Marlen Haushofer: Duvar

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu Marlen Haushofer ile devam ediyor.

08 Mart 2024 - 09:38

MARLEN HAUSHOFER (11 Nisan 1920- 21 Mart 1970)

Marlen Haushofer ,11 Nisan 1920’de Yukarı Avusturya’da, Frauenstein’da doğdu. Viyana ve Graz’da Alman Dili ve Edebiyatı okuduktan sonra kocası ve iki çocuğuyla Steyr’da yaşadı. İlk metni 1946’da yayımlandı. Romanlar, kısa öyküler, novella’ların yanı sıra çocuk kitapları ve radyo oyunları da yazdı. Kemik kanserine yakalandı ve yaşamının son yıllarını bu hastalığın gölgesinde geçirdi; 21 Mart 1970’te Viyana’da öldü.

1953’te Devlet Edebiyat Teşvik Ödülü, 1963’te Arthur Schnitzler Ödülü ve çok sayıda edebiyat ödülünün yanı sıra 1968’de Avusturya Devlet Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesine rağmen ancak ölümünden sonra, kadın hareketinin ve kadın yazını araştırmalarının onu keşfetmesiyle yapıtının önemi anlaşılmış, kitapları büyük bir başarı kazanmıştır. Bugün Ingeborg Bachmann’la birlikte modern kadın yazınının öncüleri arasında sayılmaktadır.

“Duvar” romanı 1963’te yayımlandığında dikkat çekti ve büyük saygı kazandı. Bu olağanüstü başyapıt 2012 yılında yönetmen Julian Roman Pölsler tarafından filme çekildi; başrolde ünlü aktris Martina Gedeck oynadı.

Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Duvar isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz

DUVAR

Bugün, beş Kasımda, raporuma başlıyorum. Her şeyi elimden geldiğince eksiksiz biçimde yazacağım. Ama bugün gerçekten beş Kasım mı, onu bile bilmiyorum. Geçen kış boyunca bazı günleri kaçırdım. Haftanın hangi günü olduğunu da belirtemiyorum. 

(…)

Saatin kaç olduğunu tam olarak bilmiyorum. Herhalde öğleden sonra üçe geliyordur. Saatim kayboldu; ama daha önce de bana pek yardımı dokunmuyordu. Minicik, altın bir kol saatiydi, aslında zamanı hiçbir zaman doğru göstermek istemeyen pahalı bir oyuncaktı yalnızca. Bir tükenmez, üç kurşun kalemim var. Tükenmez kalem neredeyse kurudu, kurşun kalemle yazmayı da hiç sevmiyorum. Yazılanlar kâğıt üstünde yeterince belirgin durmuyor. (…)

Aslında bu rapor Hugo ile başlayacaktı, çünkü onun koleksiyon tutkusu ve hastalık hastalığı olmasaydı, bugün burada oturuyor olmazdım, muhtemelen hayatta bile olmazdım Hugo kuzinim Luise'nin kocasıydı ve oldukça varlıklı bir insandı. Zenginliğini kaynağı bir kazan fabrikasıydı. Bunlar yalnızca Hugo'nun imal ettiği çok özel kazanlardı. Bu kazanların eşsiz oluşunun nereden kaynaklandığını ona yeterince sık açıklatmama rağmen, ne yazık ki unuttum. Zaten konuya da bir katkısı yok. Her neyse, Hugo o kadar varlıklıydı ki, kendine çok özel herhangi bir şey satın almak zorundaydı. O da kendine bir avlak satın aldı. (…)

Otuz Nisan günü Rüttlinger'ler beni birlikte av köşküne gitmeye davet ettiler. O zamanlar iki yıldır duldum, iki kızım artık neredeyse yetişkindi ve zamanımı dilediğim gibi bölümleyip düzenleyebiliyordum. Ne var ki özgürlüğümden pek az yararlanıyordum. Daima yerleşik tabiatlı bir insandım, kendimi evde daha rahat hissediyordum. Yalnızca Luise'nin davetlerini nadiren geri çeviriyordum. Av köşkünü ve ormanı seviyor ve üç saatlik araba yolculuğuna severek katlanıyordum. O otuz Nisan günü daveti kabul ettim. Üç gün kalmak istiyorduk ve başka bir konuk davet edilmemişti.

(...)

Böylece arabayla üç saat gittik ve köyde Hugo'nun köpeğini avcıdan almak için durduk. Bir Bavyera dağ tazısı olan köpeğin adı Vaşak'tı ve Hugo'nun malıydı gerçi, ama avcının yanında büyümüş ve onun tarafından eğitilmişti. 

(…)

Ancak saat üçe doğru av köşküne vardık. Hugo hemen arabasının bagajından yeni erzakı mutfağın yanındaki kilere taşımaya girişti. Ben ispirto ocağında kahve pişirdim ve ikindi kahvaltısının ardından, Hugo tam uyuklamaya başlamışken, Luise ona bir daha köye gitmeyi önerdi. Elbette bu safi art niyetti. Luise en azından çok becerikli davranarak, hareket etmenin Hugo'nun sağlığı için vazgeçilmez olduğunu gerekçe gösterdi. Saat dört buçuğa doğru Hugo'yu nihayet ikna etmişti ve onu yanına alıp zafer edasıyla yola koyuldu. (…)

Masadaki kap kacağı topladım ve giysileri dolaba astım; bu işi bitirince evin önündeki bankta güneşe oturdum. Güzel, sıcak bir gündü ve hava durumu raporuna göre gökyüzü açık kalacaktı. Güneş ladin ağaçlarının üstünde eğik ışınlarıyla duruyordu ve birazdan batacaktı. Av köşkü, sarp dağların altındaki bir geçidin sonunda, küçük bir havzada yer alıyor.

Öylece oturup son sıcağı yüzümde hissederken Vaşak'ın geri geldiğini gördüm. Herhalde Luise'ye itaat etmemiş, Luise de onu ceza olarak geri göndermişti. (…)

Saat yedide ev sahiplerim henüz dönmemişti. Bu zaten neredeyse mümkün değildi, sekiz buçuktan önce gelmelerini beklemiyordum. Bu nedenle köpeği doyurdum, etli pilavdan kendi payımı yedim ve ardından gaz lambasının ışığında Hugo'nun yanında getirdiği gazeteleri okudum. Bu sıcak ve sessiz ortamda uykum geldi. Vaşak ocağın deliğine çekilmiş ve halinden memnun, sessizce soluyordu. Kapıyı kilitledim ve anahtarı yanıma alıp odama götürdüm. O kadar yorgundum ki soğuk ve nemli yorgana rağmen hemen uykuya daldım.

Güneşin yüzüme vurmasıyla uyandım ve hemen önceki akşamı hatırladım. Yanımızda yalnızca bir ev anahtarı olduğundan (ikincisi avcıda duruyordu) Luise ve Hugo'nun döndüklerinde beni uyandırmaları gerekirdi. Sabahlıkla merdivenden aşağıya koşup giriş kapısının kilidini açtım. Vaşak sabırsızlıkla sızlanarak beni karşıladı, yanımdan sıvışıp dışarıya fırladı. Yatak odasına gittim, gerçi orada hiç kimseyi bulamayacağımdan emindim, çünkü pencerede parmaklık vardı ve Hugo parmaklık olmayan bir pencereden bile geçemezdi. Yataklara tabii ki dokunulmamıştı.

Saat sekizdi; köyde kalmış olmalıydılar. Buna çok şaşırdım. Hugo köy meyhanesinin misafir odalarındaki kısa yataklardan nefret ediyordu ve beni gece av köşkünde tek başıma bırakacak kadar umursamaz olmazdı asla. Ne olduğunu anlayamıyordum. Yeniden odama çıkıp giyindim. Hava hâlâ çok serindi ve çiy Hugo'nun siyah Mercedes'inin üstünde parıldıyordu. Çay yapıp içimi biraz ısıttım, sonra da Vaşak ile birlikte köye doğru yola çıktım.

(...)

Sonunda geçidin çıkışına vardığımda Vaşak'ın acı ve dehşet içinde uluduğunu duydum. Görüşü kapatmış olan bir kışlık odun yığının etrafından dolandım ve işte Vaşak orada oturmuş inliyordu. Ağzından kırmızı tükürük damlıyordu. Ona doğru eğildim onu okşadım. Titreyerek ve sızlanarak iyice yanıma sokuldu. Dilini ısırmış ya da dişini bir yere vurmuş olmalıydı. Benimle yürümeye devam etmesi için onu teşvik ettiğimde kuyruğunu kıstırdı, önüme geçti ve vücuduyla beni geri itti.

Onu neyin kaygılandırdığını göremiyordum. Yol o noktada geçitten çıkıyordu ve görebildiğim kadarıyla ıssız ve sakin bir biçimde sabah güneşinde uzanıp gidiyordu. İstemeye istemeye köpeği kenara itip tek başıma yürümeye devam ettim. Neyse ki onun engellemesiyle yavaşlamıştım, çünkü birkaç adım sonra alnımı sertçe çarpıp geriye doğru sendeledim.

Vaşak yine hemen inlemeye başladı ve bacaklarıma yapıştı. Şaşkın bir halde elimi uzattım ve kaygan ve soğuk bir şeye dokundum: hava dışında başka hiçbir şeyin olamayacağı bir yerdeki kaygan, soğuk bir dirençle temas etmiştim. Çekinerek bir kez daha denedim ve yine elim bir pencerenin camına dayanmış gibi kaldı. Sonra tok bir küt küt etme sesi duydum, bunun, kulaklarımda uğuldayan kendi kalp atışım olduğunu ancak sonra anladım. Kalbim, ben henüz farkına varmadan, korkuya kapılmıştı.

Yol kenarındaki bir ağaç gövdesine oturdum ve düşünmeye çalıştım. Başaramadım. Sanki bütün düşünceler ansızın beni terk etmiş gibiydi. Vaşak bana daha da yaklaştı, kanlı tükürüğü mantoma damlıyordu. Onu okşadım, sakinleşti. Sonra da, sabah aydınlığında öylece sessiz ve parlak uzanan yola doğru birlikte baktık.

Üç kez daha ayağa kalktım ve burada, üç metre önümde, ilerlememi engelleyen, görünmez, kaygan, soğuk bir şeyin gerçekten var olduğuna kani oldum. Bunun bir duyu yanılsaması olduğu geldi aklıma, ama tabii ki bunun bu türden bir şey olmadığını biliyordum. Ufak bir deliliği, bu korkunç görünmez şeyden daha kolay kabullenebilirdim. Ama kanayan ağzıyla Vaşak vardı ve alnımda ağrımaya başlayan şişlik vardı.

Ağaç gövdesinde ne kadar oturup kaldığımı bilmiyorum, ama düşüncelerimin, sanki bu inanılmaz deneyimle ne pahasına olursa olsun uğraşmak istemezcesine, sürekli önemsiz şeyler etrafında dönüp durduğunu hatırlıyorum.

 

ARŞİV