Memduh Şevket Esendal: Otlakçı

Edebiyat hayatımızdan hatırlamalar köşemizde bu hafta Memduh Şevket Esendal'dan "Otlakçı" öyküsünü yayımlıyoruz

17 Mayıs 2019 - 10:38

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL  (29 Mart 1883- 16 Mayıs 1952)

Edebiyatımıza yeni bir soluk getiren Memduh Şevket Esendal, her an karşılaşabileceğimiz insanların maceralarını, sevecenlik ve umutla anlatan yazarlarımızdandır. “İnsanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazarlardan hoşlanırım” diyen Esendal, öykülerinde memurundan, sokak satıcısına, mühendisinden işsizine her kesimden insanı ele alır.

Edebiyatçılığının yanı sıra büyükelçilik, TBMM'de dört dönem milletvekilliği, 1941-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapmış olan diplomat ve siyasetçi olan Esendal’ın en çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan “Ayaşlı ile Kiracıları” adlı romanıdır. Öyküleri “Sanat ve Edebiyat”, “Seçilmiş Hikayeler”, “Ulus”, “Ülkü”, “Hisar” gibi gazete ve dergilerde yayınlanan yazar, siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında “M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk” gibi takma isimler kullandı. 

16 Mayıs 1952’de aramızdan ayrılan usta yazarı saygı ile anıyor, Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan “Otlakçı” adlı kitabında yer alan öyküyü yayınlıyoruz.

OTLAKÇI

— Efendim, tütün tabakasını ortada unutmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozlan bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rastgelmedimdi. Bizim rahmetli İlhâmi de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu, gözleri ile tütün paketini arar, sokulur, tabakayı, cebime koyarım, sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üstüne bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir ağara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasındaydı idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama, kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardeşim! Bu herif öylesi değil ki..

Dün artık dayanamadım, söyledim:

— Ama Mahmud Efendi, dedim, bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse, iç. Ama hiç olmazsa tozunu da katık et!

O, alışmış, aldırmıyor. Yan gözle bana baktı:

— Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun? dedi.

— Hangi bir cıgara birader, dedim, bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozlan kalıyor.

Kayıtsızca:

— Senin tütün de içimli bir şey değil ya! dedi, bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen bundan daha iyi!

Kızdım:

— A birader, dedim, iyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin içiyorsun?

— Ne yapayım, dedi, daha iyisi olsa onu içerim.

— Neden yok, dedim, tütüncü dükkânları dolu!

Yüzüme dik dik baktı:

— Ben, dedi, bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh. Kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da…

— Çok iyi buyuruyorsun, dedim, ama biz para veriyoruz!

— Ben de onu söylüyorum ya, dedi, para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi!

— Sen, dedim, kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin?

Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı:

— Benim neme gerek, dedi, ben kimsenin keyfine karışmam. Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum.

— Canım, dedim, senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor.

— Benim sana ne ziyanım dokunuyor? diye sordu, bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış… Ben içmeseydim de sen içseydin, daha mı kâr edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme, seni ayıplarlar.

Tepem attı:

— Neden ayıplıyorlarmış? diye sordum.

— Neden olacak, dedi, bir cıgaralık tütün için bu kadar lâkırdı ediyorsun.

— Canım birader, dedim, hangi bir cıgara, hangi beş cıgara?…

— Haydi on cıgara olsun, dedi, yirmi cıgara, otuz cıgara olsun… daha diyeceğin yok ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… Bunları söylemek ayıp. Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemâli altmış para!

— Bunu ben alacağıma sen alsan ne olur, dedim, şu neden almak bize düşüyor da, içmek size?

— Ben âdet etmemişim, dedik ya! Böyle zehire para vermem, dedi. Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de. Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?

— Çıldıracağım, dedim, sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın, dedim, bu ayıp öyle mi?

— Bana neden ayıp oluyormuş? dedi, hırsızlık etmiyorum ya, zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim…

— Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz? dedim.

Doğrusu çok da kızdım. Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı, ama sözünü kesmedi:

— Sen, dedi, deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun?

Kahvede olanlara bakarak:

— Yalan mı söylüyorum, efendiler, dedi. Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz söylenir mi, bu nerede görülmüş şey?

Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım:

— Sen, dedim, birader bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma belâ olursun, anladın mı? İşte bu kadar!

İş buraya varınca Esat Bey cebinden tabakasını çıkardı:

— Mahmut Efendi, dedi, gel sen buraya, bak ben sana bir tütün vereyim, nasıl beğenirsin…

Tabakayı görünce kalktı, karşıya gitti. Bana da:

— Benim kabadayılığım yok, dedi, kimseye de bir fenalık etmedim, gene de etmem. Bütün suçum nedir:

Bir cıgara sarmışım! Sanki tufan olmuş…

Bir yandan söylendi, bir yandan da Esat Bey’in tabakasında ne var ne yok içti. Ben artık cevap vermedim. Ancak Mahmut Efendi bana darıldı, ben de ondan kurtuldum sanmayınız. Ertesi sabah erken çocuk haber verdi ki, bir efendi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Aşağı odaya indim. Baktım, Mahmut Efendi. Beni görünce dedi ki:

— Birader, dün sizin hatırınızı kırdım. Sonradan ben de pişman oldum. Sizden özür dilemeye geldim. Kusura bakmayın, insanlık hâli… İnsan bazen boş bulunuyor…

Siz olsanız ne yaparsınız? Özür dileyen bir adam. Kalkıp evinize kadar da gelirse… Benim yüzüm tutmaz.

“Buyurun” dedik. Kahve de pişirttik, önüne bir dolu kâse de tütün koyduk. Kardeşim, emin olun, kalem vaktine kadar kâsenin dibinde yalnız tozlar kaldı, cıgara tablası da ağzına kadar doldu!


ARŞİV