NAİM TİRALİ (25 Aralık 1925- 26 Mayıs 2009)
25 Aralık 1925 Giresun doğumlu olan Naim Tirali, ilkokulu Piraziz ve Giresun'da okudu, Galatasaray lisesinde orta öğrenimini tamamladı. Lisede öyküler yazmaya başlayan yazarın ilk öyküsü 1943 yılında Yeşil Giresun Gazetesi’nde yayımlandı. İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1946 yılında Tasvir gazetesinde, muhabir olarak gazeteciliğe başladı. 1947 yılında Giresun'da Karadeniz Postası'nı çıkardı.
1950 yılında lisansüstü eğitim için Paris'e gitti. Orada Attilâ İlhan, Metin Toker ve Lütfi Özkök gibi Türk arkadaşlarıyla bir araya geldi. Babasının ölümü üzerine hukuk doktorasını yarıda bıraktı ve bir yıl kaldığı Paris'ten yurda döndü. Yenilik Basımevini kurdu. Devrin önemli şair ve yazarları olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, Suut Kemal Yetkin, Tarık Buğra, Salâh Birsel, Bedii Faik ve Nurullah Ataç'ın kitapları bu basımevinde basıldı. Beş yıl süreyle Yenilik dergisini çıkardı. 1956 yılında Vatan gazetesine girdi. 1961 yılında Giresun milletvekili seçildi. 1962'de Vatan gazetesini devraldı ve 1975 yılına dek Ankara ile İstanbul'da bu gazetenin yayımını sürdürdü. 1977 ve 1982 yılları arasında Ankara'da günlük İktisat ve Ticaret gazetesini çıkardı. 1977 yılında basın şeref kartı aldı. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası İkinci Başkanlığı, Dünya Parlamentolar Birliği Türkiye Grubu Başkanlığı ve CHP Meclis Grubu Onur Kurulu Üyeliği yaptı.
Lise öğrencisiyken yazmaya başladığı öykülerden bazıları başka dillere çevrildi. 1980’lerde öykücülüğe geri döndü. Aşk Dediğin, Piraziz Nere Berlin Nere ve Çılgınca Şeyleri yayımlandı. 26 Mayıs 2009 yılında ise hayatını kaybeden yazarın h2O kitap tarafından yayımlanan Geçmiş Zaman Külleri isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
GEÇMİŞ ZAMAN KÜLLERİ
Dağlarca’nın Masası
Yağmurlu pis bir hava. Bir gün önceki lodos birden poyraza dönüştü. Sözleşmemiş olsaydık, Kadıköy’e gitmenin zamanı değildi doğrusu. Necdet Semizoğlu’nun Karaköy’deki avukat yazıhanesinde buluşup yola koyulduk. Vapur hazırmış. Kadıköy’e vardığımızda da, yağmur usulden yağmasını sürdürüyordu. Vagon Kahve’ye dek iyice ıslandık.
Üç vagon genişliğinde, iki vagon uzunluğunda, iç süslemesi vagon havasında, uzun bir salon. Bilardo oynayanları geçiyoruz. Salonun ortalarında, duvar kenarındaki bir masada, Fazıl Hüsnü Dağlarca, el yazısı bir metne dalmış. Bir süre, başında dikiliyorum. Görmeyeli epeyce kilo almış. Ama sağlıklı bir duruşu var. Neden sonra beni fark ediyor. Kucaklaşıyoruz.
Yıllardır, bir iki saat bir arada bulunamamış dostlar, karşılaşınca ne yaparlar? Daha çok eski günleri anıyoruz. İki kez açık kalp ameliyatı geçirdiğimi duymamış. Sağlık konuları ağır basıyor konuşmamızda. Giderek masa yeni gelenlerle kalabalıklaşıyor.
(…)
Dağlarca’nın ısmarladığı çayları içerek, nasıl geçtiğini anlamadığımız, iki saati aşkın söyleşimizde, yanına yaklaşmadığımız tek konu politika. Bir ara, Harbiye’den Sayın Kenan Evren’le sınıf arkadaşı olup olmadıklarını sordum. “Bizden dört beş yıl sonradır onlar,” yanıtını aldım. Elbet bu soru da, yanıtı da politikadan uzaktı.
İlk kez gördüğüm genç öykücü Murat Tuncel ile bir genç şair dışında, Ece Ayhan ile Günel Altıntaş gelip oturdular. Bir ara Dağlarca’nın masasında Ece Ayhan, Bodrum’dan döndüğünü, artık İstanbul’da kalacağını söylüyor. Cemal Süreya ile Ercümend Uçarı’nın daha ileriki bir masada olduklarını ve az sonra yandaki içkili lokantaya geçecekleri haberini de verdi. Edip Cansever’le Muhteşem Sunter de orada bekliyorlarmış. İçkiyi sevdiğim halde, sağlık sorunu yüzünden bir süre daha dikkat etmem gerektiğini bildirerek kendilerine katılamayışım yüzünden üzüntü duyduğumu belirttim. Çayları tazeledik
(Syf 13-14)
Dağlarca’nın Masası II
Vagon Kahve’ye bu ikinci gidişim. Vardığımda saat dördü geçmişti.
Kalabalıktan, değil boş masa, boş sandalye bulmak bile sorundu. Kahveyi bir baştan bir başa arşınladım. Oyuna ya da tartışmaya dalmış müşteriler arasında hiçbir tanıdığa rastlamayınca çıkıp deniz kıyısında, rıhtım boyunca dolaştım. Böylelikle uzun süredir havanın soğukluğu yüzünden yapamadığım yürüyüşü de yapmış farz ediyordum kendimi.
Sonra yine döndüm kahveye. Ama yine ne yer vardı ne de bir tanıdık. Çıktım. Bu kez de çarşı içinde dolaştım. Vitrinleri seyrettim. Saat beş buçuğu geçiyordu, kahveye yeniden döndüğümde. Bazı masalar boşalmıştı. Salonun tam ortalarında, Ahmet Miskinoğlu bir masada tek başına oturmuş, gazetesini okuyordu. Yanında durunca beni fark etti. Yer gösterdi.
“Üstat nerede?” diye sordum.
“Gelir nerdeyse. Bugünlerde bir konuğu var. Onunla birlikte oluyorlar çoğu kez.”
“Bir yakını falan mı?
“Hayır. Belgrad Üniversite’sinden bir genç kız. Dağlarca’nın şiirleri üstüne bir inceleme yapmak, bir kitap hazırlamak amacıyla gelmiş İstanbul’a. İki yıl kadar kalacakmış bu iş için. Haftada birkaç kez de doğrudan Üstad ile buluşup çalışıyor. Öyle sorular soruyormuş ki Fazıl Bey bile altından güçlükle kalkıyormuş.”
Böyledir işte. Yetmişinci yaşını, görkemli törenlerle biz kutlayamadık. Neyse ki dışardaki Türkologlar bize düşeni de yapıyorlar. İleride bizim araştırmacılarımız da, edebiyatımızı daha iyi anlayabilmek için, yabancı üniversitelerdeki yapıtlara başvurma zorunda kalırlarsa, kimse şaşmasın. Dağlarca da, ululuğu uzaktan daha iyi görünen dağlar gibi.
Alçakgönüllü Bir Ozan
Behçet Necatigil adına, ilk kez Zonguldak’ta çıkan Ocak gazetesinin sanat sayfasında rastladım. Vapurumuz Zonguldak’tan yeni ayrılmıştı. Salonda Zonguldak’tan aldığım yerel gazeteleri karıştırıyordum. Bir taşra gazetesinin imkânsızlıklar içinde hazırlanan sanat sayfasının, hiç aklımda yokken karşıma çıkması hoşuma gitmişti. Sayfa düzenini bile hâlâ unutmamışım. Orta yerde Behçet Necatigil’in (Tabii o zaman Behçet Necati olarak) ve Rüştü Onur’un (o yıllarda henüz sağdı), yeni şiirin başarısını anlatan bir yazısı vardı.
Bu karşılaşmayı izleyen yıllarda, Ankara, İzmir, İstanbul ve Zonguldak’ta çıkan çeşitli dergilerde Behçet Necati’nin artık Necatigil olan imzasına sık sık rastlıyor ve şiirlerini, kendime çok yakın bularak okuyordum.
Geçen yıl Kapalıçarşı adlı ilk şiir kitabını yayınladı. Ve hemen o aylarda, Haylayf Pastanesi’nde genç kuşağın ünlü şairi Nahit Ulvi Akgün bizi tanıştırdı. Oysa ki Behçet Necatigil’i daha çok öncelerden tanıyormuş gibi bir duygunun içindeydim. O yüzden de kısa zamanda arkadaşlığımız pekişti, dostluğa dönüştü.
Sadece yakından tanıyanlar değil, onu şiirlerinden tanıyanlar da ne denli alçakgönüllü (kullanmadığı soyadı da Gönül’dür) ve sesini bile fazla yükseltmek istemeyen bir yaratılışa sahip olduğunu kolayca kestirebilirler.
(…)
Onun şiirleri için, insanı ilk okuyuşta heyecanlandıran dizelerle doludur denemez. Şiirlerinin harcı âlem olmayan bir havası, söyleşinin, kişiliğini bulmuş bir özelliği vardır. Genç ozanlarımız arasında Behçet Necatigil kadar insancıl şiir yaratan ama bunu hiç yapmacıksız, öyle ağız kalabalığına getirmeden söyleyeni pek azdır.
(Syf 33-34)
Ozanca Yaşadı Ozanca Öldü
Celal Sılay, Sait Faik’in ölümünden sonra yazdığı yazıda, büyük öykücü arkadaşı için: Zamklı adamdı o. Kime dokunsa bir yapışma olurdu, der yazısının bir bölümünde. Sonra da hem Sait Faik’i, hem kendisini şöyle anlatır:
“Gece yarıları portakal soyardık. Yarısına kadar ısırırdık. Suları damlardı. Sonra o bir şarkı tuttururdu. Makamına uyardım. Ben bir şarkı tuttururdum, makamına uyardı:
Dındır dındırı dındır dın
Dındır dındır dın
O bekardı, ben bekardım. Akşamları severdi, akşamları severdim. Beyoğlu’nda gezerdi, Beyoğlu’nda gezerdim. Yanında boş bir adam arardı, yanımda boş bir adam arardım. Konuşmak istemezdi, konuşmak istemezdim. Şarkı söylemek isterdi, şarkı söylemek isterdim.
Büyük laflardan hoşlanmazdı, büyük laflardan hoşlanmazdım. Küfür edilecek bir herif arardı, küfür edilecek heriftim”
Evet, yaptığı sonu gelmez çılgınlıklarla, kimsenin en küçük “imalı” sözüne bile katlanamayan doğasıyla ünlü Celal Sılay, Sait Faik’in küfürlerine kızmadığı gibi, Beyoğlu’nda kendisini görünce, kaldırımdan kaldırma, var kuvvetiyle “Deli, deliiii..” diye bağırmasını da hoş karşılar, kesik kesik sesler çıkarıp sırıtarak, mutluluktan dört köşe yanına gelirdi. Kaç kez tanık olmuş, hepsinde de şaşırmıştım.
Kimdi bu Celal Sılay?
Gençlerimizin ve ileriki kuşakların ancak kimi şiir seçkilerinden izleyebilecekleri, zamanla belki bu olanağı da bulamayacakları için unutup gidecekleri Celal Sılay (1914-1974), Dağlarca ve Kısakürek çizgilerinde başladığı şiire, Garip’çilerin ve Nazım Hikmet’in de etkisinden uzak kalmayarak emek vermişse de istediği özgün noktaya ulaşamadan da göçüp gitmiştir.
Yaşamı boyunca, Bursa Askeri Lisesi’nde başlayıp İstanbul’un özel liselerinde süren öğrencilik yıllarında; gazetecilik, takma adlarla köşe yazarlığı, dergi yöneticiliği yaptığı yıllarda; tüm dengesizliklerine karşın, şiirin ve ozan kişiliğinin onurunu korumaya özen göstermiştir.
(…)
Üniversite yıllarımda, Parmakkapı’da Bekâr Sokağı’nda, Tekin Erer ve Galatasaray’dan bazı arkadaşlarla, iki odalı bir katta oturuyorduk. Celal Sılay’da, ayakaltı bir yer olduğundan sık sık uğrardı. Üstelik “Derin Adam” adını taktığı Hurşit Atakulu’yla da pek anlaşır, parasız kaldıkça ona, hiç de ucuz olmayan kitaplardan satardı. Bir bahar günü, biz otururken yağmur bastırdı. Ama nasıl, bir türlü durmak bilmiyor. Celal Sılay sıkıldı. Çıkacak, şemsiye yok. Sonunda benim duvarda asılı trençkotumu omzuna aldı “Sonra getiririm, “dedi.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Trençkot gelmeyince, Celal Sılay’a sordum.
Sanki havadan sudan konuşur gibi “Ben o trençkotu sattım. İki buçuk liradan fazla vermediler,” diye de arsız arsız söylenmesin mi?
Kırk elli liralık bir trençkottu. Gerçi yeni değildi ancak üç beş yıl daha giyilebilirdi. Kızmıştım ama Celal’di bu, yapılacak bir şey yoktu. Yine de dayanamayıp “İyi halt etmişsin,” dedim. “Bana getirseydin, en azından on beş yirmi lira verirdim.”
Gönlümden doğduğu gibi söylemiştim. Celal Sılay, kahkahayı basmış “Beni mi işletiyorsun?” demekle yetinmişti.
Dimdik duramadığı için kulların karşısında
Allah bu sırıtkan bakıştan utanacaktır!
Dizeleri, sanki kendi dizeleri değildi. Hem dimdik duruyordu, hem de bütün sevimliliğiyle sırıtıyordu. Bütün kızgınlığım uçup gitmişti.
Celal Sılay, coşkulu yaşamına, aşktan aşka koşmasına, sözcüklerle boğuşmasına yüreği dayanmadığı için, altmışında dünyamızdan göçüp gitti. Ozanca yaşadı Ozanca öldü.
(Syf 141-144)