Mehmet Celal: Kuşdilinde

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Mehmet Celal ile devam ediyor.

01 Aralık 2023 - 08:25

MEHMET CELAL (1867- 26 Ocak 1912)

1867'de İstanbul'da doğdu. Babası Ferik İsmail Hakkı Paşa’nın memuriyeti nedeniyle çocukluğunu Şam, Beyrut, Sofya, Erzincan gibi pek çok farklı şehirde geçirdi. Bu nedenle çeşitli okullara devam etse de düzenli bir eğitim göremedi. Özel hocalardan ve babasından dersler aldı. 1882’de Jandarma Dairesi Tahrirat Kalemi’ne kâtip olarak girdi. Alkol sorunu nedeniyle sağlığı bozuldu, görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 

Edebiyatımızda Ara Nesil olarak adlandırılan grubun önemli kalemlerinden olan Mehmet Celal’in ilk şiirleri Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı. Daha sonra Maarif, Hazine-i Fünun, Mektep, Malumat gibi pek çok dergide yazarak adını duyurdu. Roman, şiir, hikâye ve tenkit gibi farklı türlerde, çok sayıda eser kaleme alan yazarın ilk romanı Venüs yayımlandığında okurların beğenisini kazandı ve kısa zamanda üne kavuştu. 

Genç yaşta hayatını kaybeden yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okurla buluşturulan Kuşdili’nde isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

KUŞDİLİ’NDE 

Herkesin tatlı uykuya daldığı sabahın o kadar erken bir vaktinde sokak kapısının çıngırağı çınlaya çınlaya aksettiği için henüz uykudan uyanmış, yine dalmış olan Refet, karyolasında doğrularak bu saatte kimin geleceğini düşünerek:

  •  Kapıya bakın! diye haykırdı.

Böyle erkence gelen, arkadaşı Remzi'ydi.

Refet onu karşılayarak:

  • Hayrola dedi, böyle erken?..

Remzi gülümseyerek:

  • Akşam ne konuştuğumuzu unuttun mu?

  •  Ha, sahi! Gezmeye gidecektik, değil mi?

  •  Ya!

  •  Öyleyse odaya gel de bir yer seçelim.

Cerrahpaşa'da Marmara'ya bakan, oldukça köhneleşmiş görünen bu konağın selamlık¹ odasında karşı karşıya oturdular. Gezecek bir yer seçmeye başladılar. Remzi:

  • Nereye gitsek?

  •  Çırpıcı'ya!

  • Sevmem, Çingene kadınların terbiyesizliği o kadar kanıma dokunur ki…

  • Veliefendi've diyecek yok ya!

  • Ha Çırpıcı ha orası

  • Makriköyü'ne ne dersin?

  • Kızgın güneşin altında bir hayat cehennemi geçirmek istersen gidelim derim.

(…)

  • Büyükada'ya ne dersin?

  •  Uzun...

  • Haydarpaşa?

  •  Yanar!

  • Erenköy, Maltepe?..

  • Kuzum Allah'ını seversen! Bu sıcağın altında solmuş sararmış gibi görünen yerlerin nesine âşıksın?

  • Fenerbahçe'de eğlenilemez mi?...

  • Sahi! Hadi bugün oraya gidelim.

  • Hadi...

Vapur Haydarpaşa iskelesine yanaşacağı sırada iki arkadaş trene binmektense arabayı tercih ettiler. Genişçe bir faytona atladılar, yola düzüldüler.

Resmini göre göre, yerini işite işite herkese gına getiren Fenerbahçe, bugün hatırı sayılacak derecede kalabalıktı.

Bu kalabalığın akşama doğru izdiham şeklinde görüleceğine şüphe mi var?

Fayton mu istersiniz, kupa mı?..

Viktorya mi istersiniz, öküz arabası mı?..

Hele şu uzunca öküz arabasının içinde oturan aile halkın hiç dikkatten geçirmez misiniz?..

Letafet Kalfa kıçta, büyük hanımefendi yahut hanımnine -arabacıyla omuz öpüşür gibi- en başta! Orta yerde küçük hanımefendi, miniminiler! O miniminiler ki önlerindeki hasır sepetlerden bir türlü elleri ayrılmaz!

Görenek denilen iptilaya kapılarak, borca harca bakmayarak zavallı anne babalarını makineye getirerek birer bisiklet tedarik eden beyefendiler (!) de garip tavırlarıyla-velev yabancılara karşı olsun- gülünç bir tablo meydana getiriyorlar.

Deniz havası, gezintisinin tesiri iki arkadaşı oldukça acıktırmıştı.

(…)

İki genç arkadaş-yanı aç, yanı tok-otelden çıktıktan sonra, tekrar araba halkasına dâhil oldular.

Tam bu sıradaydı ki yanlarından zarif bir kupa aheste aheste geçti. Hakikaten güzel simalara bir çerçeve olan pencerenin arkasında karşı karşıya oturmuş iki kadın, iki arkadaşın dikkatini çekti.

Refet’in tahminine bakılırsa arkadaki henüz açılmamış gonca ancak yirmi bahar görmüş olmalı!

Açık, kestane rengindeki saçlarının çerçevelediği lâtif yüzü koyu, mavi gözler, ince kaşlar, kıvırcık kirpikler, çekme burun, kırmızı dudak, bu kırmızı dudak karşısındakine hitap ederken görüldüğü üzere, muntazam bir sıra inciyle süslenmişti.

Karşısındaki kız ise yanaklarına gölge salan kirpiklerinin arasından önüne bakmasından, kirpiklerinin ucuyla gelip geçeni -şöyle hırsızlama cinsinden- süzmesinden, saygılı bir vaziyette oturmasından anlaşılıyordu ki ya bir halayık yahut beslemeden başka bir şey değildi.

Refet, Remzi zarif kupadan bir türlü gözlerini ayıramıyorlardı. Öyle ki güneş ufuktaki dalgalarda sarı saçlarını yıkarken, turdan birdenbire ayrılan kupanın dönüş yoluna girdiğini anlayan iki arkadaş arabanın peşine düştüler.

Kalamış yolunda, öyle bir zaman, öyle bir tesadüf oldu ki arabalar yan yana geldi:

Küçük hanım biraz serbest, biraz işveli, biraz gülümseyerek baktı. Hizmetçi yahut halayık da hanımın baktığı tarafa doğru şöyle göz ucuyla bir bakış atmaya cesaret etti.

Öndeki araba Kuşdili'ne yöneldi. Bahçe ortasında bina edilen bir köşkün önünde durdu. Kadınlar indiler, küçük hanım ardından gelenlere bakışlar fırlatarak, belli belirsiz gülümseyerek aceleci bir çocuk süratiyle içeri girdi. Onu izleyen araba yavaş yavaş döndü, yorgun atlar süklüm püklüm Kadıköyü'ne doğru yola koyuldu.

( Syf 1-4)

Bu gece bilmem ne olmuştu. Refet’in gözüne bir türlü uyku girmemişti! Azıcık gözünü kapasa, azıcık dalacak gibi olsa kendisini Fenerbahçe’de, Kuşdili’nde nihayet iki güzel kadının yanındaymış gibi görür, birden bire uyanır, bir hülyaya dalmış olduğunu anlayarak içini çekerdi!

(…)

  • Canım bir kere düşün: Fenerbahçe’ye gezmeye gitmişsin, orada iki kadın görmüşsün. Diyelim, kesin olarak hükmetmişsin ki, bunların biri evin küçükhanımı, öbürü ya halavığı ya beslemesidir. Bakalım bu küçükhanım kimdir? Arabayla bahçesine kadar girdiği köşk kendisinin midir, yoksa kendisi orada misafir midir? Anası, babası ne gibi şeylerdir? Hangi familyaya mensupturlar? Ayrıca, kocası var mıdır, yok mudur?.. Hem şu son asırda, o kadın sana uygun gelecek mi, gelmeyecek mi? Buraları lazım değil, değil mi? Nasıl dün yaptığın gibi, bir “Adam sen de!..” daha savurabilir misin? Savurabilirsen sayarım seni!

 

  • Refet, canının sıkıldığını saklamayarak:

  • Ee, ne yapalım? dedi. Buna bir çare?.. 

  • Pek sade! Herkes evlenme meselesinde ne yaparsa sen de öyle yaparsın, yani herkese benzersin. 

  • Ne gibi?

  • Ne gibi olacak, teyzeme yalvarırım, yakarırım, onun bundan elli sene evvelki kadınlık hislerini harekete geçirecek sözler söylerim, zaten babanla görüşmez bir kadın değil! Her ikisi de birbirine karşı teklifsiz! Hafta geçmez ki, bir sabah kahvelerini beraber içmesinler ve bu kahveyi solmuş dudaklarıyla üflerken bir hüsran ahıyla -körük gibi- göğüsleri kabarmasın! Sen de söyle böyle değil mi?

  • Öyle!

  • Öyleyse, böyle olur.

(Syf 8-14)

  • Geçen gün sizinkiyle bizimki Fenerbahçe'ye giderler. 

  • Evet!..

  • Fenerbahçe'nin, Sarıyer'in, daha bilmem nerelerin rezaletlerini bilirsiniz ya?..

  • Maatteessüf, gördüm, bilirim. Fakat bir daha da görmek istemem. Yemin ettim. 

  • İsabet! Bizimkilerin arabası orada bir konak arabasının arkasına takılır, o araba gider, bu araba gider... 

  • Derken?..

  • Derken efendiciğim, araba Kuşdili'ne sapmış!..

  • Bizimkiler de sapmışlar, desenize!

  • Durun efendim, söyleyeceğim: Evet, onlar da arabanın arkasına takılmışlar. Araba bir köşkün bahçesine girerken, arabanın içindeki küçükhanım bir baş işaretiyle, bir tebessümle beylerimizi selamlamış!.. Bizim Refet de şimdi şu anda kulaktan... şey, kulaktan demişim, gözden âşık olmuş!.. “Bir bakışta sevdim seni!” şarkısı yahut Binbir Gece Hikâyesi! A! İki elim yanıma gelecek! Ne yalan söyleyeyim, bizim zamanımızda erkekler şöyle eteğimizin ucunu bile göremezlerdi! 

  • Hakkınız var hemşire! Şimdi öyle "pâk-damen"ler (eteği temizler) kalmamış! Sonra efendim?.. 

  • Sonra efendim, Remziciğim demek ister ki, şu hanımi gidip göreyim, eğer Allah kısmet etmişse... Eğer izniniz olursa...

Haluk Bey parmaklarının uçlarıyla sakalını karıştırarak ve tebessüm ederek dedi ki:

  • İlahi Bedriye Hanım! Benden bunu mu sormaya geldiniz? Benim bu gibi izdivaçları uygun bulacağımı bilmiyor musunuz? Kısmetse ne diyelim! –

  • Hay Allah razı olsun?

  • Öyle ya!.. Bilir misiniz, adamcağızın biri on beş yaşındaki oğlunu evlendirmek istemiş. Ahbaplarından biri de "Daha küçük! Aklı başına gelsin de ondan sonra evlendirin!" demiş. O adam da "Aklı başına gelirse hiç evlenir mi?" karşılığında bulunmuş! Her neyse! Şimdi netice... 

  • Netice izniniz olursa, gidip kızı göreceğim.

(…)

Şimdi Refet, Marmara'ya bakan penceresinin önünde hülyalar içinde düşünüyordu...

Saatler, dakikalar mı kendisine uzun geliyordu yoksa onlar mı geç kalmışlardı? Acaba köşkü bulabildiler mi? Köşkü bulmak kolaydı, Remzi budala değildi ya! Elbette teyzesine yanlış bir kapı göstermez.

(…)

Nihavet Refet bir çıngırak sesiyle yerinden fırladı. Merdiven başında Remzi'yle karşı karşıya geldiler. Remzi gülümseyerek:

  • Beklettik, değil mi? dedi. Fakat azizim, sana müjde! Kız pek güzelmiş!

  • Aman Remziciğim! Ağzını öpeyim.

  • Amanı, zamanı yok. Hakikat böyle. İnşallah bahtiyar olursun!

Refet, bir çocuk sevinciyle çırpına çırpına Remzi'nin kolları arasına atıldı, arkadaşını öpmeye başladı. İki kuvvetli kolun arasında bitap kalan Remzi:

  • Dur Allah aşkına, boğulacağım! Bunlar ne kadar bol buseler! Beni Nurhayat Hanım mı zannettin? ne güzel!..

  • Vay! İsmi Nurhayat mıymış? Ne güzel!...

(Syf 17-20)

Düğün pek ihtişamlı, pek parlak oldu. Kadın erkek yüzlerce davetli, bu düğüne sevinçle girdiler, sevinçle çıktılar.

“Allah dirlik düzenlik versin!” diyenlerin duaları kabul edilmiş olmalı ki bu bir çift için saadetin nurlu günleri ufukta doğmaya başlamıştı.

Evet, bu iki aşk sarhoşu saadetli bir hayat geçiriyorlardı.

Sabahleyin kuşlarla beraber uyanırlar, güneşin doğuşuyla beraber giyinirler, iki küçük beygir koşulmuş hasırlıya binerek dere kenarlarında, Fenerbahçe yollarında öyle mesut ve sevinçli dolaşırlardı.

(…)

İşte böyle bir cennet hayatı içindeydiler. Kâh İstanbul'daki konakta, kâh Kuşdili'ndeki köşkte mesut bir hayat başladı.

Hemen felek düzenlerini bozmasın! Evet! Hemen felek düzenlerini bozmasın ama bozacak gibi geliyor!..

Refet'in bir gece geç kalması, bir gece de köşke hiç gelmemesi Ruhi Paşa ailesi içinde sızıltıya sebep olmuştu. Yine geç geldiği bir gece, Nurhayat'ını orada, merdiven başında gücenmiş bir halde gördü.

Odalarına girdikleri vakit, Nurhayat kendini bir kanepe üstüne atarak, kollarını göğsü üstüne çaprazlayarak kocasını baştan aşağı süzdü.

  • Allah aşkına, dedi, merak ediyorum: Geç geleceğiniz geceleri bana haber verseniz... Haber verseniz de babamın, anamın serzenişlerine uğramasam, sizi müdafaa etmek için elimde bir kuvvet bulunsa!..

Refet, işte ilk defa olarak, karısını böyle beti benzi solmuş, gözleri büyümüş, asabi bir hiddete kapılmış halde görüyordu:

  • İki gözüm, Nurhayatçığım, diye teminat veriyordu. Ben nerede kalabilirim. Bazen bildiklere rast geliyorum, bir yerde oturuyoruz ve vaktin geçtiğinden haberim olmuyor...

  • Niçin haberiniz olmuyor?.. Başka birisini düşünecek kadar saatinizden, dakikanızdan, velhasıl bütün hüviyetinizden bihaber misiniz? Sizi bu kadar budala eden kimdir, bakayım?... Sebebini anlayayım da bari sizi bir cinnetten, tımarhanelik olmaktan kurtarayım.

(Syf 29-32)

 
Etiketler; mehmet celal

ARŞİV