Muhsin Ertuğrul'dan Kadıköy Anıları

Edebiyat hayatımızdan hatırlamalar dizimizde bu hafta Muhsin Ertuğrul'un Kadıköy anılarına ve tiyatro tutkusuna yer verdiği üç kısa yazısını yayınlıyoruz

15 Kasım 2018 - 11:57

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

MUHSİN ERTUĞRUL

(28 Şubat 1892 - 29 Nisan 1979)

Türk tiyatrosunun kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul sinema alanında da ilk sesli Türk filmini çeken yönetmendir. Tiyatro ve sinema tarihinin unutulmaz ismi Muhsin Ertuğrul sahneye ilk kez henüz 17 yaşındayken 1909’da Erenköy’deki Burhanettin Tiyatrosu’nda Arthur Conan Doyle’ın Sherlock Holmes oyununda ‘Bob’ rolüyle çıktı. 1911 yılında tiyatro eğitimi için Paris’e giden Ertuğrul 1912’de İstanbul’a dönünce yönetmen ve oyuncu olarak çalışmaya başladı. İlk kez Shakespeare’in Hamlet oyununu sahneye koydu ve Hamlet rolünü oynadı.  50 kadar oyun sahneye koyan ve yöneten Ertuğrul 20’den fazla da sinema filmi çekti… Ve ilk kadın oyuncu onun filminde kamera karşısına geçti. Anıları “İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim”, “Benden Sonra Tufan Olmasın: Muhsin Ertuğrul’un Anıları” olmak üzere iki ayrı kitap olarak yayınlandı. Muhsin Ertuğrul’un Remzi Kitabevi’nden çıkan “Benden Sonra Tufan Olmasın” kitabından Kadıköy anılarına ve tiyatro tutkusuna yer verdiği üç kısa yazısını yayınlıyoruz.

Kadıköy Sahneleri ve Basiretçi Ali Bey’in Köşkü

Osmanlı Dram Kumpanyası’nın bütün oyuncuları Kadıköy’de oturuyorlardı.

Yunan Savaşı’nda Pirlepe’de şehit düşen ilk eşi Binbaşı İsmail Hakkı Bey’den sonra büyük ablam Samiye’yi, aralarında büyük yaş farkı bulunmasına karşın, Basiret gazetesini çıkaran Ali Bey’le evlendirmişlerdi. Basiretçi Ali Bey, Kadıköy’de, Kuşdili Çayırı’na bakan Kurbağalıdere kıyısındaki bir köşkte oturuyordu. Sonradan çayıra Kuşdili Tiyatrosu diye bir salaş yaptılar. Tahta köprüden geçiyor, sık sık bu boş tiyatronun çevresinde dolanıyor; bazen içeri girerek, bomboş salaşta bir seyirci gibi oturarak sahnede ve hayalimde oyunlar canlandırıyordum. O saatleri düşündükçe, şimdi daha iyi seziyorum. Tiyatro sevgisi içimde kök salarken, bu boş binanın bile bir etkisinin bulunduğunu duyumsuyorum.

Cuma günleri çoğunlukla tuluat kumpanyalarının oynadığı bu tiyatrodan gelen sesleri, biz bahçeden duyar; kantoları yine bahçede koşuştururken dinlerdik. İnce padavra tahtalarından yapılan ve bir hangarı andıran bu yazlık tiyatrolar, ancak üç beş yıl dayanır; sonra ötesinden berisinden sökülerek bir iskelete dönünce, başka bir yerde yenisi ortaya çıkardı.

1990’larda böyle bir salaş da, Osmanlı Dram Kumpanyası için Zanbaoğlu Bahçesi’nde yapılmıştı. Altıyol’a çıkan Söğütlüçeşme Caddesi’nde sonradan kurulan trafo binasının bulunduğu yerde, o da öyle tahtaperde kaplamalarıyla yapılmış, biraz daha düzenli ve daha geniş bir tiyatroydu. Sık sık oraya kadar uzanırdım.

***

Kuşdili Yöresinde Akşam Yaşamı

 Babam emekli olur olmaz, daha doğrusu sorumluluk yükü üstünden gider gitmez, biraz gezmek, çevre değiştirmek istemiş olacak ki, ilk kez büyük ablamın evlenmiş bulunduğu Basiretçi Ali Bey’in Kuşdili’ndeki köşküne gitti. Annem ve ben de birlikte.

Sabahları erkenden okula iniyor, akşamları da dönüyordum. Kuşdili Çayırı yemyeşil bir alandı. Bir kenarda kurulan tiyatro binasından başka geniş alan alabildiğine boş, çimenli bir bahçe gibiydi. Kurbağalıdere, akşamları ailelerin temiz hava aldıkları, akan ama kokmayan temiz bir dereydi. Aileler akşamları orada adeta birbirleriyle güzellikte yarış edercesine, hafif hafif kürek çekerek sandallarıyla dolaşırlardı.

Bir yandan kıyıdaki bahçeli köşklerin insanları, öte yanda çayırda dolaşan Kadıköylü aileler akşam serinliğinde mehtapta gezinirlerdi. Babam da akşamları benim gelme saatimde bahçedeki kanepeye oturup dönüşümü beklerdi. Çayırın ta öte ucundan, bahçede onun bekleyişini görürdüm. Çayırda taze yeşilliğin bambaşka güzel bir kokusu vardı. Bugünün İstanbul’unda ne o kadar büyük çayır, ne de o güzel hava kaldı.

Babam okulda geçen günün hesabını sorar, bilgi almak isterdi. Bir yandan da çantamdaki kitap ve defterlere göz gezdirirdi. Kirli bir deftere, ucu bükülmüş bir sayfaya dayanamazdı. Çok kez, kurşun kalemle karalanmış bir yazı ya da hesabı çantamdaki lastikle sildiğini, orayı temizlediğini bilirim. “Orasının boş kalması, karalanmasından daha iyidir” derdi. Bütün bu düzeltmeleri, kontrolleri yaparken bir kez bile yüksek sesle konuştuğunu görmedim. Her zaman yumuşak, şefkatli, ama hiçbir an laubali değildi.  

***

 Ayrıcalığın Öfkesinden Tiyatroya…

Genellikle gelişme çağında bulunan çocukların ruhuna çok etkiler yapan eşitsizlik yöntemlerinin, özellikle bunların yöneticiler tarafından düşüncesizce uygulanmalarının ne acı tepkiler yarattığını okul yıllarında kendimde duydum. Örneğin, babası önemli bir görevde bulunanların ya da aşırı zengin olanların çocuklarına okulda yapılan ayrıcalık, öteki öğrenciler üstünde çok derin izler bırakıyordu. İlkokulum olan Tefeyyüz’de o dönemin önemli adlarının çocukları vardı. Bunlardan bazıları çok gösterişli konak arabalarıyla, birkaçı kira arabalarıyla, birkaçı beygir, hatta midilliyle, eşekle okul kapısına kadar gelirler; çıkışlarında da yine geldikleri araçlarla giderlerdi. 

Ta Cankurtaran’dan kalkıp o semtte oturan okul arkadaşlarıyla yürüyerek Sultanahmet Meydanı’nı, Fuat Paşa Türbesi’ni geçerek Tefeyyüz’ün bulunduğu Gedikpaşa yokuşunun alt başına kadar yürümek, küçük bir çocuk için oldukça uzun süren bir yolculuk sayılırdı. Gidiş-gelişteki bu ayrıcalığa bir de okul içi davranışlardaki belirli ağırlama yöntemleri eklenince, bu durum içeriye akıtılan bir zehir gibi oluyordu.

 Bunların acısını çok duydum.

 Mercan İdadisi’ndeyken de sınıfın birincisi olduğunuz halde, yeriniz ikinci sıradaydı. Önünüzde filanca paşaların oğulları otururlardı. Bu yüzden de çok kan ağladım. Daha o zamandan hükümet safındaki büyüklük taslamalarına kin duymaya başladım. Devlet dairelerinden nefretim o tarihte başlar. Bu duygular altında hiçbir an geleceğimi bir memurluğa bağlamayı düşünmedim. Aktörlük mesleğini -kendi kendinin efendisi-  olma yolunda görmeye baladım. Hele, biraz sivrilip de adını geçerli kılmaya başlayabilirsen, senden daha özgür kimse yok. Ne sen başkalarının boyunduruğu altına gireceksin, ne de başkalarının üstüne çıkıp onları yöneteceksin.

Bu düşünce meslek seçimimde başrolü oynadı.

 


ARŞİV