Edebiyat dünyasında Émile Ajar ve Romain Gary, isimleriyle bildiğimiz gerçek ismi Roman Kacew olan yazar Kazak bir anne ve Yahudi bir babanın oğlu olarak Vilnüs'te dünyaya geldi. On dört yaşında annesiyle Fransa'ya gelip Nice'e yerleşti. Hukuk öğreniminin ardından Hava Kuvvetleri'ne girdi, 1940'ta General de Gaulle'ün yanında "Özgür Fransa" hareketi saflarında savaşa katıldı.
1945'te yayınlanan ilk romanı Polonya'da Bir Kuş Var (Polonya Eğitimi) ile sert ve şiirsel üslubu sayesinde büyük ses getirdi. Aynı yıl Fransa Dışişleri'ne girdi. Sofya, La Paz, New York ve Los Angeles'ta diplomat olarak görev yaptı. 1948'de Le Grand Vestiaire'i (Büyük Vestiyer) yayınladı, 1956'da Cennetin Kökleri'yle Goncourt Edebiyat Ödülü'nü aldı. Los Angeles'ta başkonsolosken aktris Jean Seberg'le evlendi, senaryolar yazdı, iki film çekti. 1961'de diplomatlığı bırakıp Les Oiseaux vont mourir au Pérou - Gloire à nos illustres pionniers'i (Peru'da Kuşlar Ölecek - Meşhur Öncülerimize Şan Olsun) ve mizahi bir roman olan Lady L'yi yazdı. Ardından La Comédie Américaine (Amerikan Komedisi) ve Frère Océan (Okyanus Kardeş) gibi oylumlu efsane anlatılarına girişti. Karısı Jean Seberg’in 1979'da intihar etmesiyle yazarın romanlarında yaşlılık ve ölüm temaları baskın gelmeye başladı: Biletiniz Buraya Kadar, Kadının Işığı, Uçurtmalar. 1980'de Paris'te, Koca Tembel, Kral Salomon'un Bunalımı ve 1975'te yine Goncourt Edebiyat Ödülü alan Onca Yoksulluk Varken romanlarını Émile Ajar imzasıyla kendisinin yazdığını açıklayan bir not bırakarak intihar etti.
Fransa'da her yazara ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü, bir kez kendi adıyla bir kez de takma adla yayımladığı iki romanıyla iki kez kazanmış olan tek yazardır.
Yazarın Sel Yayınları tarafından yayımlanan Yalan- Roman kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
YALAN- ROMAN
Başlangıç diye bir şey yok. Herkes gibi, sıram gelince ben de doğdum, o zamandan beridir bir aidiyettir gidiyor. Kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim, ama bunu kimse başaramamış, hepimiz birer artıyız.
Oysa satrançta benim adımla ‘Ajar savunması’ diye bilinen, son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim. Önce Cahors Hastanesi’nde yattım, sonra da birçok kez Doktor Christianssen’in Kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde.
Beni uzmanlara gösterdiler, incelediler, testlerden geçirdiler, keşfettiler; savunma sistemim çöktü. ‘Tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm.
Dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım, belki edebi açıdan işe yarar bir şeyler bulurum, kendimi toparlarım diye.
“Rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi, ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir.”
Pekâlâ, buna bir diyeceğim yok; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor. Cezayirli bir tanıdığım var, kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor; bir başkası, metroda bilet zımbalama görevlisi, o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor; rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz. Hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada, oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim, ama o zaman da olgunlaşamadığımı düşünürsünüz.
“Yetim oluşu nedeniyle çocukluğundan beri uzak bir akrabasına karşı beslediği nefret duygusu, belirgin bir Baba arayışına işaret etmektedir.”
Macoute dayı namussuzun tekidir, ama bu ille de babam olduğu anlamına gelmez. Öyle olduğunu hiçbir zaman ileri sürmedim; yalnız zaman zaman, umutsuzluk anlarımda umut ettim.
(…)
Aidiyetimin, ‘klinik belirtileri’nin onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum. Tam olarak hangi kıyım söz konusuydu, hatırlamıyorum, ama birden bire bütün parmakların beni işaret ettiğini, olağanüstü bir görebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim
(…)
Kendimden kaçmak için her yolu denedim. Hatta Svahili dilini öğrenmeye bile kalktım; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti. Çalıştım, çok uğraştım; ama boşuna, Svahi dilinde bile kendimi anlıyordum, aidiyet yakamı bırakmıyordu.
Bunun üzerine Macarca-Fince’yi denedim. Cahors’da Macarca-Fince bilen birine rastlamayacağımdan, böylece kendi kendimle burun buruna gelmeyeceğimden emindim. Ama kendimi güvende hissetmiyordum; Lot Bölgesi’nde bile Macarca-Fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu. Bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan, duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı. Karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı, ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı. ‘Posta arabası saldırısı’ diyorum, çünkü konumuzla hiç ilgisi yok, bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat. Konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum.
Bu arada, beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum, korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim.
(Syf 7-9)
İlk sanrılarımı gördüğümde on altı yaşındaydım. Birdenbire, uluyan gerçeklik dalgalarıyla çevrelenmiş, her yandan gerçekliğin saldırısına uğramış durumda görmüştüm kendimi. Çok gençtim, psikiyatriyle ilgili hiç bilgim yoktu; ekranımda Vietnam görüntülerini, Afrika’da ölen şiş karınlı çocukları, üstüme atlayan asker cesetlerini gördükçe gerçekten delirdiğimi ve sanrılar gördüğümü sanıyordum. Böylece yavaş yavaş, kendim bile farkında olmadan, çeşitli hastanelere sığınmama imkan tanıyan savunma sistemimi geliştirmeye başladım.
Öyle birden olmadı, uzun çalışmaların sonucuydu.
Kendimi ben yaratmadım; işin içinde ana- baba kalıtımı, alkolizm, beyin sklerozu ve biraz daha geride veremle şeker hastalığı vardı. Ama çok daha gerilere gitmek gerek, çünkü tarifsiz gerçek ancak ana kaynakta bulunabilir.
İlk uydurmaca eserim basılır basılmaz, aslında var olmadığımı ve büyük ihtimalle kurmaca olduğumu fark ettiler. Ortak bir eser olduğum bile düşünüldü.
Evet, ortak bir eser olduğum doğru, ama kasıt olup olmadığını şimdilik söyleyemem. İlk bakışta, sırf benden dandik bir edebi eser çıkarabilmek için taammüden frengi ya da benzeri bir kasıt olabileceğini düşünecek ölçüde bir yetenek görmüyorum kendimde.
Kazanç kazançtır diye düşünülürse, olmayacak şey de değil, ama bu konuda kesin bir görüş belirtemiyorum.
“Yazılarında Ajar takma adını kullanıyor, İngilizce açık bırakılmış, aralık anlamına gelen Ajar adı, kuşkusuz bereketli bir edebi ilham kaynağı olarak, bile isteye geliştirdiği mazoşist bir kırılganlığın itirafı.”
Doğru değil. Alçak herifler. Ben kitaplarımı kliniklerde, bizzat doktorların tavsiyesi üzerine yazdım. Tedavi edici olduğunu söylüyorlar. Önce resim yapmamı tavsiye etmişlerdi, ama bir sonuç vermedi.
Kendim kurmaca olduğuma göre, belki de kurmacaya yeteneğim vardır diye düşündüm.
(Syf 11-12)
Halkların ve insanların birbirlerini anlamadıkları için dalaştıklarını ileri sürmek hatadır. Halklar ve insanlar birbirlerini anladıkları için dalaşırlar.
(Sayf 27)
Her şeye rağmen, bir kez daha yazmaya koyuldum, çünkü yazmasam ilaç tedavisi görecektim. Beni normalleştirmek için bilmem ne iğneleri.
Günde birkaç saat yazıyor, ancak kendimi görmemek için içime dönüyordum. Yazmak için hep dışarı çıkılır, yemeğini de yanına alarak.
Korku içinde yazıyordum; kelimelerin kulağı vardır çünkü. Kulakları hep kirştedir ve arkalarında da kollayan adamları vardır. Çevrelerler insanı, kuşatırlar, lütuflara boğarlar ve tam onlara güvenmeye başladığınız anda küt! Üstünüze çullanırlar, bir de bakarsınız, Macoute dayı gibi onların hizmetindesinizdir artık. Karşılarında el pençe divan durur, dalkavuk esilir, uşaklık edersiniz. Güzeller güzeli kelimeler gördüm, herkesin sırtından geçinir, utanma nedir bilmeden öyle ücretler alırlardı ki, artık konuşmaya cesaretim olmadığından Sakel kürüne, 50 cg’lik asetilkolin bromür ve folikülin iğnelerine katlanmak zorunda kaldım.
(…)
İkinci kitabım çıktığında, Émile Ajar’ın var olmadığını en yetkin kalemlerden okumak beni müthiş rahatlatmıştı. Bu yazıları kesip beni çevreleyen duvarlara astım; kuşkuya düşünce, dışsal görünümler edinince, soluk almaya başlayınca, soğuk soğuk terleyip bunalıma girince ve zaman zaman beni bile aldatan yaşama belirtilerine rastlayınca, bu kardeşçe kanıtların karşısına koltuğumu çekip oturur, içine İngiliz serinkanlılığı doldurduğum küçük pipomu yakar, binlerce yıldır duvarlarımızda asılı olması gereken bu varolmayış belgelerini defalarca okurdum.
(Syf 33-34)