Nahid Sırrı Örik: Kıskanmak

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Nahid Sırrı Örik ile devam ediyor.

11 Kasım 2022 - 06:41

NAHİD SIRRI ÖRİK (22 Mayıs 1895 - 18 Ocak 1960)

İstanbul’da doğan yazar Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) okurken öğrenimini yarıda bıraktı. 1915-1928 yılları arasında Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag gibi şehirlerde yaşadı. Türkiye’ye döndükten sonra Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Uzun yıllar Milli Eğitim Bakanlığı’nda çevirmenlik yaptı. Hasan Ali Yücel’in bakanlık yaptığı dönemde Dünya Klasikleri'ne birer Voltaire ve Balzac çevirisiyle katkıda bulundu.

Nahid Sırrı Örik’in ilk öyküsü “Zeyneb la courtisane” (Kibar Fahişe Zeyneb) Paris’te çıkan bir dergide Fransızca olarak yayımlandı. Öykü ve romanlarında Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet dönemine geçiş sürecindeki insan ve toplum ilişkilerini konu edindi. Yapıtlarını gerçekçi ve yalın bir anlatımla kaleme aldı. Eski yaşantının kalıntılarını, silinmekte olan töreleri ve insan tiplerini, “kibar tabaka”nın maddi ve manevi düşkünlüklerini işledi.

Yazarın bütün öyküleri M. Kayahan Özgül ve Vahide Bilgi tarafından üç ciltte, (San’atkârlar, Kırmızı ve Siyah, Eve Düşen Yıldırım), oyunları da Raşit Çavaş tarafından bir ciltte (Bütün Oyunları) toplanmıştır. Anılarını topladığı Eski Zaman Kadınları Arasında ve negatif kahramanlı romanı Kıskanmak da önemli kitapları arasındadır. 

Nahid Sırrı Örik’in Oğlak Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Kıskanmak” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

KISKANMAK

“Seniha! Seniha Hanım!”

Seniha üçüncü kattaki odasında, aynalı dolabın gözlerinde bir şey ararken çağrıldığını duydu. Ses tatlı, biraz oynak, belki biraz da yapmacıklıydı. En aşağıdan geliyordu. Seniha dışarı çıktı, merdivenin tırabzanlarından eğilerek, “Ne var?” diye sordu. 

“Gel Allah aşkına!”

 “Daha işim bitmedi. Birazdan inerim.”

Ağabeyinin taze karısı Mükerrem’in tatlı, biraz oynak ve yapmacıklı sesi, şimdi daha yakınlaşmış olarak şikâyet etti: “Senin zaten hiç işin biter mi? Allah rızası için in. Halit gideli iki saat oldu, sıkıntıdan çatlayacağım. Hem sana güzel bir sürprizim var.”

“Bari bir dakika müsaade et. Geliyorum.”

“Gelmeyeceksin. Yalan söylüyorsun!”

“Geleceğim canım!”

Aynalı dolabın yan gözünden bazı şeyler çıkartmıştı. Bunları Mükerrem’in eski adamı olan Şerife’nin görüp karıştırmasını istemediği için tekrar eski yerlerine koydu, dolabı da kilitledikten sonra, ağır ağır aşağı indi. Aynı zamanda yemek odası ve salon hizmetini gören, sokak üstündeki büyük odaya girdi. Mükerrem orada idi. Dün gece eve gelen İstanbul gazetelerini okuyordu. Karadeniz’de birkaç gündür süren ve birçok zayiata sebebiyet verdiği söylenen şiddetli bir fırtına yüzünden vapurlar Ereğli limanına sığınmış, Zonguldak’a gelememişlerdi. Bundan dolayı da herkes gazetesiz, havadissiz kalmıştı. Ancak, kardeşinin elinde dün gece gördüğü bu gazeteleri Seniha şimdi, hatta birazdan okuyabilecekti. Bu evde gazete okumak için bile gözetilen bir sıra ve teşrifat vardı ve Seniha’nın sırası bunda bile Halit Beyefendi ile haremlerinden sonra geliyordu.

Geçkin kızı karşısında görünce, Mükerrem gazetesini elinden bırakmaksızın ona doğru uzattı. Hem hiddetli, hem mahzun bir eda ile, “Darülbedayi Musahipzade Celâl Bey’in yeni bir piyesini oynamış! Kimbilir seyirciler gülmekten yine nasıl kırılmışlarıdır” diye söylendi. 

İstanbul varken Zonguldak’ta yaşamayı o, bilhassa böyle havalarda pek acı buluyordu. Bu acılığı da en çok oradan gelen gazetelere her göz gezdirişinde duyar, balolar, konserler, ecnebi truplarının uğraması, Darülbedayi’nin programıyla büyük sinemalarda değişen filmler, hatta havanın güzelliğine, fenalığına dair haberler ruhundaki hasret ve hicranı büyütür, kendisini talihine karşı âdeta isyana götürürdü...

İstanbul’da bulunsa gidip seyretmeye ihtimal ki üşeneceği bu yeni piyes için Mükerrem böyle ah çekip dert yanmaya başlayınca, onun son zamanlarda ve velev ki başka sebeplerle olsun Zonguldak’a pek ısındığını çok iyi bilen Seniha sözünü kesti, “Üzülme yavrum!” dedi. “Safa sinemasında gelecek hafta film değiştiği zaman biz de oraya gideriz. Biliyorsun ya, şimdi seanslarda bir kemanla bir piyano, yani konser de var.”

Görümcesinin alaycı sesi ve sözleri Mükerrem’in öfkesini arttırmıştı. Genç kadın âdeta bağırdı: “Konserlerini alsınlar da başlarına çalsınlar! Hem kuzum, bu yağmur hiç dinmeyecek mi?”

Seniha’nın ince ve renksiz dudaklarında şimdi manalı bir tebessüm belirmişti. Dedi ki: “Bunu sormak için mi beni aşağıya indirdin?”

“Yağmurun dinmesi ile sen de alakadar değil misin? Ta Soğuksu’ya kadar ıslana ıslana gitmeyi hoş buluyorsan ona diyeceğim yok!”

 “Vallahi ben kendi hesabıma bu havada sokağa çıkacaklardan değilim.”

Mükerrem’in açık kestane rengi ve biraz çekik gözlerinde hoşnutsuzluk ışığı bir an parladı söndü: “Tek başıma ben nasıl giderim! Şerife hasta. Aşçı kadın kıyamet kopsa mutfaktan ayrılamaz. Oyun bozmak yok, abla!” 

“Bu sonradan görme mahalle kadınının davetlerine bu kadar memnuniyetle koşmanın sebebini anlayamadım gitti. Kendisi adi, misafirleri kendinden manasız... Ya o şımarık, o ne oldum delisi oğlan! Onun sohbetine nasıl tahammül ediyorsun, şaşıyorum! Bugün gitsen, nazeninim milyoner olduklarını mutlaka yine bir münasibine getirip söyler. Milyonerliği iyi güzel ama edilen ikram ya fazla koyu ya fazla açık bir çayla berbat pastalar! Beş seferdir gidiyoruz, bir defasında olsun midemin bozulmadığını bilmiyorum. Hava güzel olsa, eh bir gezintidir, zaten gidecek neresi var diyelim. Fakat böyle şakır şakır yağmur da yağarken!” 

Seniha bütün bu sözleri yavaş yavaş, hiçbir noktayı ihmale razı olmayan bir eda ile söylemiş, söylerken gözlerini Mükerrem’den ayırmamıştı. Cevap verirken, genç kadın kendisini müdafaa ediyor gibiydi.

“Ne yaparsın kardeş! Ortalığın günlük güneşlik olmasını bekleyeceksek vay halimize! Bak, tam dört gündür yarım saat için olsun dışarı çıkamadık. İnsan havasızlıktan hasta olacak!”

İkisi de bir dakika sustular. Seniha geniş sedire oturmuş, oraya bırakılan gazetelerden birinin resimlerine bakıyordu. Gömüldüğü koltuğu biraz iterek Mükerrem ayağa kalktı, odanın ortasındaki büyük yuvarlak masaya gitti. Koyu nefti kadife örtünün, ipleri kesilmiş paket duruyordu. 

Mükerrem, “Sana sürprizi göstereyim” dedi.

Ötekinin yüzü şimdi hafifçe kızarmış bulunuyordu. Zaten, “sana bir sürprizim var!” diye genç kadın aşağıdan haykırdığı zaman, kendisine verilecek bir hediye olduğunu anlamıştı. Ona böyle, arada bir, hediyeler verilirdi. Ve bu hediyelerin her birinde, evlerinin kâhya kadınlığını sadakatle yaptığı için beyle hanımca müştereken münasip görülmüş bir mükâfat, hatta zavallılığına acınılarak verilmiş bir sadaka çeşnisi olurdu. Hiçbir şey söylemedi. Hem  anlamamış gibi duruyordu. Mükerrem, paket kâğıdını açıp al krep damurdan bir kumaş çıkardı.

Bunu uzatarak dedi ki: “Halit ikimiz için İstanbul’dan getirtmiş. İstersen bir örnek  yaptıralım.”

Seniha’nın gayet düz, pek ince ve renksiz dudaklarına acı ve biraz fena bir tebessüm geldi. Sonra, dudaklarında hep o tebessüm kalarak cevap verdi: “Seninle bir örnek, al renkte bir elbise, öyle mi? Yavrum, kendimi elâleme gülünç etmeye hiç niyetim yok!”

Mükerrem, kendisine mukabeleye değmeyen bir söz söylenmiş insan edası ile omuzlarını silkti, paketi yine eski yerine koydu, bir şey demeden tekrar koltuğa oturdu. Yine gazetelere göz gezdirmeye başladı. Ancak Seniha’nın düşüncesi ve sözleri hiç de haksız ve manasız sayılamazdı. Madem ki genç değil, hele hiç güzel değildi, mademki çirkindi: Bu al kumaştan yaptıracağı elbise kendisine elbette yaraşmayacaktı. Hele Mükerrem daima cicisi bicisi fazla modeller seçtiği için, onunla eş de yaptırınca muhakkak daha gülünç olurdu. Otuz dokuzunu bitirdiği halde hâlâ bir kısmeti çıkarak kocaya gitmemiş olan Seniha, yüreğinde acı ve kinli bir hisle, “Acaba bu rengi ağabeyim beni herkesin karşısında maskara etmek için mahsus mu seçti? Mükerrem’in aynı biçimde yapmamızı teklif edişi de yine bu maksatla olacak! Hem maksatları bu değilse bile biraz gözlerini açsınlar. Söylediklerini yapsam gülünç olacağımı, kendimi gülünç etmeyecek kadar da aklım olduğunu niçin takdir etmiyorlar?” diye uzun uzun düşündü. 

(…)

Nuriye’nin çayına gitmeye Mükerrem’in ne kadar istekli olduğunda Seniha’nın hiç şüphesi yoktu. Biraz evvelki münakaşayı yeniden açarsa kendisini tazip edeceğinden emin, mahsus sordu.

(…)

Tecrübesiz ve ihtiyatsız Mükerrem görümcesinin zayıf, esmer ve şakaklarına doğru siyah ve sertçe tüylerle kirli yanağına bir teşekkür busesi bıraktı. Seniha buna mukabele etmedi. Lakin ufak, esmer ve burnu az çarpık yüzünün tek güzelliği olan iri ve siyah denecek kadar koyu lacivert gözleri ile Mükerrem’in açık kestane renginde ve biraz çekik gözlerinin ta içlerine bakarak, “Nuriye Hanım’ın evine bugün de gitmeyi demek ki bu kadar istiyordun!” dedi.  

Birdenbire kızardığını anlayan genç ve güzel kadın, bir cevap veremeyerek başını çevirdi.

Tahta, biraz dik ve fazla dar merdivenlerden yukarı çıkarken, Seniha kendisini pek mesut buluyordu. Odasına girip kapıyı kapadığı zaman, “Oğlana müthiş tutkun! Artık halini hiç gizleyemiyor da!” diye mırıldandı. 

Fakat, al kumaştan bir örnek elbise yapmak teklifinin yüreğinde uyandırdığı acı ve fena his de geçmemişti. Bu his unutulmamıştı ve duruyordu. Belki günlerce duracaktı.

2

Oğlan, evine gidecekleri Nuriye’nin Nüzhet adlı oğluydu. O kadar haylaz ve tembeldi ki, bütün iltimaslara rağmen ve yirmisini sürdüğü halde hâlâ orta mektepten bir şahadetname alamamıştı. Doğru dürüst gazete okumaktan, üç cümle tutacak meramını düzgün bir imla ve zararsız bir ifade ile kâğıda geçirmekten âcizdi. Fakat, yüksek tahsil gördükten sonra hayata giren ve hayatlarını iyi kötü değil, zararsız kazanan birçok adamlara bile yüksekten muamele eder, hocalarına gösterdiği riyakâr nezaketten ise onlara karşı ileride takınacağı müteazzım ve mütecaviz tavırlar pekâlâ sezilirdi. Kendisini muhit de çok şımartmıştı. İstanbul’a her gidişine ait türlü aşk muvaffakıyetleri göklere çıkarılıyor, yeni bir kostümü, yeni bir kundurası, gömlek veya kravatı hakkında mübahaseler oluyor, hele mağrur ve hâkim bakışlar ile etrafını süzerek çarşıda yahut dalgakırana giden deniz yolunda hemen daima bir iki dalkavukla beraber yürüyüşü âdeta bir hadise şeklini alıyordu.

Bununla beraber, Nuriye Hanımefendi’nin orta mektebi bitirebilmesi için hiçbir hatır ve iltimasın bir tesir edemediği bu şımarık ve terbiyesiz oğlu, kadın cemiyetlerindeki itibarını babasından ve hele annesinden avuç avuç para almasına pek de borçlu değildi. Çünkü güzel, hem de çok güzeldi.

(Syf 15-21)

(…)

Mükerrem’le Nüzhet, birbirlerini ancak iki ay kadar evvel görüp tanımışlardı. Ve tıpkı kibar cemiyetlerin hayatını anlatan bir Fransız romanın yahut bunların bizdeki eşlerinden birinin şahısları imişler gibi, tesadüfleri bir balo gecesi olmuştu.

Bu, üç yıldan beri Zonguldak’ta vatana hizmet cemiyetleri ile hayır kurumları menfaatine ilk ve son baharlarda verilen büyük baloların sonbahara tesadüf eyleyeninde idi. Ve bu baloların hazırlıkları en az bir ay önce başlayarak olup bittikten sonra da daha bir ay bahisleri sürmek adetti. Bu sefer de bir çok kadın tuvaletlerini yaptırmak için mahsus İstanbul’a gitmişler, geçen bolalara koyu renk kostümlerle gelen bazı erkekler ilk defa olarak ve tabii yine İstanbul’da smokin, hatta frak yapmışlardı. 

(…)

Ve Nüzhet genç kadını hemen dansa davet etti. Mükerrem bir an özür dilemeyi, kalkmamayı düşündü. Fakat çocuğa karşı duyacağı büyük zaaf tahteşşuurunda belki de derhal başlamıştı. Çünkü dansetmemek düşüncesi bir karar gelemeden ayağa kalkmış bulundu.

Çiftler bu dansta da az olmuştu. Nuriye'nin iri elmasları karşısında duyulan hürmet ve alaka kadar, henüz hiçbir macerası bilinmeyen, kocasından yirmi yaş genç olan ve Zonguldak’ın en güzel kadınlarından biri diye kabul edilen Mükerrem’in Nüzhet’le oynarken arzettikleri manzara tecessüs ve alaka uyandırmıştı. 

Ve birbirlerine hakikaten çok yakışan bu güzel çiftin manzarasını, Seniha, ağabeyinin ta yanıbaşından seyretmek istemiş, geldi geleli oturduğu köşeden kalkarak onun yanına gelmişti.

(Syf 44-52)

(…)

Kıskanmak... Seniha'nın yüreğinde ilk beliren, kendisini ilk duyuran ve hemen her gün daha fazla gelişip büyüyen his bu olmuştu. Halit'le aralarında sekiz yaş vardı ve onu kıskanmadığı bir zamanı hiç bilmiyordu. Hayatının en eski, en bulanık ve silik hatıraları arasında bile bu kıskançlık her şeye hükmeden bir yer tutuyordu. Hayal meyal hatırladığı zamanlarda da herkes kendisinin kara kuru, Halit’in ise beyaz, sarı saçlı ve mavi gözlü olduklarına bakarak, ‘Bu kız, o oğlan olmalıydı’ demişler, hep ağabeyini okşamışlardı. Bu okşayanlar, bu sözleri söyleyenler kimlerdi? Hemen hiçbirini hatırlayamadığı halde söyledikleri sözleri ve o okşamaları hiç unutmuyordu. Çirkinlerin sevilmemeye ve güzeller için daima feda edilmeye mâhkum bulunduklarını Seniha pek küçük yaşından itibaren bilmiş, anlamıştı. 

(Syf 54)

 


ARŞİV