MAY SARTON (3 Mayıs 1912-16 Haziran 1995)
Gerçek adı Eleanore Marie Sarton olan şair, yazar 3 Mayıs 1912’de Belçika’da doğdu. O ve ailesi, 1915'te Reichswehr'in işgalinden sonra kaçmak zorunda kaldı ve ailesi, Sarton henüz dört yaşındayken Amerika’ya yerleşti. İlk gençlik çağında tiyatro dersleri aldı ama bu dönemde şiir yazmayı da hep sürdürdü. On dokuz yaşında Avrupa yolculuğuna çıktı, bir yıl Paris’te yaşadı. Burada Virginia Woolf, Elizabeth Bowen, Julian Huxley ile Juliette Huxley, Lugné-Pöe gibi yazın ve kültür şahsiyetleriyle tanıştı. İlk kitabı Nisan'da Karşılaşma adlı bir şiir kitabıydı, ardından ilk romanı Tek Tazı yayımlandı.
Önemli üniversitelerde okumalar yapmış, konferanslar vermiş olsa da hayatının neredeyse tamamını New England bölgesinde ıssız çiftlik evlerinde ya da küçük köylerde geçirdi.
May Sarton 19 roman, 17 şiir kitabı, 15 kurmaca olmayan eser, 2 çocuk kitabı olmak üzere çok sayıda eser kaleme aldı. 1957’de yayımlanan “The Fur Person” (Kürklü Kişi) romanı bir sokak kedisinin kendisine kâhya ve huzurlu bir yuva arayışının hikâyesidir. Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
KÜRKLÜ KİŞİ
Kürklü Kişi aşağı yukarı iki yaşındayken ve birçok başarı kazanmış ama ferah bir hayattan uzak bir kedi olarak sokaklarda epeyce yaşadıktan sonra, yerleşme vakti geldiğine karar verdi. Kendine daimi bir yuva ve personel bulma meselesine, iyi kalpli insanlar olan fakat bir Beyefendi Kedi’ye nasıl hitap edeceğini bilmeyen, mahalledeki çeşitli bayağı dükkân sahipleriyle arasındaki gelişigüzel ilişkiler gibi bakılamazdı. Hayır, asla öyle bakılamazdı. Bu, her bakımdan uygun bir kâhya için sistemli bir arayış olacaktı. Her kedi bilir ki, ideal kâhya, eğer mümkünse bahçeli küçük bir evde oturan, yaşlı, bekar bir kadındır. Evde hem tavanarası hem de kiler olmalıdır; tavanarası eğlence ve oyunlar için, kiler avlanma için. Üzülerek söyleyeyim ki mümkünse çocuklardan kaçınmak gerekir. Onlar kâhyayı görevlerinden alıkoyar ve üstelik davranışları hiç de arzu edilen şekilde değildir.
Kürklü Kişi hayatını, çilli küçük bir oğlana borçluydu, fakat unutmak istediği şeyleri unutmakta çok başarılıydı ve bu da onlardan biriydi. Hayvanları Kurtarma Cemiyeti’nden bir adam elinde siyah bir çuvalla geldiğinde Alexander isimli bu oğlan öyle bir bağırmıştı ki annesi pes etmiş ve çuvalın içine bakıp, “Pekiyi, sadece bir tanesini alabilirsin, Alexander. Ama hemen seçmelisin” demişti.
Alexander bir an tereddüt ettikten sonra, “Uzunca kuyruklu olanı” dedi ve ileride Kürklü Kişi haline gelecek olan ama kulakları henüz açılmamış ve soluk mavi gözleriyle etrafı zar zor görebilen, küçük, sarsak, pelüş yastığı kurtarmak üzere çuvalın içine daldı. Annesinden uzak kalmak, şaşkın bir oğlanın eline düşmek hayli rahatsız ediciydi ama onu yalayıp düzgün şekle sokacak ve bir mırlamasıyla ılık süt verecek olan kendi gerçek annesi, ince sesleriyle çaresizce bağıran beş yavru doğurduktan kısa zaman sonra ortadan yok olmuştu. Annesi yerine, Alexander (aklına gelince) bir ilaç damlası ve adi inek üstüyle geliyor, yavru kediyi deri ceketi içinde dolaştırıyor ve çoğu zaman biraz fazlaca sıkıyordu; Kürklü Kişi belki bu yüzden hayli uzun ve yaygın bedenli bir kedi olmuştur. Alexander’in yatağında uyurdu ve soğuk gecelerde bazen onun boynuna sarılırdı; böylece Alexander’ın yaka kürkü diye bilinir oldu. Yaklaşık altı aylık olana kadar, Alexander’a ve onun kaprislerine katlandı. Sonra, güzel bir yaz gününde, beyaz göğsünü yalayıp parıl parıl yaptıktan ve kuyruğunun beyaz ucunu gururla inceledikten ve tekir sırtındaki her şeridin parladığını gördükten sonra, genç bir züppe gibi fiyakalı bir edayla dışarı çıktı ve uzunca bir gezinti olarak başlayan bu hareket artık bir hayat tarzına dönüştü, çünkü o bir daha hiç geri dönmedi.
Bir Sokak Kedisi olarak sert bir hippi yürüme şekli benimsedi; bir kulağından çok küçük bir parça kopmuştu ve bazen günlerce yıkanmaya zahmet etmeyecek kadar meşgul olurdu. Göğsü grileşti, kuyruğunun beyaz ucu nerdeyse kayboldu ve bıyıkları, kirpi oklarının sertliği ve canlılığıyla, yanaklarından dışarıya uzanıyordu. Çeşitli sokak şarkılarını, pençe kaldırmadan korkutmayı, bağırarak bir korkağı geri çekilmeye zorlamayı, çığlığıyla bir kabadayıyı tam vaktinden bir saniyecik erken saldırıya geçirtmeyi, hem orta yaşlı nazik tekirlere hem de arsız genç kedilere kur yapmayı öğrendi; sonbahara kadar aşırı derecede meşgul haldeydi ve korkarım ki Alexander’ı tamamıyla unuttu.(…) Bir Sokak Kedisi, yırtıcı olması gerektiği gibi kurnaz da olmalı, en dingildek çöp bidonu kapaklarını öğrenmek için bir mıntıkanın her karışını bilmeli, çevredeki dükkan sahiplerinin tam o sırada oralarda bulunabilecek herhangi bir kediye lezzetli birkaç balık kafası ve kuyruğu atmalarının en muhtemel olduğu zamanı öğrenmeli; yaşlı hanımları, onlara yakalanmadan, kendisine bir kase süt, hatta arada sırada bir tabak krema vermeye nasıl ikna edeceğini öğrenmeli; dahası, kendi çıkarını insafsızca gözeterek şefkat ve merhamet avcılığı etmeli, fakat özgürlüğünü kaybettirecek konfor hayallerine kendini asla kaptırmamalıdır. Bu, çetin bir hayattı ve Sokak Kedisi ince bedenli, alaycı tipte bir karakter olup, insanlar onun için sonuna kadar kullanılacaktır; ama bu imkânın sınırları çok da geniş değildir.
(…)
İki yaşına geldiğinde, hâlâ bir Sokak Kedisiydi ama garip düşler gören bir Sokak Kedisi; bu düşlerde, bir ocağın ateşi ve onun önünde patilerini altına kıvırmış halde kendini, küçük bir oğlanın eline pek benzemeyen nazik bir insan elini, ılık sütle dolu bir tabağı görürdü- sahiden garip düşler. Bunları unutmak için dikkatini toplayarak yoga hareketleri yapması gerekirdi. Bazen de böylesi düşlerden biri gün boyunca aklından çıkmazdı.
Bir sabah, mırlayarak düşünden uyandığı zaman, yüzünü dikkatle yıkadı ve yerleşme vaktinin geldiğine karar verdi.
(Syf 13-15)
Bir Beyefendi Kedi’nin sabahleyin yaptığı ilk iş, kıyafetinin iyice bastırılıp ıslatılmış ve gömleğinin ön tarafının kusursuz durumda olmasını sağlamaktır. Dikkat isteyen bu işle uğraşırken, kendini tarafsız ve düşünceli bir gözle inceledi. Belki biraz zayıftı ve kuyruğu da uzuncaydı, fakat ne de olsa kuyruğunun ufak beyaz bir ucu olduğunu hatırlattı kendine. Bu, hayli özel bir ayrımdır ve hiç kimse inkar edemezdi ki bir gömlek önü ve beyaz patiler parlak bir tekir sırtıyla çok iyi gitmekte ve sanki Londra Belediye Başkanı’nın zincirleri gibi göğsüne uzanan geniş siyah şeritleri daha belirgin kılmaktaydı. Şehirdeki en yakışıklı kedi olmadığını ama familyasının kedilerine nazaran makul ölçüde seçkin olduğunu söyledi kendine ve bıyıklarını iyice yalayıp temizledi.
(Syf 19-20)
Üçüncü Emre göre, bir Beyefendi Kedi, ne kadar aç olursa olsun, yemeğine hiç telaş etmeden, belli bir mesafeden usulca yaklaşmalı, onu uzaktan koklamalı ve asgari bir metreden, yargısının ne olacağına karar vermelidir: İyi, Orta, Geçer veya Değmez.
Verdiği hüküm “İyi” olursa, yemeğine usulca yaklaşacak, çömelmiş vaziyette oturacak ve bir lokma almadan önce kuyruğunu gövdesi etrafında kıvıracaktır. “Orta” ise, çömelecek fakat kuyruğu yere uzatmış halde arka tarafta bırakacaktır. Hüküm sadece “Geçer” ise ayakta durarak yiyecek ve eğer “Değmez” olursa, üstünde toprağı eşeleme ve onu gömme törenini icra edecektir.
(Syf 25-26)
Kürklü Kişi sığınıp biraz oturabileceği bir yer bulmak için etrafına bakındı. Oldukça yorgundu. Kısa bir uyku vaktinin geldiğini düşündü; öğle yemeği meselesi bundan sonra salim bir kafayla ele alınabilirdi. İşte orada, gökten inmiş bir nimet gibi, boydan boya uzanan gayet uygun trabzanla verandalı bir evin önünde durmakta olduğunu fark etti. Tek bir hamlede verandaya ulaştı, trabzan başlığının üzerindeki kare düzlüğe olan mesafeyi ölçmek için bir saniye oturdu, sonra hayli rahat bir edayla oraya sıçradı ve adeta sadece onun için oraya konmuş gibi görünen küçük bir günışığı parçasına emin ve serbest bir biçimde yerleşti.
Kürklü Kişi merdivenin basamaklarını hızla tırmanıp hemen mutfağa girdi. İçinde mırıltılar kabarmaya başlamıştı. İki çift bacağa (çünkü tarafsız olmalıydı) defalarca süründü; burnu yukarıda, kuyruğu bayrak gibi dimdik, parmak uçları üzerinde yüksek sesle mırlayarak teşekkür ediyordu.
“Fena halde cılız bir kedi bu” dedi birinci ses.
“Üstelik pek de güzel değil, doğrusu” dedi kinci ses.
Kürklü Kişi iyi ki dinlemiyordu. Nazikçe ve büyük bir dikkatle mezgit tabağını kokluyor, zemine yerleşiyor, hatta kuyruğunu etrafına sarıyordu, çünkü işte en sonunda bir Beyefendi Kedi’ye layık bir öğün vardı önünde.
Bu iki yaşlı hanımın en olağanüstü tarafı, yemeğini huzur içinde yemesi için onu kendi haline bırakmaları ve tek bir söz etmemeleriydi. Yandaki odaya geçip başka şeyler hakkında konuşmak ve onu tamamıyla kendi haline bırakmak inceliğini göstermişlerdi. (…) Her bir parçayı yiyip bitirdikten ve tabağı birkaç kere yaladıktan sonra (çünkü bir yemek Değerli ise, Altıncı Emir şöyle der: Tabak tertemiz halde bırakılmalıdır, öyle ki bir insan onun yıkanmış olduğunu düşünebilsin”), Kürklü Kişi oturdu ve çenesini yaladı. Belki yirmi veya yirmi beş defa, hatta belki elli defa yaladı; yüzü tertemiz oluncaya kadar, ahududu rengi diliyle bıyıklarının her birini iyice temizledi. (…) Bunları yaparken, yan odada süren alçak sesli bir sohbetin mırıltılarını duyabiliyordu ve hemen ardından bir patisini havaya kaldırıp durdu, patisini bir kere salladı, saçını leğende henüz yıkamış bir insanın yaptığı şekilde başını silkeledi, sonra sessizce bir gezintiye çıktı.
“Kendi evindeymiş gibi davran” dedi en sevdiği ses “Dolaş etrafa bak”.
Öylesine bir gezinti halinde olduğunu, şu an için fare yakalamak niyetinde olmadığını, aslında çevreyi araştırdığını ve kendisinin şu veya bu şekilde herhangi bir taahhütte bulunmadığını anlasınlar diye kuyruğunu dimdik kaldırdı. Bu evin hayli büyük, hayli loş ve karanlık olduğunu, evde oyun oynamak için uzun bir koridorla en az üç uyuma yeri bulunduğunu keşfetti. Bir yatağı tercih ederdi, fakat gerektiğinde işini görecek büyük, rahat bir koltuk vardı. Tam o sırada duvarları boyunca kitaplar dizili olan ve (bu gerçekten harikaydı) içinde kocaman, düz bir masa bulunan hayli küçük bir odaya girdi. Bir Beyefendi Kedi’nin hayatında yapmayı en çok sevdiği şeyin temiz ve sert bir zemin üzerinde boylu boyunca uzanmak olduğu zamanlar vardır. (Kürklü Kişi’nin boyu epey uzundu).
Döşeme ekseriye kirli olur ve eski kırıntılar yüzünden fena kokar, ama bir masa, tercihen üzerinde kağıtlar yayılı bir masa, tam istenen şeydir. Kürklü Kişi boğazında ince, zarif bir mırıldanma şarkısının yükselmekte olduğunu hissetti.
Bu yaşlı kızlardan hiçbiri şimdiye kadar ona dokunmamıştı. Bunun bir anlayış belirtisi olduğunu hissetti. Ona mükemmel bir yemek vermişler, huzur içinde dolaşıp gezmesine müsaade etmişlerdi.
(…)
Birkaç gün oraya gidip gelse de, ne garipti ki oradan her ayrılışında, sırf o iki yaşlı kızın hâlâ orada olduklarından emin olmak ve ayrıca (itiraf etmeli) sofrada ne yediklerini öğrenmek için kendini her nasılsa onlara dönerken bulmaktaydı. Dördüncü gün yağmur yağdı ve böylece mesela çözüme bağlanmış oldu: Kürklü Kişi geceyi orada geçirdi. Ertesi sabah, kuşbaşı doğranmış ve güveç yapılmış leziz sığır etinden küçük bir tabak dolusu yedikten sonra kararını verdi. Ne de olsa, bir Beyefendi Kedi geceyi bir evde geçirirse, bir çeşit vaatte bulunmuş demektir. Patilerini içeriye çekmiş halde masanın üstünde oturup kapı ağzında duran iki yaşlı kıza ciddi bir edayla bakarak, eğer benim kâhyalarım olacaksınız ben de sizin kediniz olacağım, dedi kendine. Elbette, bu kızlar da, kuyruğunun beyaz ucu nedeniyle, bu kadar çok çeşitli mırıltılar ve şarkılar bilmesi nedeniyle hakikaten oldukça yakışıklı bir dost olması nedeniyle ve kendileri çok yumuşak kalpli oldukları için, bu teklifi kabul ettiler.
(Syf 29-35)