Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Namık Kemal ile devam ediyor.
NAMIK KEMAL (21 Aralık 1840- 2 Aralık 1888)
Namık Kemal, 1840 yılında Tekirdağ’da dünyaya gelmiş gazeteci, yazar ve şair; yurtseverlik, hürriyet, milliyet kavramlarına bağlı bir Tanzimat dönemi aydınıdır.
Küçük yaşta annesini kaybeden Namık Kemal, çocukluğunu dedesi Abdüllatif Paşa’nın yanında geçirdi. Rumeli’de ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulundu, özel eğitim aldı. Farsça ve Arapça öğrendi.
18 yaşına gelince İstanbul’a yerleşti ve ilk şiir denemelerine başladı. Dönemin tanınmış şairlerinin toplantılarına katılarak onlarla tanıştı. 1861 yılında Galib Bey başkanlığında kurulan Encümen-i Şuara’da yer aldı. Tercüme bürosunda 4 yıl çalıştı.
Bu dönemde Şinasi ile tanıştı ve birlikte Tasvir-i Efkar gazetesini kurdular. Şinasi Paris’e gidince gazeteyi tek başına yönetmek zorunda kaldı. Yazdığı yazılar nedeniyle yasak, sürgün, tecrit ve hapis cezalarına çarptırıldı. 2 Aralık 1888 yılında Sakız Adası’nda hayatını kaybetti.
Tiyatro türüne önem veren Namık Kemal, altı oyun yazdı. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan "Vatan Yahut Silistire" yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrildi.
Namık Kemal ilk romanı olan İntibah’ı 1876 yılında yayımladı. İntibah tarihimizin ilk roman çalışması olarak kabul edilmektedir. Yayımlandığı dönemde çok tepki gören kitabın ismi üç kere değişti. Günümüzde orijinal ismi ile satışına devam edilen kitap aynı zamanda 100 temel eserden biri olarak okutuluyor.
Romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye'ye ilk getiren kişilerden biri olan Namık Kemal’in Homer Kitabevi tarafından 2005 yılında okuyucuyla buluşturulan İntibah romanından kısa bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.
İNTİBAH
Bahar günleri, bu yaşlı dünyanın şen gençlik sabahıdır. Bahar erişince toprağın her tarafı baştan ayağa tazelenerek ‘Yuhyil arza ba’de mevtiha’(Rum suresi 19.Ayet-Allah toprağa ölümünden sonra hayat verir-) sırrı açığa çıkar. O kuru kuru ağaçlar-mahşere tesadüf etmiş kemikler gibi- yeniden can bulmaya başlar.
Bir halde ki, tazeliklerine dikkat olunsa vücutlarına yayılan hayatı ibretle görmek mümkündür.
Bir halde ki, en küçük bitkinin büyüyüp gelişmesine bakılsa alemin her zerresinde bir ruh ortaya çıkıyor zannolunur.
Bir halde ki, kırların her tarafına, cisimleşmiş manevi zevk ya da belki ruh bulmuş maddi zevk denilse mübalâğa edilmemiş olur.
İlkbaharın en büyük güzelliği, bol olduğu ve alışıldığı için gayet değersiz gördüğümüz çimenlerdir. Dünyada renklerin en yumuşağı olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde ise sanki yeryüzünün her zerresi yeşillenir.
(Hatta kendini insan zanneden ve hakikat aranılırsa, bitkilerden farkları, isteyince yer değiştirebilmekten ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışır.)
Hele bir kere çimenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı kaplamaya; bir kere bahar bulutundan yansıyan ışıklar çimenliğin üzerinde dalgalar, hareler oluşturmaya; bir kere kırların ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya başlar mı! Bir kere derya hafif hafif dalgalanmaya; bir kere rüzgar hafif esintiyle suyun yüzeyinde temiz bir alına nazireler yaparcasına kırışıklıklar göstermeye; bir kere ufak ufak dalgalar, kabarcıklar rüzgarın önüne düşerek bir yere toplanmış veya etrafa dökülmüş yasemin döküntülerine benzemeye yüz tutar mı! Kırları zevkten hareket etmeye mecali kalmamış deniz, denizleri şevkle ürperen kır sanırsın.
Güller göründükçe zannolunur ki birçok güzel yüzlü fidan gibi tazeler, yabancı bakışlardan kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış; ara sıra rüzgârı uygun buldukça gizlendikleri perdeden çıkarlar; birbiriyle dudak dudağa gelirler; rüzgâr ters esmeye başlayınca yine inzivaya çekilirler, birbirlerini hasretle arzuladıklarını göstererek hafif hafif gülüşürler.
(Doğu’nun hayallerine fazla alıştığımdan mıdır nedir, ben gülden bahsettikçe bülbülü bir türlü unutamam. Gerçi güle aşık olmadığını bilirim. Fakat biçare kuşun sevdalı tavrına bakılırsa o ufacık gönlünde büyük bir aşkın varlığı hissedilir. O aşk da kendi hürriyetinedir ki tutulup da kafese hapsedilince, şakıması şöyle dursun, çoğu zaman yaşaması bile mümkün olamıyor.)
Lalelere bakılınca zannedilir ki geceden çimenlikle bir içki sofrası kurulmuş da sarhoş alup uykuya varanların her biri, şarapla dolu kadehini bir köşeye bırakmış. Kadehlerin kimi havaya veya yere dönük bir vaziyette duruyor; kimi henüz yerleşememiş, kâh eğriliyor kâh doğruluyor.
Baharın her mahsulünü, her zevkini, her halini bir benzetmeyle tasvir etmek, benim değil, gökyüzünü ham eriğe, yerküreyi kızıl yumurtaya benzeten hayal sahiplerinin bile kolaylıkla becerebileceği şeylerden değildir.
(Sayfa 17-19)
İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için tar, yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. (Nitekim onun nefesini hayatını uzatmak için alır, yine nefeste hayatından bir nefeslik zaman eksilir!) İşte Ali Bey de aynı şekilde Çamlıca’dan uzaklaşmak arzusuyla yol değiştirmeye başladı. Fakat her yol değiştirdikçe oraya daha kestirmeden giden bir sokağa girerdi.
Nihayet böyle endişelerde tabii olan o korkunç “ ne olursa olsun” düşüncesine varmaktan kurtulamadı. Arabadaki hanımın hayalini zihninde canlandırmaya uğraşmaktansa Çamlıca’da güzel yüzünü aramanın daha münasip olacağına karar verdi. Kaleme Beylerbeyi yoluyla ve Şirket’in (Şirket-i Hayriye) bildik “dilenci” vapuruyla inmeyi düşünerek yola girdi. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Sanki aradaki mesafe yok olmuş veyahut yürüdüğü yollar uykuda geçmişti.
(Sayfa 33)
Bilmem gecenin haline hiç dikkat buyrulmuş mudur? Bir kere yeryüzüne o karanlık çöker; bir kere odanın kapısı, penceresi kapanır da yalnızlığın ıssızlığı fikre, kalbe dolar mı, varlıkla yokluğun hiç farklı kalmaz. Ne tarafa bakılsa hiçbir şey görülmez, ses işitilmez, dost düşman görünmez, insan uyumayı başarabilirse, Beliğ’in “Nakd-i can ile bu alemden ucuz kurtuldum” sözünü tekrar ederek mezara girenler kadar bahtiyardır. Olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olursa olsun nihayet bir iki saat sürer. İnsan uyuyamazsa, doğal (belki de zorunlu) olarak kendini, benliğini gönlünün içinde saklanmış bilir. Beden ruha bir mezar olur. Kabir azabının her türlüsü görülmeye başlar.
Acaba öyle bir halde hatırdan ne hülyalar geçmez! Acaba öyle uykusuzluk âleminde her düşündüğünü gerçekleştirmek nerede kalır, mezara girdiği zaman sorgu meleklerine arzusuyla söylemek ister kimse var mıdır? Acaba insanın içini dışına çevirseler, vicdanı ile baş başa kaldığı zamanlar kurduğu hülyalardan daha iğrenç görünür mü?
Bu sıkıntı dünyasında kim var ki bir gece yalnız kalsın; bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin; o halde dünyayı, kendini, yapıp ettiklerini, geçmiş günahlarını düşünsün de milletimizin en büyük yazarı, en büyük düşünürü olan bir zata hitaben, “Heyhat!.. sözün çok doğruymuş, Âleme geldiğime ben de pişman oldum” demesin!
Cihanın ne türlü bir çile yeri olduğu malum. İnsanın ne kadar zayıf bir mahluk olduğunu da tarife ihtiyaç yok.
(Sayfa 38-39)
Garip haldir ki insan ne kadar genç, ne kadar tecrübesiz, ne kadar mahcup olursa olsun, kendine mahsus bir sırra, bir teşebbüse sahip olduğu gibi derhal çocukluktan yetişkinliğe geçer. Kendine hemen her şey için bir yeterlilik, bir güç görür. Her işe karışmak ister, hiçbir tavra dökülmekten çekinmez. Bu genel kurala uygun olarak Ali Bey de Mehpeyker’le görüşmeye başladıktan sonra masum meşgalelerini hemen bütün bütün terk ederek gerek hanesinin gerek kaleminin işlerine büyümüş de küçülmüş, güngörmüş, yaşlı başlı bir adam gibi, işbilir bir tavırla çalışır, ve seyir günleri gönlünün her türlü kederini ve heyecanını sevgilisinin gönül aldatıcı işveleriyle giderdikten sonra geceleri onun hayalinin parıltısıyla düşüncelerini aydınlatarak ve gündüzleri aşkından feyz alarak ve kavuşma ümidiyle kalbine başka bir kuvvet vererek öğrenimini ve vazifelerini tamamlamaya tam bir erkek gibi olağanüstü bir gayretle çalışırdı.
Kendisi işinde yükselme ve gelecek kaygılarından uzak olmasına rağmen rütbeler, maaşlar, itibarlar ayağına gelmeye başladı. Hayatını sevgili oğlunun mutlu bir tebessümüne muhtaç ve dünyada büyüklüğü yüksek makamlara ulaşmaktan ibaret sayan validesi, Bey’i o kadar sevinçli, işine bağlı ve özellikle yükselme yolunda gördükçe ömrü ve ruhu saydığı kocası yeniden hayat bulmuş kadar sevince boğulurdu.
Ali Bey’in Mehpeyker’le aşkları ise her görüşmede bir kat daha kızışmakta, ve nazlanmaların ve yalvarmaların lezzetleri bazı kere ikisine de kendini kaybettirdiği için buluşma sabahtan akşamlara kadar sürmekteydi.
(Sayfa 57)
Mahcubiyet korkusuyla ikiyüzlü davranmak insan için ne garip kusurdur! Ya hele bir yalan uydurup da karşındakini inandırmak için parlak safsatalar, etkili sözler bulmaya çalışa çalışa kendi yalanına bazı kere kendi dahi inanacak dereceye gelmek ne tuhaf gaflettir! Gerçi bu hal inanılmayacak derecelerde tuhaf görünür, fakat herkes kendine bakarsa o inanılması güç görünen gafletin inkâr edilemeyecek bir hakikat olduğunu itirafa mecbur olur.
(Sayfa 67)