CARMEN MARTÍN GAITE(5 Mart 1922- 2 Kasım 1975)
1925 yılında İspanya’nın Salamanca şehrinde doğan Carmen Martín Gaite çocukluğunu İspanya İç Savaşı’nın gölgesinde geçirdi.
Yazın hayatına, Salamanca Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okuduğu yıllarda Trabajos y Días ve Revista Nueva gibi dergilerde çıkan makale ve şiirleriyle başladı. Aynı dönemde İspanyol edebiyat çevrelerinden Ignacio Aldecoa gibi önemli isimlerle tanıştı ve Latin filolojisi alanında tezini tamamladıktan sonra Madrid’e taşındı. 1950’lerde İspanyol edebiyatında yükselişe geçen ve 1955 Kuşağı olarak adlandırılan toplumsal gerçekçi gruba dahil oldu ancak zamanla bu türün geleneksel formlarından koparak eserlerinde psikolojik konuları da irdelemeye ve efsaneler, peri masalları, halk masallarından imgeler kullanmaya başladı.
Yazarlık kariyerinde ellinin üzerinde roman, öykü, makale, şiir ve tiyatro oyunu kaleme alan Martín Gaite, aralarında Premio Café Gijón (1955), Premio Nadal (1957), İspanyol Ulusal Edebiyat Ödülü (1978), Austrias Prensliği Ödülü (1988), Premio Castilla y León de las Letras (1991) ve Yaşamak Tuhaf Şey için 1997’de Fastenrath Ödülü’nün de bulunduğu çok sayıda ödüle layık görüldü. Carmen Martín Gaite, Madrid’de 2000 yılında hayata veda ettiğinde, İspanyol Kraliyet Akademisi’nin iki kadın üyesinden biriydi.
Yazarın Kafka Kitap tarafından yayımlanan “Yaşamak Tuhaf Şey” isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
YAŞAMAK TUHAF ŞEY
Bazen normal addettiğimiz şeyler olağanüstülüğe bürünür ve biz bunun nasıl olduğunu bilmesek de bir şekilde ayırtına varırız. Günlük yaşamımızın şekilsiz hacmini alttan alta besleyip şişiren hareket, tavır ve sezgileri silsilesi içinde bariz şekilde önemsiz olan bir tanesi, bir portrenin uyumsuz bir noktasıymışçasına sıçrayarak diğerlerinden ayrılı ve atsineği gibi vızıldayarak havada asılı kalır -neler oluyor; bir bozulma mı söz konusu olan, yoksa yeni bir şeylerin başlangıcı mı? Ellerimize, ayaklarımıza bakarız; ne değişti, nereye odaklanmalı; bilmiyorum. Ve nihayet korku çıkagelir, ya da felç…
İki sene evvel, otuz haziranda arabamı şans eseri bulduğum kaba saba hasır sundurmanın altındaki o aralığa park eder etmez bana sessizce arkamdan saldıran da bu tür bir ürpertiydi işte! Akşam yedi sularıydı. Bu tür manevraları yaparken had safhada beceriksiz olduğum için bir yere, bir şeye çarpmadan veya bir güvenlik görevlisi çıkagelmeden park edebilmeyi mucizeden saysam da bu seferkini mükemmel kotarmıştım. Yol boyunca Sade’nin albümünü dinlemiştim; o İngilizce ağıtlar beni uyuşturmaya yetiyor bakışlarımız özgürleştiriyordu; hızla sürüklenen bulutlar, ılık meltem, açık trafik… ve birdenbire anahtarı kontaktan çıkaracak gücü bulamayacak kadar gergin ve endişeli hissettim kendimi. Kendimi kandırıyorum, her şey kötüye gidiyor, şu andan itibaren başıma gelebilecek her şeye karşı uyanık olmalıydım.
Mıcır taşı döşeli yolda dikkatli adımlarla karşımdaki, aşina olmadığım binaya doğru ilerlerken kimsenin peşimden gelmediğini görüp sakinleştim.
(…)
İçeri girerken ürperdim. Solda, camdan bir tezgâhın arkasında beyaz önlüklü, saçlarını gergince bir topuz yapmış, orta yaşlı bir kadın oturuyordu. Yerler, duvarlar, koltukları hatta içerideki belli belirsiz, biberiye özünü andıran koku dahi şifon perdelerden içeri süzülen ışık gibi bembeyazdı. Kadın telefonla konuşuyordu, orada durduğumu görünce bir baş hareketiyle uzakta beklememi işaret etti. Birkaç adım geri çekildim ve odanın diğer ucunda buzlu camdan, hafifçe aralık bir kapının arkasında hareket eden siluetleri seyretmeye koyuldum.
(…)
Bir süre sonra, beyaz önlüklü kadın görüşmesini bitirip, metal bir kaideye iliştirilmiş, bisikletlerde kullanılan türden bir zile dokundu. Beni çağırdığını anlayıp ona doğru yaklaştım.
“ 309’a geldim,” dedim. “Don Basilio Luego’yu ziyarete…”
Kadın sinirli sinirli gözlerini kırpıştırdı. “İlk önce müdür beyle konuşmalısınız. Geldiğinizde kendisine haber vermemi istedi. Sizi bu sabah bekliyordu.”
“Evet ama yetişemedim.”
Gözlerini üzerimden ayırmadan ayağa kalkıp cam bölmenin ardından çıktı, kırmızı- beyaz karolarla döşeli koridorda önüm sıra ilerleyerek demir işlemelerle bezeli ve vitraylı kapıya kadar bana eşlik etti. Kapıyı açtı, sağdaki düğmeye basarak ışığı açtı ve içeri girmem için kenara çekilip bana yol verdi.
“Burada bekleyin. Müdür bey şimdi gelecek. Sıkılırsanız, bakın orada Espasa Ansiklopedisi var.”
(…)
Yeni gelen adam, “Beklettiğim için özür dilerim,” dedi ve inci uzun kemikli, genç elini uzatıp benim elimi güven veren, sağlam bir kavrayışla sıktı. “Hoş geldiniz!”
Ses tonu telefondakiyle aynıydı ancak bu defa daha ikna ediciydi çünkü sahibinin tavrı ve yüzüyle mükemmel bir uyum içindeydi.
(…)
“Hayret doğrusu; annesize ne kadar da benziyorsunuz. Gerçi bunu binlerce kez duymuşsunuzdur.”
“Bunu önceden de söyleyenler oldu, evet. Tabii son zamanlarda… yani aslında son birkaç senedir… arkadaş çevrelerimizin pek bir araya geldiğini söyleyemem. Dolayısıyla çok da karşılaştırılma fırsatımız olmadı.”
“Annenizle görüşmediğinizi mi ima ediyorsunuz?”
“Mesafeliydik diyelim…”
“Yine de,” dedi ciddi bir ses tonuyla “acınızı paylaşıyorum annenizin vefatından ne kadar da olsa etkilenmişsinidir. O, olağanüstü bir kadındı.”
“Teşekkür ederim, bunun farkındayım.”
“Ve sizi çok seviyordu.”
“Bakın işte bunu bilmiyordum ama önemi de yok,” dedim ve herhangi bir şekilde aksini iddia etmesin diye bu uzun boylu adama aniden soğuk bir bakış attım. “Takdir edersiniz ki buraya bunu tartışmak için gelmedim.”
Hemen o anda adamın nazik ama alaycı, belki de biraz merhametli gözlerinde, buruşturduğum suratımın yansımasını sanki lunaparkların dev aynalarında görür gibi olunca sert çıktığıma pişman oldum. Bir anda örümden ömür gittiğini hissettim.
(…)
“Dedem onu ziyarete geldiğimi biliyor mu yoksa ona hâlâ söylemediniz mi?” diye sordum.
“Hayır, bende sizinle tam olarak bunu konuşmak istiyordum. Ona söylemedim, söylemeyeceğim de. Onu görmeye annenizin geleceğine inanıyor. Dedeniz, annenizi bekliyor.”
(…)
“Onun annemi beklediğini söylediniz? Öldüğünü bilmiyor mu? Sekiz hafta geçti üstünden”
Ciddiyetle bana baktı.
“Aynen öyle. Bu sekiz hafta boyunca, bildiğim kadarıyla hayattaki en yakın akrabası olarak siz ne aradınız ne sordunuz. Sizi arayıp çağırmasam büyük olasılıkla buraya da gelmeyecektiniz, yanılıyor muyum?”
“Hayır haklısınız”
“O halde ne bekliyorsunuz ki? Olanları ona benim anlatmamı mı? İki gün boyunca annenizin haberlerinin olduğu gazeteleri erişemeyeceği bir yere koymakla yetindim. Tabii bu bir işe yaradı mı, onu da bilemiyorum.”
“Gazetelerden birini görmüş olabilir mi yani?”
“Belki… Genellikle gazetelerle pek ilgilenmez ama. Espasa’yı tercih ediyor, dediğine göre, dünyanın en eğlenceli şeyiymiş.”
(…)
“Benimle ilgili bir şey söyledi mi?” diye sordum.
“Hayır, annenizi bile sormadı. Esas tuhaf olan da bu; annenizi hiç sormuyor, adını bile anmıyor. Anneniz eskiden, seyahate çıkmadıysa, ki çıktığında da kartpostallar gönderir, ayda bir iki defa ziyarete geliyordu, hep de plansız programsız gelirdi ve dedeniz bunu çok heyecan verici bulurdu. Diğer ziyaretçilerin aksine, annenizle dedenizin sohbetleri geç saatlere kadar uzardı; bunu rahatsız edici bir mecburiyet değil, keyifli, hoş bir buluşma olarak gördükleri belliydi. Ben insanların yüzünde, açığa vurmadıkları düşünceleri bile okuyabiliyorum ama annenizle dedeniz işimi çok kolaylaştırıyordu. Bu ziyaretlerin dedenizi hayata bağladığı o kadar belliydi ki… Beklemek ve anılara dalmak ona mutluluk veriyordu. Bi sabah, durup dururken bana, ‘Bugün kızımın geleceğinden eminim,’ diyordu ve genellikle bu tahmini doğru çıkıyordu. Uzun zamandır böyle bir cümle kurmadı. Benimle de daha az konuşuyor artık. Annenizin iyi olup olmadığını öğrenmek için telefon da etmedi; danışmadakilere, annenizi aramak isterse bana haber vermelerini söyledim. Annenizin söylediğine göre aralarında bir anlaşma yapmışlardı; çok önemli bir mesele olmadıkça birbirlerini telefonla rahatsız etmiyorlardı.”
“Tam anneme yaraşır bir tutum,” dedim, nerdeyse kendi kendime konuşurcasına. “Fakat aklımı asıl kurcalayan, dedemin durumundan haberi varsa, kimden duymuş olabileceği. Rosario Tena’yı tanıyor musunuz? Bu isim size bir şey ifade ediyor mu?
Anlaşılmaz bir el hareketi yaptı.
Ona bakmayı sürdürerek, “Son birkaç yıldır annemle aynı dairede yaşıyordu,” diye açıkladım.
“Evet ama buraya hiç gelmedi.”
“Belki dedeme yazmıştır.
“Temin ederim ki böyle bir şey olmadı.”
“O halde, bilemiyorum, biraz düşüneyim…”
Uzun boylu adam omuzlarını silkti.
Düşünemeseniz daha iyi Don Basilio’nun neyi bilmediğini, bildiklerini de nasıl öğrendiğini kestirmek zor. Hem bu neyi çözer ki? Önemli olan, ona ulaşan haberleri nasıl bir simyayla dönüştürdüğü; dedeniz sanrılarını bir yaşam biçimine dönüştürmekte çok ısrarcı ve bu onun açısından kurtarıcı oluyor. Bunun sayesinde hayata tutunuyor,” dedi ve vakur ses tonuyla, bir , bir mahkeme kararını bildirircesine devam etti: “Temin ederim ki anneniz tekrar gelene kadar onu, annenizi beklemeyi sürdürecek.”
Sol kaşını hafifçe kaldırmış, bana bakarken âdeta bir suç ortaklığı teklifinde bulunuyor, rızamı almak için yakarıyordu. Biraz önce kristal gezegende yaptığı gibi şu anda karşısında annemi gördüğü, onunla konuştuğunu biliyordum. Sanki annemin yeniden ortaya çıkmasını bekliyordu.
Bakışlarımı kaçırıp, “Annemin yerine geçmemi mi istiyorsunuz?” diye sordum.
“Sadece benimle işbirliği yapmaya hazır olup olmadığınızı sorguluyorum. Mizacınıza ve tehlikeli oyunları kaldırıp kaldıramamanıza bağlı bu; bir hamle yapmak ya da masayı terk etmek size kalmış.”
Bir alev dalgası ayaklarımdan başlatıp tüm bedenimi sararak beni kendime getirdi.
(Syf 11-22)
(…)
Fani olduğumuzu, karşımızdakilere ikircikli ruhlarımızın parodileri dışında herhangi bir şeyi aktarmayı beceremediğimizi kabul etmek çok zor, hikâyemizin bir parçası olduğunu düşündüğümüz insanlara yaklaşabilmek için inatla aynı tavır ve safsatalara başvurduğumuzu da. Tomas’ın, sesimle çarpışıp geri seken sesini duymak âdeta zehir solumak gibiydi; zehir ciğerleri çürütene dek içe çekiliyor ama öncesinde çabamızın beyhudeliğine ve tehlikeye dair herhangi bir uyarı vermiyordu. Ve işte bu, o türen bir uyarıydı.
(…)
‘İnsanlar gerçekte neyin peşindeler, hiç düşündün mü?’ diye sordum, sıkıntıdan patlatan bir barmenin soracağı türden bir soru işte; bugün fazlasıyla alelade bir grup geldi de… Bernabeu’da maç varmış, kaba saba, gürültülü bir gruptu. Birdenbire beynimde bir ampul yandı ve şöyle dedim: ‘Gizemin peşindeler.’ Bundan Gizemli Arzu’ diye çok güzel bir şarkı yazılır diye düşündüm hatta. Şimdi de sen aynı şeyi söylüyorsun, ne tuhaf değil mi?’
“Bana garip gelmiyor. Biraz dikkat edince her şey tuhaflaşıyor zaten. Yaşamak tuhaf şey! Burada oturmuş, konuşup birbirimizi dinlememiz, tek bir kitaba bile bakmadan cümleleri art arda sıralayabilmemiz; hiçbir şeyin bize acı vermemesi, yiyip içtiğimizin içimizde kıvrıla büküle kendi yolunu bulması; havanın diğerlerini bırakıp yalnızca bizi beslemesi; keyfimize göre bir şeyi ya da tam tersini yapmak istememiz ve keyfimizin muhtemelen aslında kadere bağlı olması; tüm bunlar idrakimizin sınırlarını zorluyor ve işin tuhafı, bunu normal karşılıyoruz.”
(Syf 69-71)
(…)
Hayatlarımıza başka hikâyelerden sızan insanlar vardır, birdenbire önümüze çıkar, etraflarına bakınır ve yanlış bir omuza hiç sormadan başlarını dayayıp ağlamaya başlayarak omuzun sahibini davetsizce dibinde biten kişiden kurtulmakla, onu matemin evrenselliğinde bir yoldaş olarak kabul etmek arasında bırakırlar; eh sonuçta, bütün bu kayıpların tamamında- lösemiden olsun ya da trafik kazasından, ihtiyarlık, kanser veya bıçak yarasından- yarattıkları yoksunluktan kaynaklanan ortak bir nokta vardır, arkalarında benzer bir öksüzlüğü, aynı kafa karışıklığını bırakırlar.
(…)
Hayatımın yarıdan fazlasını annemle babama aslında söylemek istediklerimle uzaktan yakından alakası olmayan şeyler söyleyerek geçirdim ve sesimi de yavaş yavaş ihanet olmaktan çıkan bir ihanete ortak olacak şekilde eğittim; ihanet olmaktan çıkıyordu çünkü ben de iradem zayıfladıkça, onların arasındaki ilişkinin ürettiği nedenleri hiç kurcalamadan huzursuzlukları giderecek bilinçsiz bir yatıştırıcı işlevi gören, iki yüzlülüklere ve yarı- doğru anlaşmalara boyun eğmiştim.
(Syf 90)