MAX FRISCH (15 Mayıs 1911 - 4 Nisan 1991)
Max Frisch 1911’de Zürih’te doğdu. 1930 yılında Zürih Üniversitesi’nde başladığı Alman Edebiyatı öğrenimini, babasının ölümü üzerine ekonomik sebeplerle yarıda bırakmak zorunda kalarak gazeteciliğe başladı. Neue Zürcher Zeitung gazetesinde muhabirlik yaptı. 1936-1940 arasında yine Zürih ’te mimarlık eğitimi gördü ve 1941’de mezun oldu; savaş çıkınca sınıra gönderildi. Henüz lisedeyken başladığı yazarlığı bu yıllarda sürdüren Frisch, II. Dünya Savaşı’nda İsviçre Ordusu’nda askeri hizmette bulunduktan sonra bir süre yazarlıkla mimarlığı beraber yürüttü. Kendini bütünüyle yazarlığa adayabilmek için 1955’te mimarlığı bıraktı. Ses getiren ilk önemli eseri “Stiller” (1954) oldu. Amerika, Meksika, Rusya, Japonya ve İsrail ’de de bulunmuş olan İsviçreli yazar, tiyatro oyunları ve günlükleriyle de ünlüdür. Brecht sonrası tiyatroda Alman dilinde yazan en önemli isimlerdendir. Ağırlıklı olarak kimlik, bireysellik, ahlak, ölüm konularını ele alan yazarın en önemli yapıtları arasında Homo Faber, Günlükler, Locarno'u Eczacının Düşü, Biyografi, Mavi Sakal, Adım Gantenbein Olsun yer alır.
Georg Büchner Ödülü’nün yanı sıra Conrad Ferdinand Meyer Ödülü, Büyük Schiller Ödülü, Heinrich Heine Ödülü, Alman Yayıncılar Barış Ödülü’nü de alan Max Frisch’in Kolektif Kitap tarafından yayımlanan Sessizliğin Yanıtı romanından kısa bölümler paylaşıyoruz
SESSİZLİĞİN YANITI
Dağa tırmanmak için bundan daha güzel bir gün olamazdı, mavi bir gökyüzü ve çok da sıcak olmayan bir gün. Bulutlar beyaz pamuklar halinde vadinin üzerinde uzanıyor usulca ve beraberinde çayırların arasından duyulan cırcır böcekleri. Yaz halen devam etse de tarlaların üzerinde parıldayan ışık hafiften altın rengine bürünmüş; yola düşmüş kahverengi kenarlı bir yaprak insana sonbaharı hatırlatıyor, oysa her yer hâlâ yemyeşil; etrafta rengarenk kelebekler uçuşuyor ve bayırlardaki buğdaylar yeni yeni olgunlaşıyor.
Dağcı saatlerdir kısacık bir mola vermeyi bile kendine çok görmüştü; gömleğini çıkarmış, yanık tenli, parıldayan çıplak omuzlarında sırt çantasını taşıyor. İçinde ip, tırmanış kramponları, uyku tulumu, çadır, hatta kancalar olan ağır bir çanta bu ve dağcıyla kim karşılaşsa edineceği ilk izlenim, elinde buz kazması kuvvetli adımlarla ilerleyen bu adamın büyük bir gayesinin olduğu.
Fakat karşısına kimsenin çıktığı yok.
Sessiz, tenha bir vadi bu; kimi zaman yarıklardan çağlayarak akan nehrin, kimi zaman da yüksek kayaların yanından gümüş bir örtü misali sis bulutu içinde akan suyun sesi duyuluyor. Her şey tıpkı eskiden olduğu gibi, on üç yıl öncesi gibi; o zamanlar ağabeyiyle çıkardı yola ve ağabeyi ona bir şeyler gösterip açıklardı, örneğin bir vadinin nasıl oluştuğunu, buzulların zamanla geniş çukurlar bileyip şekillendirişini, aynı zamanda bir planya gibi işleyişini ve bunun kanıtı olarak kayalıklardaki o kaygan yüzeyi.
(…)
Zamanı olduğu halde neden durup dinlenmediğini belki kendi de bilmiyor. Gözlerini ayakkabılarından ayırmıyor çoğunlukla, sağında solunda neler olduğuna bakmıyor, tıpkı güçlü bir hedefi olan ya da en azından olduğunu sanıp da sadece bu hedefi düşünen insanlar gibi…
Yol gittikçe tenhalaşıyor. Artık tek bir dağ kulübesi bile görünmüyor. Tarlalardaki öğle saatinin mırıltıları, havanın en sıcak olduğu anda dağlardan yuvarlanan bir taşın vadideki yankısı duyuluyor, her zaman olduğu gibi yine bu saate.
Bu da tıpkı eski zamanlardaki gibi.
Ya da belki de sadece geçmişi düşünüyor yalnız dağcı; uzun bir vadi bu, on üç yıl da uzun bir zaman, şimdiyse sürekli ilerleyerek hatıralarında yol alıyor. Bazı şeyler onu gülümsetiyor; hafif bir gülümseme, utançtan ya da içten içe duyumsanan bir kıskançlıktan: Ahşap köprüde şimdi; bu köprüde, o zamanlar yeni nişanlanmış yetişkin ağabeyine gençliğin verdiği cüretle evlenmenin sıradan bir şey olduğunu, asla evlenmeyeceğini söylemişti daha on yedi yaşındayken, çünkü o sıradan biri değil, bilakis bir sanatçı, mucit ya da buna benzer bir şeydi. İşte ilk kez o zaman bu ahşap köprüde düşüncelerini birine açıklamıştı; ağabeyi ise sanatın hangi türüyle ilgilendiğini yaratımının neler olduğunu sormakla yetinmişti. Ama gayet doğal olan bu soru genç adamı öylesine yaralamıştı ki yanıt verememişti çünkü henüz yarattığı bir şey yoktu. Sadece diğerleri gibi olmadığını hissediyordu; örneğin nişanlı olduğu için sıradan bir insan olarak görüp küçümsediği ağabeyi gibi olmadığını.
Bazen yosunlu bir soğukluğun hâkim olduğu ormanın içinden geçiliyor, hava ya mantar ya da reçine kokuyor. Dallardaki gri yeşil likenler rüzgârda hafifçe salınan çok eski zamanlardan kalma sakalları andırıyor, insan onların arasından maviye boyanan vadiye bakabiliyor.
Ağabeyi daha sonra evlenip Afrika’ya göç etmiş, orada bir çiftliği ve pek çok çocuğu olmuştu; o ise, daha genç olanı, gençlik parmaklarının arasından kayıp giderken umudunu yitirmemiş, planlar yapmaya devam etmişti. Çatı katında geçirdiği onca zamana karşın mucitlik arayışlarından sonuç alamayınca oyunculuğu denemiş, olmayınca eline fırçayı almıştı, o da olmayınca kemanı. Günün birinde okulu da bırakıvermişti, ne de olsa muhtemelen büyük bir mucitti, fakat o zamanlar keşfettiği tek şey parasının uzun süre yetmeyeceği ve tüm bunların birer yanılgıdan ibaret olduğuydu, yine de tıpkı sıradışı insanlar gibi kendini çoğu zaman çaresiz hissetse de canına kıymıyordu. Kendi kendine hâlâ şöyle söyleyebiliyordu: Henüz yirmi yaşındasın, halen her şeyi yapmak mümkün ve insan nasıl da gurur duyar her şeyin mümkün olmasından! Daha sonralarıysa, yirmi beş yaş mı, o da yaş mı canım demiş ve yirmi beş yaşında, olup da henüz hiçbir başarı sağlayamamışlar hakkında, ki bu alışılmadık bir şeydir, severek bir şeyler okumuştu; sözkonusu bu kişilerin çevresindekiler onların şu ya da bu herhangi bir başarı elde edeceğine ihtimal vermemişti. Gerçi kendisi hangi alanda başarı elde edeceğini bilmiyor ama bu esnafla sıradan vatandaşın yapmayı akıl edemeyeceği şekilde şapka ve kravat takıyordu; zaman zaman gülünç duruma düşeceği korkusuna kapılıyordu, hatta belki de deli olduğu ve dünyadaki tüm insanlardan daha gülünç, daha çılgın, daha kötü, daha değersiz olduğu korkusuna; bu düşünce ne denli acı verirse versin yine de insanı teselli eden tatlı bir yanı da vardı, en azından bu şekilde bile olsa özel biriydi; belki bir caniydi fakat kötülük de yapamadığını görünce, ki aslında bu diğerlerinin de yapabildiği bir şey değildi, tesellisi olmayan yeni bir korku yer ediyordu içinde; her şeyin sonuçsuz kalabileceği korkusu. Öyle basitçe sonuçsuz kalabileceği. O gün bugündür başladığı her şeyde bir telaştır gidiyordu, bir sabırsızlık, öylesine ateşli bir hırs, fakat böyle bir hırs nadiren verimlidir. Gerçekten de inanamıyordu bu denli yoğun bir hasretin, gençliğe özgü iyimserliğin böylesine yoğun duyguların ve gururlu sözcüklerin karşılıksız kalmasına, beyhude ve sıradan olmasına. Ancak günün birinde istekleri mutlaka gerçekleşmeliydi. Her ne kadar artık yavaş yavaş yaşlansa ve konuşmalarında daha dikkatli olsa da bu inancı halen taşıyordu. Lütuf zorlanmaya gelmez, insan bunu zamanla idrak eder, bazen zor olsa da sabrı öğrenir; de onu geleceğine bakarak değil de sadece şimdiki zamanı içinde değerlendirmeye tabi tutanlar arasındaysa. Fakat insan susup bekler; beklerken de diğer sıradan insanlar ne yaparsa onu yapar, pek tabii ki için için gülümser çünkü sadece öyleymiş gibi yaptığını ve sıradan biri olmadığını bilir; aslında sadece beklediğini bilir, olağanüstü bir şeyi, bir başlangıcı, hareketi, lütfu, doygunluğu, manayı beklediğini...
Bu esnada vadi giderek daralıp sarplaşıyor; sadece bir yük hayvanının geçebileceği genişlikte bir yol var ve maviye çalan buzul, sarp bayırlardaki pas kırmızısı çamların arasından ışıl ışıl parıldıyor, buzulun parçalanmış geniş dili aşağı sarkıyor ve yukarılara çıkıldıkça derenin çağıldaması daha az duyuluyor.
Fakat kim ki yalnız yürüyüşe çıkar, pek çok şeyi düşünmeye başlar; sanki ona hesap vermekle yükümlü, sanki tüm sınıfları geçtiğini, hatta başarıyla tamamladığını, yakında öğretmen çıkacağını, iyi bir işi olduğunu anlatmak zorunda; doktor o, teğmen ve nişanlı.
Bir kayanın üstünde ayaklarının arasında ağzı açık sırt çantası ve elinde boş kupasıyla uzun süre otururken sanki susuzluğunu unutmuş gibi; köpürerek, dalgalar halinde yolun üzerine akan suyun yanında ve arkasına dönüp gölgelerin çoktan yükselmeye başladığı sisli vadiye bakıyor bir kez daha.
Demek ki benim hayatım bu diye düşünüp duruyor ve yaşadığının hayatla bir ilgisi olmadığı, bunun sadece var olmaktan ibaret olduğu sonucuna varıyor.
(Syf 7-11)
İnsan yorgunsa eğer ve ertesi sabah uyanması için bir sebebi varsa yaşam ne güzeldir diye düşünüyor. Bu bilgiye nadiren sahiptir insan, her seferinde boş, beyhude bir varoluşa uyanır, bazen buna uzun süre katlanamayacağını düşünür. Zaman zaman kendini çok çaresiz hissedebilir, masanın üzerine yığılabilir ya da bazen başını alıp duvarlara çarpmak isteyebilir, düşündüğü ne varsa parçalanıp gitsin diye, fakat en sonunda bir an gelir ve uyku bastırır; her şeye galip gelen düşüncelerimizden ve çaresizliklerimizden daha güçlüdür uyku, sıkıntılarımızın tümünü kolayca bir kenara iter, böylece ölümcül düşünceler silinir gider. Aslında uykunun hiçbir şeye çözüm olmadığı bilinir, istediği sadece bizi yeni çaresizliklere karşı bilemektir; insan ertesi sabah bir adım bile ilerlememiş olduğunu bile bile ayağa kalkmak zorundadır, bilinmezliğe doğru, inançtan, amaçtan yoksun, manadan yoksun, her şeyden ve her türlü maharetten yoksun, böylece insan giderek yaşlanır, içi daha da boşalarak, daha çaresiz bir hal alarak…
(Syf 14)
Belki de çok duru bir vicdan gerekiyor duru bir sessizliğe katlanabilmek için; yoksa insanın hayatı boyunca itinayla inşa ettiği, üzerine titrediği ne varsa bir saat içinde çöküp dağılabilir, belki de kahramanca nitelenen hırsın kibirden başka bir şey olmadığı, sadece kaçış olduğu ortaya çıkabilir; insan orada uzun süre oturursa geriye sadece kara bir leke, insanın sezdiği ve eskiden beri her daim korktuğu, yüzlerce teşebbüsle üstünü kapatmaya çalıştığı, yüreğin esas yalanlarından biri kalır; sonuçta insanın cesareti yoktur açık bir içgörüye, gerçek bir değişime…
(Syf 24)
Neden özlemimizin peşi sıra gitmiyoruz? Neden? Neden özlemimizi bastırıyoruz, özlemimizin örf, fazilet, sadakat dediklerimizden ve bunlarla birlikte hayata dahil olmayan her şeyden daha hakiki, daha saf, daha güzel olduğunu bildiğimiz halde? Neden bunlardan silkinemiyoruz? Neden hayatımızı yaşayamıyoruz, bu tarifsiz ilahi dünyada sadece bir defaya mahsus bulunduğumuzu bildiğimiz halde, bunun sadece bir defalığına, tekrarsız olduğunu bildiğimiz halde!
(Syf 56-57)