Ömer Seyfettin: Seçme Yazılar

Ömer Seyfettin’i aramızdan ayrılışının 99. yılında saygı ile anıyor, bütün nesirlerinin yer aldığı Nazım Hikmet Polat tarafından hazırlanan ve Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı “Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri” kitabındaki kısa yazı ve fıkralarını yayınlıyoruz.

07 Mart 2019 - 15:33

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

ÖMER SEYFETTİN (1884 - 6 Mart 1920)

Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarından olan Ömer Seyfettin kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. 1884 yılında Balıkesir’de doğan Seyfettin, öğrenimine Gönen, Balıkesir’de başlamış; daha sonra İstanbul’da Mekteb-i Osmaniye’de devam etmiştir. Asker bir ailede yetişen Seyfettin, Edirne Askeri İdadisi’nde eğitimini tamamlamıştır. İzmir’de teğmen olarak, Rumeli’de de üsteğmen olarak görev yapmıştır.
Balkan Savaşı’nda Yanya Kuşatması’nda esir düşen Ömer Seyfettin; Piç, Mehdi, Hürriyet Bayrakları adlı hikâyeleri esir olduğu dönemde kaleme almıştır.

Öykülerini kişisel deneyimlerine, tarihsel olaylara ve halk geleneklerine dayandıran ve oldukça akıcı bir dil kullanan Ömer Seyfettin öykü dışında şiir ve düzyazı türünde de çok sayıda eser yazdı.

Ömer Seyfettin’i aramızdan ayrılışının 99. yılında saygı ile anıyor, bütün nesirlerinin yer aldığı Nazım Hikmet Polat tarafından hazırlanan ve Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı “Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri” kitabındaki kısa yazı ve fıkralarını sizlerle paylaşıyoruz.

AHLAK BOZGUNU

Dört senelik harp, dört senelik suiistimaller son günlerde “panik moral” diyebileceğimiz şedit bir ahlak bozgunu husule getirdi. Milletin ruhunda kökleşmiş akideler, dimağlara iman olan umdeler birdenbire eridi. Eskiden terbiyenin, hayatın doğruluğun, utanmanın bir kıymeti vardı. Hırsız:

  • - Tüh sana…              

dediğiniz zaman, biraz sıkılır, önüne bakardı. Şimdi:

- Aptallığına doyma, sen de çalaydın!

cevabını veriyor. Şeref, haysiyet, mertlik gibi mefhumlar, “para” fikrinin karşısında sönük ve mağlup… Kim bilir mazinin nasıl içtimai buhranlarından lisanımıza yadigâr kalan “âr dünyası değil, kâr dünyası!” fehvası, bugünün aşağı yukarı hemen umumi bir şiarı! Kız, erkek yetişen yeni nesil, vahşi bir ihtiras ile hep parayı düşünüyor; paranın ehemmiyetini, ahlaki kıymetlerin fevkine çıkarıyor. Vakıa hayatın değişmesi, iktisadi buhran; yiyecek, içecek, giyecek fiyatlarının lâ-akall yüzde beş yüz fırlaması, bu ahlak bozgununun amillerinden biridir. Fakat bunu yegâne sebep telakki etmek doğru olmaz! İktisadi buhran geçtikten sonra acaba eski ahlak avdet edecek mi? Ahlak bozgununun sebebi yalnız iktisadi olsaydı, buna ihtimal verilebilir.

Bozulan bir orduda ferdi cesaretler, pek büyük harikalar doğurur. Kör körüne ölümden kaçan askerler ansızın karşılarında yeni bir kumandan görürler. Bu kumanda onlara:

- Ey vatandaşlar! Nereye kaçıyorsunuz? Gerinizde bıraktığınız yerler bizim vatanımız değil midir?

diye sorar. Bir cevap alamaz; sesini yükseltir, bağırır:

- Ölüm namussuzluktan fena mı?

der. Biraz sesini işittirince askerlerin bozgun ruhiyatları sarsılır. Müteessir olurlar, dönerler. Vicdanlarında “kahramanlık”, “vatan”, “fedakârlık” hislerini uyandıran kumandanın arkasına geçerler. Düşmanlarını mağlup ederler.

İktisadi olmaktan ziyade manevi olan ahlak bozgunumuz içinde tek tük istisnai bir taraf hepimiz karanlık bir uçuruma giderken acaba bizim önümüze böyle bir kumandan çıkacak mı? İktisadi kıymetlerin yanında, ahlaki, manevi, lâhuti daha birçok kıymetler olduğunu hatırlatmak, bugünkü perişanlığımıza nihayet verebilir.

Dikkatle tahlil edersek görürüz ki iktisadi buhranı bile ahlakla seciyede husule gelen inhiraflar doğurmuştur. Bizde medeni şecaat, ahlaki cesaret olsaydı, harp içindeki hırsızlar şimdiki milyonlarının binde birini çalamazlardı. Hepimiz:

- Bu yağma ne?

diye bağırsaydık üç buçuk hırsızın hangisi bizi tutabilecek, zulmedebilecek? Biz sustuk, sükutumuz yağmacılar için bir “rıza” alâmeti sanıldı. Soyulduk, soğana döndük. Aç, çıplak, bizi soyanlar arkasından gitmekte artık mana yok. Alimlerimiz, filozoflarımız önümüze çıkmalı, ahlaki kıymetleri bize hatırlatmalı! Bozgun yine eski şiddetle devam ederse vay halimize! Zira tarih diyor ki:

- Ahlak umdelerine kıymet vermeyen bozulmuş milletler uzun müddet yaşayamazlar.

 Tercüman-ı Hakikat, sayı: 1113578, 2 Kanun-ı sani (Ocak) 1335/ 1919, s. 3.

                                              MANTIK

Prenses Rânâ Hanımefendi beyaz boyalı, saray yavrusu yalının penceresinden batacakmış gibi dolu Şirket Vapuru’nun yavaş yavaş geçişine bakıyordu, oda halağı Perizat geldi:

  • - Hanımefendi, size bir şey soracağım,

dedi.

  • -  Sor.
  • -  Nerede olduğu muhakkak malum olan bir şey kaybedilmiş yahut çalınmış sayılır mı?

Rânâ Hanımefendi:

  • - Hayır.

diye başını salladı. Perizat:

  • - O halde sizin mavi mineli, altın bonbon kutunuz şimdi denizin dibindedir. Pencerenin önünden silerken elimden kaçırdım.

                        Zaman, sayı: 279, 13 Kanun-ı sani (Ocak) 1335/1919, s. 1.

BİRBİRİ ÜSTÜNE

Şair Yakupzade Nuri Bey, sevgili arkadaşı Nihat’la bir saattir konuşurken bahsi mühim bir meseleye intikal ettirdi:

  • - Biliyor musun bugün sana niçin geldim?

dedi.

  •  - Hayır.
  • - Bugün nişanlanacağım. Esvabım var; fakat pardösüm yok.
  • - Eee?
  •  - Bana pardösünü bir gün için vermezsen istikbalim mahvolacak!
  • - Ne demek?
  • - Nişanlım çok zengin…

Nihat düşündü, taşındı. Nuri Bey, aldığını vermeyen fasilesine mensuptu. Lakin arkadaşının istikbaline mani olmamak için istediği pardösüyü verdi. Şair giyindi, teşekkür etti. Çıktı, gitti. Yalnız kalan Nihat, kendi budalalığına kızdı. Fena halde pişman oldu. Bir daha ona iğne bile vermeyeceğine için için yemin ediyordu. Kapı çalındı. Gelen yine Nuri Bey’di. Nihat sordu:

  • - Ne istiyorsun?
  • - Şemsiyeni…
  • - Bu olmaz işte…
  • - Kendim için istemiyorum. Yağmur yağıyor. Senin pardösün berbat olmasın diye bu şemsiyeyi istiyorum.

Nihat Bey düşündü. Yağmurdan hakikaten pardösü berbat olacaktı. Şemsiyeyi verdi. Fakat artık ikinci budalalığına kızmadı. İki budalalığın hiddeti birbirini ifna etmişti. “Hiç olmazsa dolandırdığı şeyin kıymetini biliyor” diye kendi kendini teselli etti. Tuhaf bir neşe duydu.

                                             

                                      Zaman, sayı: 283, 17 Kanun-ı sani 1335/ 17 Ocak 1919, s. 1.

ENSTANTANE

Safiyullah Bey İstanbul’un en meşhur gevezelerindendir. Çenesi hiç kapanmaz, ha bire söyler. Söyler bire söyler.. Geçen hafta saf nişanlısına yağlı boya bir resmini verdi. Zavallı sade-dil kız birdenbire şaştı. Hatta şaşkınlığından teşekkür bile edemedi. Safiyullah Bey sordu:

  • -  Neye öyle şaştın sevgilim?
  • - Hiç
  • - Söyle, Söyle…
  • - Fotoğrafın enstantanesi olduğunu biliyordum. Ama, bak, yağlıboyanın(da) oluyormuş!
  • - Nerden anladın?
  • - Baksana… Dudakların kapalı çıkmış!
  • …                                                                                                                  Diken, sayı: 17, 26 Haziran 1335/1919, s. 2.

 


ARŞİV