MAYA ANGELOU (4 Nisan 1928- 28 Mayıs 2014)
Şair, yazar, performans sanatçısı, öğretmen, yönetmen ve bir aktivist olan Maya Angelou, 4 Nisan 1928’de St. Louis, Missouri’de doğdu. Çocukluğu büyükannesiyle birlikte Stamps, Arkansas’ta geçti. Yedi yaşındayken annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğradı. Kendisine bunu yapanın kim olduğunu söyledikten sonra adam tutuklandı. Bu olaydan sonra beş yıl hiç konuşmadı.
17 yaşında anne olan Angleou, aşçılık, seks işçiliği, garsonluk, özel şoförlük, dansçılık gibi pek çok işte çalıştı. 1950'lerin sonlarında, Harlem Yazarlar Loncası'na katıldı, James Baldwin ve diğer önemli yazarlarla tanıştı. Bu sürede Dr. Martin Luther King'in konuşmasını dinleme fırsatı buldu. Onun mesajından ilham alarak medeni haklar mücadelesinin bir parçası olmaya karar verdi. Dr. King için çalışmasının ardından Angelou, oğluyla birlikte Kahire'ye ve 1962'de Batı Afrika'daki Gana'ya taşındı. Serbest yazar olarak çalıştı, editörlük yaptı.
1960'ların ortalarında Amerika’ya döndüğünde, James Baldwin ve Random House'da editör olan Robert Loomis tarafından bir otobiyografi yazması için teşvik edildi. “Kafesteki Kuşun Neden Şarkı Söylediğini Biliyorum”u yazdı. Angelou'nun çocukluğunu anlatan ve oğlunun doğumuyla sona eren kitap Ulusal Kitap Ödülü'ne aday gösterildi. Kafesteki Kuşun Neden Şarkı Söylediğini Biliyorum’u on yedi yaşında yeni anne olduğundaki yaşamını anlatan “Benim Adımla Toplanın” izledi. Yaşamını ve oyunculuk kariyerini ve sivil haklar mücadelesini anlatan toplam 6 otobiyografik kitap yazdı.
Angelou otobiyografilerini ve şiirlerini yazarken kariyerine sinema ve televizyonda devam etti. 1972'de senaryosu (Georgia, Georgia ) olan ilk siyah kadın oldu. 1977'de Roots'taki performansıyla Emmy ödülüne aday gösterildi.
Amerikan edebiyatının son 50 yıldaki en önemli isimlerinden biri olarak da gösterilen Angelou, 2013 yılında edebiyat camiasına katkılarından dolayı Ulusal Kitap Onursal Ödülü olan Edebiyat Ödülü'nü aldı.
Maya Angelou’nun Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Benim Adımla Toplanın” kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
BENİM ADIMLA TOPLANIN
On yedi yaşındaydım, çok yaşlı, utanç verici derecede gençtim, iki aylık bir oğlum vardı ve hâlâ annem ve üvey babamla birlikte yaşıyordum.
Bana bebeğimi onlara bırakıp okula dönme şansı verdiler. Reddettim. Birincisi, gençliğin verdiği erdemli ciddiyetle bunu Baba Cidell Jackson'ın öz kızı olmadığım ve o zamana dek evlilik zincirlerinde bazı zayıf halkalar gördüğüm için, çocuğumu ancak babam ve annem hâlâ birlikte olsaydı onun torunu sayılacağı sebebine dayandırdım. İkincisi, her ne kadar annemin kızı olsam da, onun beni on üç yaşına kadar başkalarının yanında bıraktığını ve kendi çocuğuna göstermediği sorumluluğu benim çocuğuma göstermesi için bir sebep olmadığını düşündüm.
(…)
Hayalgücünüz ne kadar fazla olursa olsun, annemi merhametli olarak tanımlamaya yetmezdi. Cömertti, evet; anlayışlı, asla. Kibar, evet; hoşgörülü, asla. Onun dünyasında, onayladığı insanlar kendi ayakları üzerinde duranlar, işe dört elle sarılan ve canlarını dişlerine takarak çalışanlardı. Ve işte bir de ben vardım, onun evinde yaşayan ve okula dönmeyi reddeden. Evlenmeyi aklından bile geçirmeyen (kabul edilmeli ki kimse teklif de etmemişti) ve hiçbir işle uğraşmayan. Hiç vakit kaybetmeden bana iş aramamı öğütledi. En azından sözlü olarak yapmadı bunu. Ancak oyun masasında geçen uzun gecelerin ve yatak odasında tutulan inanılmaz miktardaki paranın verdiği sorumluluk duygusunun gerginliği halihazırda var olan asabiyetini artırmıştı.
Daha eski, daha özgür günlerimde onun aksiliğini basitçe fark ederdim, ama şimdi uğursuz bir nesne gibi yanımda taşıdığım suçluluk duygum paranoyamı besliyordu ve bir başbelası olduğuma emindim. Bebeğim ağlamaya başladığında onun altını değiştirmek, beslemek, şımartmak ve böylece onu susturmak için telaşla koşturuyordum. Gençliğim ve kendimden şüpheye düşmüş halim beni o önemli kadının karşısında haksız duruma düşürüyordu.
Güzel torununu görmekten çok mutlu oluyordu ve pek çok bencil insanda olduğu gibi, bebeğin her güzel özelliğini kendisinin bir yansıması olarak görmekten duramıyordu. Bebeğin muntazam elleri vardı… “Peki, benimkilere bir bak.” Bebeğin ayakları tarak kemikleriyle birlikte mükemmel bir uyum içindeydi; elbette onunkiler de. Bana kızgın değildi; hayatın ona uygun gördüğü oyunda kendi elini oynuyordu. Ve bunu ustalıkla yapıyordu.
Kibir ve güvensizliğin karışımı, fazlaca karıştırılmış alkol ve benzin kadar yakıcıdır. Tek farkları, ilk karışımın mahvedici infilakının daha uzun bir içten yanma sonucunda gerçekleşiyor oluşudur.
Evden ayrılacak, bir işe girecek ve tüm dünyaya (oğlumun babasına) güçlü ve gururlu biri olduğumu gösterecektim.
(Syf 11-14)
(…)
“Creole sosu pişirebilir misin?”
Karşımda duran kadına baktım ve ona yavaşça eriyen tereyağı kadar yumuşak bir yalan söyledim: “Evet, elbette. Pişirmeyi bildiğim tek şey odur zaten.”
Creole Cafe’nin camına asılı karton ilanın üzerinde şöyle yazıyordu: AŞÇI ARANIYOR. HAFTALIK YETMİŞ BEŞ DOLAR. Bunu okur okumaz Creole sosu pişirebileceğimi biliyordum, artık o her ne ise.
Ya yardıma çaresizce muhtaç oluşu, dükkân sahibesini yaşımı sorgulamayacak kadar kör etmişti ya da 1.80’e yaklaşmış olan boyum ve on yedi yaşında oluşumu maskeleyen tavırlarımla buna ben sebep olmuştum. Beni tarifler ve menüler hakkında sorguya çekmedi, ancak uzun kahverengi suratı kırışıklarla çizgi çizgiydi ve sorusunun köşelerinden şüphe sallanıyordu.
“Pazartesi başlayabilir misin?”
“Memnuniyet duyarım.”
“Haftada altı gün, biliyorsun. Pazarları kapalıyız”
“Benim için uygun. Pazarları kiliseye gitmeyi severim.”
Bana bu yalanı şeytanın söylettiğini düşünmek berbattı, ancak beklenmedik bir anda gelmiş ve çok işe yaramıştı. Yüzündeki şüphe ve güvensizlik ansızın silindi ve gülümsedi. Dişlerinin tümü aynı boydaydı, ağzında yarım daire çizen beyaz, ufak bahçe çitleri gibi.
“Pekâlâ, iyi anlaşacağımızı biliyorum. Sen iyi bir Hristiyansın. Bunu sevdim. Evet, bayan. Kesinlikle sevdim.”
İşe olan ihtiyacım söylediklerini inkar etmekten alıkoydu beni.
“Pazartesi kaçta?” Tanrı’ya şükürler olsun!
“Beşte burada olacaksın.”
Sabahın beşi. Haydutlar başkalarının rüyalarının üzerine yatıp uykuya dalmadan evvel geçilecek o tekinsiz sokaklar. İçerisi aydınlatılınca siste kalmış evler gibi görünen tramvayların bile takırdayarak çalışmaya başlamasından önce. Beş!
“Elbette. Pazartesi sabahı saat beşte burada olacağım.”
“Günün yemeklerini pişirir ve sıcak kalmaları için buhar masasına koyarsın. Az vakit alan siparişleri hazırlamana gerek yok onları ben yaparım.”
Bayan Dupree ellili yaşlarda, etine dolgun, kısa boylu bir kadındı. Saçları doğuştan düz ve gürdü. Muhtemelen Cajun Kızılderilisi, Afrikalı ve beyaz meleziydi; ve elbette, zenci.
“Peki ya ismin nedir?”
“Rita.” Marguerita çok ciddiydi, Maya ise çok zenginmişim izlenimi veriyordu ‘Rita’ parlak kara gözler, acı biberler ve gitar tıngırdatılan Croele akşamları gibi geliyordu kulağa. “Rita Johnson.”
“Ne kadar güzel bir isi.” Ardından, bazı insanların yakınlık göstermek için yaptıkları üzere ismimi değiştiriverdi. “Sana Reet diyeceğim. Tamam mı?”
Tamam, elbette. Bir işim olmuştu. Haftalık yetmiş beş dolar. Böylece Reet oldum. Reet, git, bit. Şimdi tek yapmam gereken şey yemek pişirmeyi öğrenmekti.
(Syf 17-18)
Creole Cafe içi pişmiş soğan buharı, sarımsak sisi, domates dumanı ve yeşil biber serpintilerinden buğulanmıştı. Bu bıktırıcı kokuların arasında yemek yapıyor, ter içinde kalıyor ve orada olmaktan mutluluk duyuyordum. Nihayet hasretini çektiğim yetkiyi elde etmiştim. Bayan Dupree günlük menüyü seçiyor ve yemeklerle ilgili kararlarını bildiren not kağıdını buhar masasına bırakıyordu. Ama ben, Rita, yani şef Creole usulü fırında kaburganın içine ne kadar sarımsak konacağına Shreveport işkembesini tatlandırmak için kaç tane defne yaprağı gerektiğine karar veriyordum. Bir ay kadar bir süre içinde, altının gizli özelliklerini keşfetmek üzere olan simyacı beklentisiyle mutfağın gizemine karışmıştım.
Çalıştığım zaman bebeğime göz kulak olması için annemin bulduğu yaşlı, beyaz bir kadınla anlaştım. Bebeği onun gözetimine bırakmak konusunda isteksizdim ama annem onun beyaz, siyah ve Asyalı çocuklara eşit davrandığını söyledi. İlerlemiş yaşının onu her türlü ırk farkının ötesinde davranmaya ittiğini düşünüyordum. Bu kadar uzun yaşayan herkes boş zamanlarında yaşam ve ölüm hakkında düşünüyor olmalıydı. O değerli zamanını önyargıları düşünerek harcayamazdı elbet. Gençlik hastalığının en faydalı yanı, ıstırabın ciddiyetine karşı olan cahillikti.
(Syf 21-22)
Bunca zaman beklediğim şeydi aşk. Çocuksu cahillik ya da cesaret gösterilerinden kaynaklı, yetişkinlere has hareketlerde bulunmuştum, ama şimdi olgunlaşmaya başlıyordum. Bedenimden memnuniyet duymaya başladım çünkü bana müthiş zevk veriyordu.
(…)
Kıvırcık ilişkimizin başında bana San Diego tersanesinde çalışan ve yakın zamanda işinden ayrılacak olan bir kız arkadaşı olduğunu söylemişti. Ardından New Orleans’a geri dönecek ve evleneceklerdi. Bu bilgileri de acilen zihnimin acı ve diğer sevimsiz duyguları ötelediğim kısmına sakladım. Bunun bir süreliğine beni rahatsız etmesini istemiyordum ve öyle de oldu.
(…)
Bir kere daha kurtarıcım, bu rolü çocukluk yıllarımda bol bol oynamış olan abim Bailey oldu.
Aylar sonra bir mühimmat gemisiyle şehre dönmüş ve beni görmeye restorana gelmişti.
(…)
Odamda Bailey’ye büyük aşk hikayemi anlatırken bebeğim de yerde emekliyordu. Acının keşfinin verdiği acıyı anlattım ona. Anladığını belli edercesine başını salladı ve hiçbir şey söylemedi.
Hazır ilgisi üzerimdeyken ona diğer üzüntümden de bahsetmeye karar verdim. Eski okul arkadaşlarımın benimle alay ettikleri için kendimi Stamps, Arkansas’ta olduğundan da yalnız ve dışlanmış hissettiğimi anlattım.
“İyi bir adama benziyor,” dedi. “Bence senin San Fransisco’dan ayrılma vaktin geldi. Los Angles ya da San Diego’yu denemelisin.”
“Ama nerede kalabileceğimizi bilmiyorum. Ya da iş bulup bulamayacağımı.” Her ne kadar San Fransisco’da berbat halde olsam da, yeni bir yer fikri beni korkutuyordu. Los Angles’ı hayal ettim ve gemileri ya da deniz feneri olmayan gri uçsuz bucaksız bir deniz belirdi gözümün önünde.
“Guy’ı buradan öylece ayıramam. Ona bakan kadına çok alıştı.”
“Ama sonuçta annesi değil o.”
“Burada bir işim var.”
“Ama hayatın boyunca Creole pişirmeyi düşünmüyorsun herhalde.”
Bunu düşünmemiştim. “Güzel bir odam var. Sen de öyle düşünmüyor musun?”
Doğrudan gözlerimin içine baktı. “Tanrım, sefil olmaktan memnunsan buna devam et, ama sana üzülmemi bekleme. İyice bunal ve içinde debelen. Sefilliğinin en ince ayrıntısına kadar keyfini sür, ama gelip benden anlayış bekleme.”
Beni çok iyi tanıyordu. Söyledikleri doğruydu. Reddedilmiş âşık rolünü seviyordum. Terk edilmiş ancak yine de var olmaya devam eden. Kendimi tek başına sokak lambasının yumuşak sarı ışığının altında bekleyen bir kadın kahraman gibi görüyordum. Bekler. Bekler. Sis çökerken hafif bir yağmur başlar ama onu sırılsıklam etmez. Beyaz trençkotunun (yakası kaldırılmış) içinde titremesine yetecek kadar yağan bir yağmur. Ah, beni çok iyi tanıyordu.
“Eğer bu hastalıklı görüntünle buralarda kalmak istiyorsan, senin bileceğin iş. Kimsenin senden alamayacağı hakların var elbette. Bu da onlardan biri. Şimdi, ne yapmak istiyorsun?”
O gece Los Angeles’a gitmeye karar verdim. Önce bir ay daha çalışıp, biriktirebileceğim tüm parayı biriktirmeyi düşündüm. Ama Bailey, “Bir değişiklik yapmaya kesin karar verdiğin zaman onu bekletmemelisin,” dedi. Çalıştığı gemi, tazminatını verdiğinde bana iki yüz dolar vereceğini ve patronuma bir hafta içinde ayrılacağımı bildirmemi söyledi.
Hayatım boyunca hiçbir zaman kendime ait iki yüz dolar param olmamıştı. Bir sene boyunca yaşamımızı sürdürebileceğimiz bir miktar gibi geliyordu kulağa.
Los Angeles'a gidecek olmak fikri dahi gençliğimi geri getirmişti.
Annem planlarımı hiçbir şaşkınlık emaresi göstermeden dinledi. “Sen yetişkin bir kadınsın. Kendi kararlarını kendin verebilirsin.” Yalnızca bir kadın olmadığıma, aklımdan geçenlerin daha çok hayvani bir içgüdüden kaynaklandığına dair en ufak bir fikri yoktu. Bir ağaç ya da nehir gibi, rüzgâr ya da akıntıya adeta boyun eğmiştim.
(Syf 33-37)