Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Mehmet Seyda ile devam ediyor.
Mehmet Seyda (15 Ağustos 1919- 13 Temmuz 1986)
İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaokulun hemen her sınıfını başka bir okulda ve ilde okuyarak Pertevniyal Lisesi Orta Bölümü’nü sınavla bitirdi. Gazete muhabirliği ve işçilik yaptı. Zonguldak Ereğli Kömürleri (1937-1941) ve Divriği-Demir Madenleri İşletmeleri’nde (1944-1946), Merzifon Halk Bankası’nda memur olarak çalıştı. Daha sonra Basın İlan Kurumu’nda göreve başladı.
İlk hikâyeleri Ses, Tan, Yeni Adam, Yedigün, Yeni Edebiyat dergilerinde yer aldı. Ne Ekersen adlı romanı Yunus Nadi Armağanları'nda dereceye girdi. Bundan sonra Yelken, Yeditepe, Dost, Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Varlık, Türk Dili dergilerinde yazıları çıktı.
Bir Gün Büyüyeceksin ile Doğan Kardeş Çocuk Romani Armağanı'nı, Yanartaş ile TRT 1970 Başarı Ödülü'nü, İhtiyar Gençlik ile May Edebiyat Ödülü'nü, İçe Dönük ve Atak ile Türk Dil Kurumu 1974 Ödülü'nü kazandı.
13 Temmuz 1986’da yaşamını kaybeden yazarın Bilge Kültür Sanat tarafından yayımlanan “Hikâyeler” isimli kitabından Allahlık Fevzi Bey isimli öyküsünden kısa bölümler paylaşıyoruz.
ALLAHLIK FEYZİ BEY
Yıl 1939. Aylardan ya şubat ya da mart: Bizim “Muhaberat Servisi"nde herkes şeflik kaygısına düşmüş, herkes kazan kaldırmışken, önce tepeden inme bir telgraf, ardından Bay Feyzi Önen çıkageldi.
Öyle bir çırpıda, birkaç kalın çizgide belirip ortaya çıkacak tiplerden sayılamaz kendisi. Torpili bu kerte güçlü birisini gözümüzde büyütmüş durmuştuk; bir kıyıda, daha sağsa kulakları çınlasın, topumuzu düş kırıklığına uğrattı:
Daktilo Muazzez Hanım, yakası kürklü palto giyer, şakaklarına hafiften kır düşmüş, kalantor birini gözlüyordu örneğin. Bense, yüksek perdeden konuşur, carti curtu bol bir adam gelecek, milleti birkaç günde hizaya getirecek sanmıştım. Dedim ya, anlatmak güç Feyzi Bey'i. Mustabey armuduna benzer bir kafa, yelken kulaklar, çöp gibi bir boyun. Höt desen yedi yıllık yola kaçıyor. Kısa kısa, tez tez, azıcık da yampiri adımlar atarak yürürken, nerdeyse kopacak sanılan o boynun üstünde cansız bir madde gibi sallanıp duran armutsu bir kafa. Acınır mısın, güler misin, kızar mısın? Her Tanrının günü giydiği koyu lacivert ceketinin cepleri -ki, astar içini ikide bir de açıp, giyim kuşam budalası olan bizlere, kumaşının katkısız “Kız Marka” olduğunu tanıtlamaya kalkışırdı- sağlı sollu, kitaplarla kâğıtlarla tıklım tıklım.
(…)
Kaymakamlık yıllarından kalma bir alışkanlığı olacak; tatlı sabah uykularından er uyanamaz, işe hep – yarım saat- geç kalır, sabah kahvaltılarını da gelir serviste yapardı. “Bay yarım saat’ti adı. Şefimizdi.
(…)
Yumurtaları döke saça yemeye başlayınca, hep birden, "Afiyet olsun Feyzi Bey!" derdik biz. "Mersi, buyrun!" derdi. Biz gene, "Afiyet olsun, yarasın!" derdik.
Öteden daktilo Muazzez Hanım, şefimizin yemek yiyişinden midesi bulanıp dışarı uğrar, musluk başında biraz öğürür gelirdi. Ona da döner, “Geçmiş olsun!” derdik. “Mersi mersi...” diye kırıtarak gülümser, mendile döktüğü kolonyayı burnuna çekerdi. Ardından bir "-Siz de ister misiniz? -İsterim, istemem"dir gider artık.
(…)
Bütün müzelikler bizde toplanmış zaten. Söz gelişi; Feyzi Bey'de şeflik tek, İlyas Bey'de çift. Kendini telefonda ya da odaya girmiş bir yabancıya tanıtacaksa, yerine ve sırasına göre, kimine “Ben İstatistik Şefi İlyas", kimine "Hayvanat Servisi Şefi İlyas" diye tanıtır.
(…)
… Muazzez Hanım'ın masası pencere kıyısında, Şefimizin masasının solundaydı. Yazı alıp verirlerken kollarını yarı uzatsalar yeterdi. İlyas Bey'le Lütfi Bey arasında uzayıp giden aşk, kıskançlık ve çekişmelerine Feyzi Bey'i de sokuşturmak usuna nereden esmiş bilinmez. Bu bir dalgınlık yüzünden mi oldu yoksa? Ağustosun sıcaklarında ince, çiçekli emprimeler giyinip odadakilerin başlarını döndürmesi yetmedi galiba. Tam Feyzi Bey ona kâğıdı uzatacak, sıyrılıp açılmış eteklerin altından, çıplak sağ bacağını gördü kadının.
Şefimizde, akım çarpmış gibi elektriklenme. Konuşacağını şaşırdı. "Muazzez Hanım..." dedi kaldı.
Lütfi Bey dışarı çıkmıştı. İlyas Bey telefon başında ocakları bulmaya, bulup hesap çıkarmaya çalışıyordu. Bense, elde olmadık bir kuşkuda, Feyzi Bey'den gözümü ayırmıyorum. Masam öteki pencerenin dibinde olduğundan, Muazzez Hanım'ın numarasını görmüşüm.
Kadın eteğini indirdi hemen. Çok utanmış, aynı zamanda kırılıp dökülen bir sesle:
“Efendim, buyrun...” dedi.
(…)
Kimi mektubu günde üç dört kez yazmaktan bezen kadının, “Bak ben ona bir oyun oynayım da gör...”demesinden sonra, oyunun çeşidi ortaya çıkıyor, işler iyice eğlenceli bir duruma giriyordu. Ertesi gün gene o dalgınlık numaraları, cicimler. Şefimizin yersiz çırpınışları. İş buldu kıvamını, hem adamakıllı buldu.
Melek ya da evliya yoktu aramızda; “Hadi, sen söyle, ben yazayım!” sözüne istekle uydum. Öğle paydosunda kafa kafaya verip bir aşk mektubu döşendik Feyzi Bey'e. Olgunluğunu, ağır başlılığını, kimsenin sezemediği cana yakınlığını göklere çıkartıyorduk. Muazzez Hanım usullacık, ağzı zaten faraş ağzı gibi açık cebine indirdi mektubu.
(…)
Çok geçmedi aradan, Muazzez'in çantasından üç sayfalık, upuzun bir aşk mektubu çıktı. Kadınsa, böyle durumlarda zaten usta; çantasını açıp da mektubu görünce bastı çığlığı. Bir yanını bir şey sokmuş sanıp toplandık başına. Feyzi Bey'in kanatlanmış kuş yüreğini bir iyice ağzına getirdikten sonradır ki, “Yok yok, bir şey yok!” deyip yatıştırdı ortalığı! “Ben başka bir şey sandım.”
Yemek paydosunda okuduk. Şefimiz donatmış da donatmış. “Sizi görüp de sevmemek elde mi Muazzez Hanımcığım?” diye başlıyor. Üstelik daktiloda da değil, kendi elceğizi ile yazılmış. “Siz Genel Müdürü benim kadar tanımazsınız. Aleyhimde çevrilen bütün fırıldaklara rağmen, emin olun, beni çok tutuyor. Geçende, ücretinize zam yapılması için teklifte bulundum. Hemen kabul etti, hem de, 'Ben o hanımı tanırım, çalışkandır, sizi üzmez, memnuniyetle...' diyerek. Sene başında size, otuz lira zam yapılacak. Şimdiden tebrik ederim.” İşte karşılaştığı güçlükler, herkesin nazı Şefimizi öyle sindirmiş ki, adamın eleştiri yeteneğini kökünden yıkan aşk bile, Servisten birisinin karşı koma gücünü ilkin yok edecek böyle bir "müjde'den sonra başlamaktaydı. “Benim hayatım parlak memuriyetlerle, muvaffakıyetlerle geçti Muazzez Hanım. Bu gözler her şeyi gördü, tanıdı ve bildi. Bittabi bu meyanda birkaç hanımla çalıştım, fakat sizin kadar kanı sıcak, sizin kadar cana yakın bir hanım tanımadım. Sizi o derece beğeniyor, seviyor ve -kusura bakmayın- kıskanıyorum ki, mümkün olsa herkesten, bahusus o İlyas adlı kukumav kuşundan uzaklaştırıp eve kapatmak isterdim. Sabahları küçük ikramlarımı reddeylememekle beni ihya ediyorsunuz. Bütün kazancımı, son meteliğine kadar, uğrunuzda harcamaya her zaman hazırım. Bunu bilecek olsanız bazen gösterdiğiniz çekingenlik herhâlde geçerdi. Cadde üstündeki Mutesim'lere lütfen uğrayıp, nam ve hesabıma bir robluk kumaş ve daha başka canınızın istediği ufak tefek öteberiyi hiç çekinmeden alabilirsiniz” demekte, en altında ise; bu tutku yüzünden karısından boşanacağını, her şeyi göze aldığını söyleyip, hayatlarını “ebediyen birleştirme” lerini önermekteydi.
Malın gözü kadın, “N'apiyim şimdi ben?” diye danıştı bana.
“Aklına geleni yap, yani o tuhafiyeciye uğra bakalım!” dedim.
“Aşk olsun sana. Ama dur, biliyor musun, önümüzdeki sezon için kumlu bir tayyörlüğe çok ihtiyacım var. Böyle mektupları kabul etmek kolay mı? Sen ne dersin, ha, sene başını da beklesem mi?”
“İyi olur.”
Yılbaşı geldi dayandı. Muazzez Hanım'a on para zam yok. Çok içerledi, köpürdü taştı. “Vay ahlaksız” diye açtı ağzını yumdu gözünü, “benim gibi çocuk bakan, ev geçindiren kadınla eğlenilir mi? O mektup daha bende, yırtmadım onu. Umum Müdüre vereyim de insan kandırmak ne demekmiş görsün...”
Etme eylemeye kalmadı, dediğini yaptı. Mektubu baştan sona okumuş Umum Müdür. Kimi yerinde kaşlarını çatıyor, kimi yerinde bıyık altından gülümsüyormuş. Dönmüş demiş ki, “Pekâlâ!”
Şefimiz, birkaç gün sonra, yukarıdaki teknik servislerden birine çevirmen olarak gitti. Gidiş o gidiş. Gelişi gürültülere patırtılara yol açmıştı, gidişi pek sessiz sedasız oldu. Bir daha aramızda göremedik Feyzi Bey'i. Karışık kişileriz; eğlencesi elinden alınmış çocuklar gibi hüzünlüydük, dertliydik. Hepimize dokundu bayağı. Bay Lütfi Emrol, arada geçenleri unutmuş; “Biçare Feyzi Bey” diyordu, “temiz adamdı.”
Muazzez Hanım ağlamaklı:
“Siz bilmezsiniz, ah bilmezsiniz...”dedi. “Canım ne istese alırdı.”
Öteden İlyas Bey, "Üzülme yavrum, ben alırım sana!" demeseydi, kim bilir, belki kendini tutamadan ağlayacak. Aralarında sessiz bir bakışma. Çatır çutur makineyi kullanmaya başladı kadın.
Hikâyenin bundan ötesine değme yürek dayanmaz. Kimi günler Feyzi Bey'in yol başında Muazzez'i bekleyişi, süklüm püklüm, başı sallanarak ardından gidişi görülecek şeydi. Ağzını açıp tek sözcük konuşmaz, evinin kapısına dek peşi sıra gider, orada ayrılırmış.
Günler, haftalar, aylarca sürdü bu. O sıralarda genç kadın tifoya tutuldu. Bir aydan çok yattı. Gün aşırı kapısı çalınır, bir çocuk elinde bir kese kâğıdı portakal ya da elma, getirir bırakırmış. Daha sonra Muazzez Hanım iyileşip ayağa kalkınca, kendisini evinden işe, işinden eve taşıyan gümüş renkli arabanın şoförü ile anlaştı; evlendi onunla. Servisten ayrıldı.
İstatistik Şefi, Hayvanat Servisi Şefi Ilyas Bey'i -yanına bir yardımcı katıp- bize de dar gelen odadan aldılar, başka odaya verdiler. "Fusion Kanunu" çıkmış, bütün ocaklar devlete geçmişti. İşler gitgide büyümekte, servislerde adamlar çoğalmaktaydı.
Feyzi Bey'i görürdük ara sıra. Selamı sabahı kesmişti ya, barındığımız yapının karşısındaki taş merdivenlerden inerken, uzaktan uzağa, göz ucuyla