Márquez: İyi kalpli Eréndira

Márquez

02 Temmuz 2020 - 13:38

EDEBİYAT HAYATINDAN HATIRLAMALAR -78

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

GABRİEL GARCİA MARQUEZ (6 Mart 1927- 17 Nisan 2014)

Latin Amerika coğrafyasında “Gabo” takma adıyla bilinen Gabriel José de la Conciliación García Márquez, 1928’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bırakarak gazetecilik yapmaya başladı. Uzun yıllar gazetecilik yapan yazar aynı yıllarda öykü yazmaya başladı.

Yayımlanan ilk önemli yapıtı, Yaprak Fırtınası’ydı. Albaya Mektup Yok, ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan bir subay eskisinin öyküsüydü. Bunu, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni (1962) ve Şer Saati (1962) izledi. García Márquez, en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ı (1967), Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlık kitabının bir bölümden esinlenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Eréndira (1972) adlı kitapta toplayan yazar, daha sonra birbiri ardı sıra Mavi Köpeğin Gözleri’ni (1972),  Başkan Babamızın Sonbaharı’nı (1975),  Kırmızı Pazartesi’yi (1981), Kolera Günlerinde Aşk’ı (1985), Simón Bolívar’ın yaşamının son aylarını konu edinen Labirentindeki General’i (1989) yayımladı. García Márquez, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. 2014’te Meksika’da 87 yaşında hayata veda etti.

Yazarın Can Yayınları tarafından baskıya hazırlanan “İyi Kalpli Eréndira” kitabından “İyi Kalpli Eréndira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü”  isimli öykünün bir bölümünü okurlarımızla paylaşıyoruz.

İyi kalpli Eréndira

Bahtsızlık rüzgârı esmeye başladığında, Eréndira banyoda büyükannesini yıkamaktaydı. Çölün ıssızlığı içinde kaybolmuşa benzeyen koskoca taş konak, rüzgârın ilk saldırısında temellerine kadar sarsılmıştı. Ama Eréndira ile büyükannesi bu vahşi doğanın tehlikelerine öylesine alışıktılar ki, art arda sıralanan tavuskuşu motifleri ve Roma hamamlarına özgü çocuksu desenlerle süslü banyonun içinde, rüzgârın gücünü fark edemediler.

Büyükanne, iri yarı çıplak vücuduyla, mermer küvetin içinde bembeyaz bir balinaya benziyordu. Torunu on dört yaşını yeni tamamlamıştı, zayıf ve ince kemikliydi, yaşına göre fazlasıyla uysaldı. Nerdeyse huşu dolu denebilecek bir özenle büyükanneyi yıkıyor, suyun içinde kaynatmış olduğu kanı temizleyici otlarla güzel kokulu yapraklar büyükannesinin tombul sırtına, dağınık gümüşsü saçlarına, denizcilere özgü bir dövmeyle süslü güçlü omzuna yapışıp kalıyordu.

“Dün gece düşümde bir mektup beklediğimi gördüm,” dedi büyükanne.

Kaçınılmaz bir nedeni olmadıkça hiç konuşmayan Eréndira sordu:

“Düşte günlerden neydi?”

“Perşembe.”

“Öyleyse kötü haberler getiren bir mektuptur,” dedi Eréndira.“Ama hiç gelmeyecek.”

Büyükannenin yıkanma işi bitince onu yatak odasına götürdü. O kadar şişmandı ki ancak torunun omzuna dayanarak yürüyebiliyordu ya da piskopos asasına benzer bastonla, ama en zahmetli hareketlerinde bile eski haşmetinin gücü seziliyordu. Evin her yanı gibi aşırı ve biraz da çılgınca bir ölçüde döşenmiş yatak odasında Eréndira’nın, büyükanneyi giydirip hazırlayabilmek için iki saat daha harcaması gerekmişti. Saç tellerini bir bir ayırmış, kokular sürüp taramış, ekvator çiçekleri desenli bir giysi giydirmiş, yüzünü talk pudrasıyla pudralamış, dudaklarına ruj, yanaklarına allık, gözkapaklarına misk, tırnaklarına cila sürmüş, onu insan boyundan daha büyük bir taşbebek gibi süsleyip püslemesi sona erdiğinde, giysisindekilere benzer göz alıcı çiçeklerle dolu bakımlı bir bahçeye götürüp, eskiden taht olarak kullanılmış bir koltuğa oturtarak, geçmiş plakları dinlemeye bırakmıştı.

 (…)

Sadece saatleri kurup ayarlamak Eréndira’nın altı saatini alıyordu. Felaketinin başladığı gün bunu yapması gerekmemişti, çünkü saatler zaten ertesi sabaha kadar kuruluydu, ama buna karşılık büyükanneyi yıkayıp giydirmesi, yerleri silmesi, öğle yemeğini hazırlaması ve kristalleri parlatması gerekmişti. Saat on bire doğru, tavuskuşunun kabındaki suyu değiştirip Amadislerin yan yana mezarlarındaki çöl otlarını sularken, artık dayanılmaz bir hal almış olan rüzgârın şiddetine karşı koymak zorunda kalmış, ancak bunun kendisi için bir felaket rüzgârı olduğunun kötü belirtisini yine de sezinleyememişti. Saat on ikide en son şampanya kadehlerini parlatırken burnuna taze pişmiş çorbanın kokusu gelmiş, yolu üzerinde Venedik camlarından bir felakete neden olmaksızın koşa koşa mutfağa kadar yetişebilmek için bir mucize yaratması gerekmişti.

Ocağın üzerinde taşmak üzere olan tencereyi ucu ucuna yetişip kaldırmıştı. Daha sonra, ateşin üzerine önceden hazırlamış olduğu bir yemeği koydu ve mutfaktaki bir banka oturup dinlenmek için bunu fırsat bildi. Gözlerini yumdu, biraz sonra hiçbir yorgunluk belirtisi olmayan bir ifadeyle açtı gözlerini yine ve çorbayı servis kâsesine boşaltmaya koyuldu. İş görürken uyuyordu.

Büyükanne, güneş şamdanlar ve on iki kişilik servis takımıyla donatılmış bir ziyafet sofrasının bir ucuna tek başına kurulmuştu. Çıngırağı çalmasıyla Eréndira’nın neredeyse anında elinde dumanı tüten çorba kâsesiyle koşup gelmesi bir oldu. Çorba servisini yaparken büyükanne onun uyurgezer halinin farkına varmıştı, sanki görünmez bir camı siler gibi elini onun gözlerinin önünden geçirdi. Kız onun elini görmemişti. Büyükanne bakışlarıyla onu izledi ve Eréndira mutfağa gitmek üzere ona sırtını döndüğünde haykırdı:

“Eréndira!”

Bir anda uyanan kız çorba kâsesini halının üzerine düşürüverdi.

“Yok bir şey kızım,” dedi büyükanne, yumuşak bir ifadeyle. “Yürürken yine uyuyakaldın da.”

“Vücudun alışkanlığı” diye mazeret ileri sürdü Eréndira.

Hâlâ uyku sersemliği içinde çorba kâsesini yerden kaldırdı, halıdaki lekeyi temizlemeye çalıştı.

“Öylece bırak,” diye vazgeçirdi onu büyükanne. “Öğleden sonra yıkarsın”

Böylelikle, öğleden sonra alışageldik işlerinin dışında Eréndira’nın bir de yemek odasının halısını yıkaması gerekmiş, hazır teknenin başındayken fırsat bu fırsat pazartesinin giysisini de yıkamıştı. Bu arada rüzgâr da evin çevresini dört dönerek içeri girecek delik arıyordu. Yapılacak o kadar iş vardı ki farkına varmadan akşam oluvermiş, yemek odasının halısını yere serdiğinde yatma saati gelmişti bile.

Büyükanne bütün akşamı piyanoyu tıngırdatıp gençliğinin şarkılarını tiz perdeden kendi kendine söylemekle geçirmiş, gözyaşlarına karışmış misk parçaları gözkapaklarına yayılmıştı. Ama muslin geceliğiyle yatağa uzandığında güzel anıların burukluğundan sıyrılmıştı artık.

“Yarın bir fırsatını bulup salonun halısını yıka,” dedi Eréndira’ya. “Dağdağalı zamanlardan beri güneş yüzü görmedi.”

“Pek, büyükanne,” diye karşılık verdi kız.

Eline kuş tüylerinden yapılmış bir yelpaze aldı, yandan uykuya dalarken bir yandan da gece emirlerini bir bir sıralayan acımasız hatunu yelpazelemeye koyuldu.

“Vicdanın rahat uyuyabilmek için yatmadan önce bütün çamaşırları ütüle.”

“Peki, büyükanne.”

“Giysi dolaplarını iyice gözden geçir, rüzgârlı gecelerde güveler daha iştahlı oluyorlar.”

“Peki, büyükanne.”

“Artan zamanında çiçekleri avluya çıkar da hava alsınlar”

“Peki, büyükanne.”

“Tavuskuşuna da yemini verirsin.”

Uyuyakalmıştı, ama buyruklarını sürdürüyordu, zaten torunu da uykuda yaşamaya devam etme yeteneğini ondan almıştı. Eréndira hiç gürültü etmeden odadan çıktı, gecenin son işlerini tamamladı, her defasında da uykudaki büyükannenin buyruklarına yanıt veriyordu.

“Mezarları sula”

“Peki, büyükanne.”

“Yatmadan önce her şeyin yerli yerinde olmasına dikkat et, eşyalar kendi yerlerinde uyumaya bırakılmazlarsa sonra çok zarar görüyorlar.”

“Peki, büyükanne.”

“Eğer Amadisler gelirlerse söyle onlara içeri girmesinler,” dedi büyükanne. “Portofino Galan’ın çetesi öldürmek için onları bekliyor.”

Eréndira artık ona karşılık vermedi, çünkü sayıklamanın arasında sapıtmaya başladığını anlamıştı, ama buyrulanların hiçbirini atlamadı. Pencerelerin sürgülerini gözden geçirip son ışıkları da söndürdükten sonra, yemek odasından bir şamdan alıp yatak odasına gidene kadar yolunu aydınlattı, o sırada rüzgârın duraklamaları arasında, uyuyan büyükannenin sakin ama uzun nefes alıp vermeleri duyuluyordu.

Kızın odası da, büyükanneninki kadar olmasa bile gösterişliydi, daha yeni geride bıraktığı çocukluğundan kalma bez bebekler ve kurgulu hayvanlarla sıka basa doluydu. Günün korkunç işlerine yenik düşen Eréndira’nın soyunacak hali kalmamıştı, şamdanı gece masasının üstüne koyup yatağa attı kendini. Az sonra, felaketinin rüzgârı tıpkı bir köpek sürüsü gibi yatak odasına doluşup şamdanı perdelere doğru devirdi.

Şafak sökerken, sonunda rüzgâr kesildiğinde, iri iri yağmur damlaları tek tek düşmeye başlayıp kalan son korları da söndürmüş, konağın dumanı tüten küllerini sertleştirmişti. Çoğunluğu yerli olan köy halkı felaketten artakalanları kurtarmaya çabalıyordu: tavuskuşunun kömürleşmiş ölüsü, yaldızlı piyanonun şasesi, bir heykelin gövdesi. Büyükanne, onulmaz bir perişanlık içinde servetinden arta kalanları seyrediyordu. Amadîslerin mezarlarının arasına oturmuş olan Eréndira’nın ağlaması kesilmişti. Büyükanne enkaz arasında hasara uğramamış pek az şey kaldığı kanısına varınca, içten bir üzüntüyle torununa baktı.

“Vah zavallı yavrum,” diye içini çekti. “Bu talihsizliği bana ödemeye ömrün yetmeyecek.”

Onu kolundan tutup, bekârete iyi fiyat vermesiyle çölde nam salmış olan az gelişmiş sıska vücutlu köy bakkalına götürdüğü aynı gün, Eréndira şakır şakır yağan yağmurun altında borcunu ödemeye başlamıştı bile.

 

 


ARŞİV