekdışıdır. Kendi kişiliğini dünyaya dayatma arzusu olmayan, dış dünyanın ona sunduklarını kabul eden ve yeni bir varlığa dönüşen kişiye de diğer tavır yüzeysel gelir – aynı zamanda korkulacak bir şeydir. Yine de bu karşılıklı küçümseme ve korkunun yanı sıra hepimizde karşıt tavıra bir özlem, dengeyi yeniden tesis etmek ve iki-yönlü bir kişilik olmak için bilinçdışı bir gayret de vardır, Platon’un tanrıları tahtlarından indirmeye kasteden sekiz uzuvlu varlıkları gibi.
Araştırmam sırasında kendimi daha az düşünmenin yollarını aramaya başladım çünkü böyle tek yönlü bir yaklaşımı sıkıcı buluyordum. Ancak kendisi hakkında daha az düşünmenin herkese iyi geleceğini düşündüğüm anlamına gelmez bu. Kendilerini sürekli dışsal amaçlara vakfetmeye eğilimli insanlar, dengeyi aksi yönde bulabilirler.
Beni bu keşiflere götüren yönteme gelince, katı görev ya da yüksek ahlaki gayretle değil mutluluk anlarıyla ilintili olduğu için bu yöntemin kolay olduğu zannedilmesin. Öğrendim ki asıl kolay olan insanın gerçekten sevdiği şeye gözlerini kapamasıymış, kendi ihtiyaçlarını başkalarından hazırlop kabul etmesiymiş, değerleri günbegün kalburdan geçirmekten kaçınmasıymış. Son olarak, kendisinin zannettiğinden çok daha aptal olduğunu anlamaya hazır olmayan kimse bu deneye kalkışmasın.
(Syf 13-18)
**
İstediğim şeyleri ve beni mutlu eden şeyleri yazacağım bir günlük tutmaya başladığımda bunun zihin muhasebesine bir nevi hazırlık olacağını düşünüyordum. 1926 senesinin aralık ayıydı ve birkaç hafta ya da ay sonra şöyle demeyi bekliyordum: “İşte hayatımın gerçekleri, şimdi bunları kendi ellerime alıp bu konuda bir şey yapacağım.”
Günlüğe bir pazar günü başladım. Hayatımdaki bazı küçük ihtiyaçlara, çorap yamamak, mektup yazmak, kendime çekidüzen vermek gibi işlere ancak pazar günü zaman ayırabiliyordum. Akşama doğru günlüğe sadece şunu yazabildim: “Yapılması gereken şeylerin çokluğundan içim sıkıldı.” Hatırlayabildiğim kadarıyla sadece iki kere mutlu olmuştum, uzaktan gelen bir piyano sesi duyduğumda ve küvete suyun dökülüşünü seyrederken. Ertesi gün yeniden işbaşı yaptığımda görünüşe göre önemi olan tek bir an yaşamıştım. Bir an dalmış, gözümü masadan kaldırıp gri çatılara ve bacalara bakmıştım, Londra’nın üst kat pencerelerinden görünen tipik manzara. Tam olarak ne gördüğümü hatırlamıyorum ama sadece bakmaktan büyük keyif duymuştum.
(…)
Bir hafta geçip gitmiş ama hayatımda önem taşıyan pek bir şey olmamış gibi, ya da belki vardı ama ben görmüyordum.
Belki de bu geçen günlerin bana tatminkâr gelmemesinin, düşte gibi olmasının sebebi mutluluk konusunda çok açgözlü olmam, bana daha önce mutluluk vermiş şeylere ya da fazla gayret gerektirmeyen şeylere kaymamdı. Tatillerin bazen mutsuz geçmesi belki bu yüzdendir: Doğrudan mutluluk avına çıktığın için onu kaybedersin. Belki de sadece kabızlıktan ve aşırı yemektendir. Neyin mutluluk getireceğine dair düşüncelerin çok kaba ve aptalca. Kendine başka pusula bul. Belki de ahlak teorisyenleri haklıdır ve mutluluk, keyif ve rahat peşinde koşarak gelmez. İyi de ben şimdi yarın ne arayacağım?
Bu soruya bir cevap bulamamışım anlaşılan ve birinci haftanın sonuçları epey cesaretimi kırmış, çünkü sekiz gün boyunca bir şey yazmamışım, sadece “istekler” başlığında, tanıdığım bir adamla karşılaşma dileğimi kaydetmişim. Bir keresinde onunla karşılaştığım bir kafeye gittiğimi hatırlıyorum, belki yine gelir diye, ama bunu günlüğe kaydetmemişim.
Bu uyduruk buluntulardan duyduğum hayal kırıklığına rağmen bu projeye doğru bir başlangıç yaptığıma kanaat getirmiş olmalıyım ki 4 Ocak’ta tekrar başlamışım:
Birileriyle birlikte aniden gülmeye başlamak beni mutlu eder… ama bu akşam hasta yatan N.’ye yüksek sesle kitap okurken güldüğünü duymak çok hoşuma gitti… Vefalı bir dost olduğumu düşünerek coşkuya kapıldım –gaza geldim– gerçi tam ne zaman hatırlayamıyorum. Çok kolay gaza geliyorum.
Ertesi gün bir kız hapishanesinde kullanılan modern yöntemlerle ilgili bir konferansa katıldım. Şöyle yazmışım:
Bayan B.’nin konuşmasını dinledikten sonra kendime yararlı ve önemli bir insan gibi hissetmek keyifliydi. Acaba herkese kendini böyle hissettirmek gibi bir becerisi mi var?
Sadece başka insanların yoğun çalışmaları hakkında bir şeyler dinleyerek nasıl kendimi yararlı hissettiğim üzerine fazla kafa yormamışım.
(…)
14’ünde, yaptığım şeye dair şüpheye kapılmışım:
Bu günlük, sadece duyguları kaydedecekse pek işe yaramayacak bence. Gözlem için olduğu kadar deney için de bir motivasyon oluşturmalı. (Ne istediğimi düşünürken masamın üzerindeki vazonun desenleri ve renkleri yeni ve yoğun bir canlılık kazandı.) Kendi içimde öyle büyük bir ahenk olsun ki başkalarını da düşünebileyim, deneyimlerini paylaşayım istiyorum.
(Syf 32-35)