Miguel Ángel Asturias: Sayın Başkan

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Miguel Angel Asturias ile devam ediyor

12 Eylül 2025 - 10:06

MIGUEL ANGEL ASTURIAS (19 Ekim 1899- 9 Haziran 1974)

1899 yılında Guatemala’da doğan Miguel Ángel Asturias, edebiyatı ve siyaseti hayatının ayrılmaz bir parçası hâline getirdi. San Carlos Üniversitesi’nde hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra “Yerlilerin Sosyal Problemleri” başlıklı teziyle ülkesinin toplumsal gerçeklerine yöneldi. Eğitimini ilerletmek için gittiği Paris’te yaşamını kimi zaman diplomat, çoğu zaman ise sürgün yazar olarak geçirdi.

İlk önemli eseri Guatemala Efsaneleri (1930), Maya kültürünü yeniden canlandırırken, ardından yazdığı Sayın Başkan (1946) diktatörlüğe karşı sert bir taşlama olarak büyük yankı uyandırdı. Mısır Adamları (1949) romanında halkının köklü inançlarını güncel sömürü düzeniyle bir araya getirdi. En bilinen yapıtları arasında yer alan üçlemesi Kasırga (1950), Yeşil Papa (1954) ve Gözleri Açık Gidenler (1960), Orta Amerika’yı kıskaca alan ABD şirketlerinin ve yerli işbirlikçilerin yarattığı sömürü düzenini epik bir dille anlattı.

Asturias, edebiyatını halkının kurtuluş mücadelesine adadı. Yapıtlarında mitolojik öğelerle toplumsal gerçekleri iç içe geçirerek Latin Amerika romanına yeni bir yol açtı. 1967’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Asturias, yalnızca bir romancı değil, aynı zamanda halkının sesi ve sömürgeciliğe karşı direnişin edebî simgesi oldu.

Yazarın Yordam Edebiyat tarafından Zeyyad Selimoğlu çevirisiyle yayımlanan Sayın Başkan isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SAYIN BAŞKAN

Buz kesmiş katedralin gölgesinde yitip giden dilenciler, pazaryerindeki meyhanelerin arasından Plaza de Armas’a doğru yavaş yavaş, tek başına gerilerde kalan kentin yıldızlar kadar uzak caddeleri boyunca sürükleniyorlardı.

Gece indi mi dilenciler de yıldızlar gibi, Tanrı’nın Kapısı önünde uyumak için bir araya gelirlerdi. Yalnızca yoksulluktu onları birbirine bağlayan. İçlerinden birkaçı ötekileri aşağılı¬yor, kavga arayan düşmanlar gibi kin ve öfkeyle diş gıcırdatarak birbirlerini horluyorlardı. Sık sık biri ötekinin böğrüne vuruyor, dalaşıp yerlerde yuvarlanıyor, tükürüp öfkeyle birbirlerini ısırıyorlardı. Bu itilmiş ve atılmışlar topluluğunun ne başlarını koyacak bir yastığı ne de güvenliği vardı. 

(…)

O semtlerin birinden geldiği bugünkü gibi bir gün, ayin vakti Tanrı'nın Kapısı'na çıktı; alnı yaralıydı, başında şapka yoktu, alay etmek için arkasına taktıkları bir uçurtma kuyruğunu da sürüklüyordu. Duvarların gölgesi, köpeklerin adımları, ağaçlardan dökülen yapraklar, araçların düzensiz tekerlek takırtıları ödünü patlatıyordu... Akşamın alacakaranlığında Kapı'ya vardığı sırada, yüzleri duvara dönük dilenciler yine paralarını sayıyor, sayıyor, sayıyorlardı. Patahueca, Mosco ile dalaşıyor, sağır dilsiz, nedenini kendine bile açıklayıp anlatamadığı yuvarlak karnını elliyor ve kör, düşünde kasap dükkânındaki sinekli etler gibi bir çengelde sallanıyordu.

Aptal, yarı ölü yere düştü. Kaç gecedir gözüne uyku girmemiş, kaç gündür ayakları dinlenmemişti. Dilenciler susuyor, pirelerden uyuyamayıp ha babam kaşınıyorlardı. Kötü aydınlatılmış alanda bir aşağı bir yukarı dolaşan bekçinin adımlarına dikkatle kulak kabartıyor ya da yakındaki kışlanın pencereleri önünde duran çizgili pelerinlere gömülmüş hayaletlerin, nöbetçilerin, silah şakırtılarını dinliyorlardı. Nöbetçiler bu gece de her geceki gibi tetikteydi; kent dolaylarında oturduğu, sürüyle villası olduğu için nerede bulunduğu bilinmeyen Cumhurbaşkanı'nın güvenliğini sağlamaktaydılar. Başkan'ın nasıl, ne vakit uyuduğu da bilinmiyordu; çünkü anlatılanlara bakılırsa, elinde kırbaç, sürekli telefonun başındaydı ve arkadaşlarının söylediğine göre de hiç uyumuyordu.

Bir gölge yaklaşıyordu. Dilenciler solucan gibi büzüldüler. Asker çizmelerinin gıcırtısına karanlık, belirtisiz, sonsuz gece içindeki uğursuz bir kuşun iniltisi yanıt verdi...

(…)

Mosco başını tuttu. Havada bir deprem öncesinin sıkıntısı vardı. Körler arasındaki Viuda haç çıkardı. Yalnız Pelele'ydi derin bir uykuya dalıp da horlayan.

Gölge olduğu yerde durdu, suratı bir gülümsemeyle kasıldı, parmaklarının ucuna basarak yürüyüp Aptal'a yaklaştı, alay olsun diye bağırdı:

“Anne...”

O kadar. Yükselen bu sesle yattığı yerden fırlayan Pelele, silah kullanmasına zaman bırakmadan parmaklarını gölgenin gözlerine daldırdı, burnunu dişleriyle paraladı, gölge yere cansız düşünceye dek dizleriyle cinsel organlarını ezdi durdu.

Dilenciler gözlerini korkuyla kapadılar, baykuş yeniden kanat çırparak geçti ve Pelele korkunç tutkusunun yaptığından dehşete düşerek sislere batmış sokaklarda yok oldu. Kör bir güç, “Katırlı Adam” diye tanınan Albay Jose Parrales Sonriente'nin canını almıştı.

Gün ağarıyordu. (Syf 19-24)

“Bana gerçeği söyleyeceksiniz...” diye haykırdı; önündeki yazı masasına gök gibi gürleyen bir yumruk indirdi; miyop gözlüğünün ardındaki kertenkele bakışlı gözleri alabildiğine açıldı.

Birbirinin ardı sıra hepsi de cinayeti Pelele'nin işlediğini yineleyip gözleriyle gördükleri cinayetin ayrıntılarını titrek sesleriyle anlattılar.

Yargıcın bir işareti üzerine, kapıdan kulak kabartarak dinlemekte olan polisler içeri dalıp dilencilere iyi bir dayak çektiler. Sonra hepsini yıkık bir odaya soktular. Tavandaki ana kirişten güçlükle görülen uzun bir halat sarkmaktaydı.

“Katil Aptal'dı...” diye bağırdı ilk işkence edilen; gerçeği söyleyip işkenceden kurtulmak istedi. “Bayım, katil Aptal'dı... Tanrı inandırsın ki Aptal'dı. Aptal'dı. Pelele'ydi. Pelele...”

(…)

“Yalan...” diyen yargıç, kısa bir aradan sonra sürdürdü, “yalan, yalan söylüyorsun alçak herif... Albay Jose Parrales Sonriente'yi kimin öldürdüğünü söyleyeyim mi sana, söyleyeyim mi? İnkâr edebilir misin? General Eusebio Canales ile Avukat Carvajal...”

Buz gibi bir sessizlik izledi bu sözleri; sonra... bir inilti, bir inilti daha ve sonunda da bir "evet"... Halat çözülünce, Viuda bilinçsiz olarak yüzüstü yere yuvarlandı. Terden, gözyaşından ıslanmış melez yanakları yağmur yemiş kömürü andırıyordu. Arkadaşları soru yağmuru altında, polisin yedirdiği zehirle sokakta ölüp giden köpekler gibi titriyordu. Hepsi doğruladı yargıcın sözlerini; yalnız Mosco boyun eğmedi. Suratında bir korku ve tiksinti havası vardı. Onu parmaklarından astılar, çünkü yerden, yarı yarıya gömülmüş gibi durduğu döşemeden, bütün bacağı olmayanlar gibi yarı gömülü durduğu yerden, yalnızca Aptal'ın sorumlu olduğu bir cinayeti başkalarının üzerine yıkmak için arkadaşlarının yalan söylediğini haykırmıştı. (Syf 28-29)

PELELE, kentin arka mahallelerinin bağırsak gibi eğri büğrü dar sokaklarından geçerek kaçıyordu; güneşin doğmasıyla giriştikleri günlük savaşlarında birbirlerine hiç benzemedikleri halde ölümün aynasında birbirinin aynı olan insanların uykusunu ya da göğün soluk alıp vermesini gem vurulmaz ulumalarıyla tedirgin etmeksizin kaçıyordu. Bazıları en gerekli şeyden yoksundu, ekmeklerini kazanmak için çalışmak zorundaydı; ötekiler ise bolluk içindeydi, “boş vakit”ten yana da zengindi. Bay Başkan'ın dostları, kırk-elli evin sahibi kimseler, yedi ya da sekiz görevi tek başına yüklenen memurlar, ruhsat, unvan, tasarruf sandığı, kumarhane, horoz dövüştürme sahaları, işçi fabrikaları, genelevler, lokanta ve “ödenek”e bağlanmış gazete sahipleri... (Syf 31)

Şeytanla bir anlaşma yapmak, ruhunu şeytana satmak ve General'i kaçırabilmek için polisi yanıltmanın bir yolu bulunabilseydi... Bu olayın önemli sonuçları olacaktı ama şeytan iyilikten yana değildi ki... Bir generalin başı ve biraz daha fazlası... Bunları düşünüp mırıldanırken gerçekten General'in başını ellerinde tutuyordu sanki, üstelik daha da fazlasını... (Syf 53)

Nöbetçiler, dikkati çekmek için olacak, herhangi bir yayayı durdurup tepeden tırnağa arıyorlardı; üzerinde silah bulunmasa da, kuşku uyandırdığı, başıboş gezdiği, devlete karşı gelecek ya da liderin dediği gibi hoşa gitmeyen biri olduğu gerekçesiyle adamı tuttukları gibi hapse götürüyorlardı. (Syf 72)

Adımlarını hiç yavaşlatmayan Canales, bakışlarını tören üniforması giymiş benzerinden çevirdi. Moral bakımından yenilmiş hissediyordu kendini. Bir hayalin korkusu içindeydi: Kendini kapıcı üniformasıyla sürgünde görüyordu; ceketi uzun ya da kısa, bol ya da dardı, üzerine oturmamıştı. Caddeler boyunca, kendi kordonlarını kendi ayaklarıyla ezerek, kendi yıkıntılarının üzerinden geçerek yürüyordu.

“Ama ben suçsuzum...” Ve yüreğinin inançlı sesiyle yineliyordu: “Suçsuzsam neden korkuyorum?”

Vicdanı, Cara de Angel'in sesiyle, "Çünkü..." diye yanıt veriyordu, "çünkü... her şey bambaşka olurdu bu suçu işlemiş olsaydınız. İşlenmiş bir suçun değeri vardır; çünkü hükümete yurttaşların hoşgörüsünü sağlar. Ülke mi? Canınızı kurtarın General, ben ne dediğimi biliyorum. Yurt kavramının yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Yasalar mı? Gülünecek şey… Kurtarın kendinizi General, sizi ölüm bekliyor.”

“Peki ama suçsuz olduğuma göre…”

“Suçlu olup olmadığınızı düşünmeyin General, siz yalnızca Başkan’ın hoşuna gidip gitmediğinizi düşünün; hükümetin tutmadığı bir suçsuz bir suçludan çok daha kötü durumdadır.” (Syf 80-81)

Yargıç'ın arabası, başında silindir şapkası, sırtında tören giysisiyle saraya gitmek üzere olan hukukçu Abel Carvajal'ın evinin köşesinde göründü. Yargıç basamaktan atlarken araba sarsıldı. Carvajal tam bu sırada evinin kapısını kapamış, eldivenlerini giyiyordu. İşte meslektaşı tarafından bu sırada tutuklandı. Sırtında tören giysisiyle bir askerî birlik tarafından sokaktan geçirildi, bayraklar ve ipekli kâğıtlarla süslenmiş ikinci polis karakoluna götürüldü. Çok geçmeden de üniversite öğrencisiyle kilise memurunun atılmış olduğu zindana kapatıldı. (Syf 113)

Başkan, ona şükran borçlu olan, yaptığı işlere hayranlık duyma sana çok iyi bilen ulusuna, kendini çok uzaktan, ancak yanı başındaki birkaç dostuyla birlikte gösteriyordu. (Syf 115)

Suçsuz olmak hiçbir şeye yaramazdı. Suça katılmış oluyordu işte: “Piyango dostum, piyango...” İyi bir adam, inanmış bir Katolik, iyi bir piyango bileti bayisi olan yaşlı Fulgencio'nun da dediği gibi, bu ülkenin anayasası buydu... (…)Yaşlı Fulgencio, kemikli kollarıyla kara deriden çantasına yaslanıp suratındaki kırışıklıkları düzeltiyor, geniş pantolonunu silkeliyor, boynunu uzatıyor, ağzından, burnundan gelen bir sesle bağırıyordu: “Dostum dostum... Yeryüzündeki biricik yasa piyangodur... Piyango vurursa idam edilir, piyango vurursa hapsolunur, piyango vurursa, milletvekili, diplomat, cumhurbaşkanı, general, bakan olursunuz. Her şey piyangoyken, okuyup dirsek çürütmenin faydası ne burada? Piyango dostum, piyango... Bir bilet alın bakalım...” (Syf 121)

“İş paraya dayandı mı tüm bağlar kopar. Belki üzücü bir şey ama böyledir; paranın kan bağlarına saygısı yoktur.” (Syf 123)

Hapishanede geçirilen ilk gece korkunçtur. Karanlıklar içinde kalan mahpus, kendini hayatın dışında, bir karabasan dünyasında bulur. Duvarlar yok olur, tavan silinir, döşeme kaybolur, bununla birlikte ruh kendini özgürlükten öylesine uzak duyar ki... Ölüm gibi bir şeydir bu. (Syf 129)

Ev, yenen ekmeğin gizli gizli yenmesini sağlar: rahat yenen ekmek “makbul”dür, bilgeleştirir insanı. Ev, sürekliliğin güvenini simgeler ve toplumsal saygı uyandırır. Babanın boyunbağı düğümünün parladığı, annenin en güzel süsünü taşıdığı, çocukların kolonyayla taranmış göründüğü bir resim gibidir ev. Sokak öyle değildir; o, ne olduğu bilinmeyen şeylerin, tehlikenin, cüretin dünyasıdır; ayna gibi yanıltıcıdır, çevredeki kirin, pisliğin herkese açık çamaşırlığıdır. (Syf 147)

Başkan'ın güvenini kazanmak için en etkili davranış bir suç işlemek veya kendini savunamayacak kimseleri açıktan açığa aşağılamak veya halka üstün gücünü hissettirmek ya da milletin sırtından zenginleşmektir...

Kan dökmek işlenecek en iyi suçtu. Bir insanı yok etmek, hükümete yüzde yüz sadık olmanın kanıtıydı artık. Durumu kurtarmak için önce iki yıl kadar hapis, hemen sonra da bir iş veriyorlardı... (Syf 200)


ARŞİV