Naomi Mitchison: Bir Kadın Astronotun Anıları

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Naomi Mitchison ile devam ediyor.

14 Temmuz 2023 - 06:22

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Naomi Mitchison ile devam ediyor.

NAOMI MITCHISON (1 Kasım 1897-11 Ocak 1999)

1897’de Edinburg’da doğan yazar Haldane ailesinin bir üyesiydi. Babası John Scott Haldane tanınmış bir fizyolog, ağabeyi ünlü genetik bilimcisi ve deneme yazarı J. B. S. Haldane idi.

Edinburgh'da, entelektüel bir aile ortamında büyüdü. Oxford Hazırlık Okulu'na (daha sonra Dragon Okulu ) giden tek kız öğrenciydi. 1911'den itibaren evde bir mürebbiye tarafından eğitildi. 1914'te Oxford yüksek yerel sınavıyla Oxford Üniversitesi'ne girmeye hak kazandı ve bilim alanında bir derece kursuna devam etmek için Society of Oxford Home Students'a (daha sonra St Anne's College) girdi. Ancak kursu tamamlamadan Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği için hemşire olmayı seçti. 1916’da sonradan lordluk unvanı bahşedilen İşçi Partisi milletvekili Gilbert Richard Mitchison’la evlendi. Londra’da yaşadığı süre boyunca kadın hakları, doğum kontrolü gibi pek çok sosyal ve politik meselede aktif rol aldı. Siyasi hayatında olduğu gibi özel hayatında ve kaleme aldığı kitaplarında da kadınların sorunlarını dile getirdi.

Üretken bir yazardı ve ilk romanı The Conquered, 1923’te yayımlandı. En başarılı kitapları arasında The Corn King and the Spring Queen (1931), Early in Orcadia (1987) ve sansüre maruz kalan We Have Been Warned (1935) adındaki tartışmalı romanı yer alır.  Cinsiyet, kürtaj, doğum kontrolü ve özgür aşk gibi konularda tartışmalı eserlere imza atan, tüm hayatını aktivizme adayan Naomi Mitchison 11 Ocak 1999 yılında hayatını kaybetti.

Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Bir Kadın Astronotun Anıları kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

BİR KADIN ASTRONOTUN ANILARI

Hayatımı gözden geçirirken bazen zamanı merkeze koyuyorum: kendi zamanımı ve diğer insanların birbirinden çok farklı zamanlarını. Bazen de ahlaki sorunları. Biz Dünyalılar oldum olası ahlaki sorunlar yaşamışız, en azından geçmiş zaman araştırmacıları bize öyle söylüyor. Bilinç sahibi diğer canlı türlerinin pek çoğunun böyle bir sıkıntısı olmamış. Öte yandan bazı gezegenlerde bizimkinden de karışık bir ahlak düzeni hüküm sürüyor, özellikle de tek değil de iki ya da daha fazla baskın tür varsa. Belki de onlardan biri olmadığımız için şanslıyızdır.

Ne kadar çok keşfe çıkarsak o kadar çok sorun çıkıyor önümüze. Yine de başka türlü olmasını ister miydik acaba? Hiç sanmıyorum. Uzay keşfi ivme kazandığı sıralarda artık insanların pek fazla ciddi ahlak sorunu kalmamıştı. Yirminci yüzyılın ortaları onlarla doluydu ama çoğunun kolaylıkla çözülebilir olduğu anlaşılınca- gerçekten bir çözüm istendiği varsayımıyla elbette- ahlaki can sıkıntısı hayli ciddi bir tehlike haline geldi. Eh, şimdi bunu söylemek ne mümkün!

Tabii, zamanı durdurma uygulamasının sorun yaratacağının hemen farkına varmadık. Bunu düzeltmek için birkaç büyük skandal kopması gerekti, sonuç olarak Dünyalıların ensest tabusunun epey mantıklı bir biyolojik dayanağı var.

(…)

Gençler, haliyle sabırsız olur. Ben öyleydim mesela. Gittikçe daha çok merak duyarsın, birbiri ardına tüm galaksilerin farkına varırsın. İletişim kurmayı öğrenmenin yıllar alacağını bilsen de gitmek istersin. Kullanılabilir kestirme gidiş dönüş yollarının çoğunu, kullanılmaz olanların ise hepsini otuz yaş altından çıkarmış olması bir rastlantı değildir.

(…)

Sanırım insanın içine sindirmekte en zorlandığı şeylerden biri, kişinin istikrarlı bir kişilik geliştirmesi gerektiği ancak bunun kaçınılmaz olarak kişinin iletişime gireceği diğer canlı türleri tarafından değiştirileceği ve bu biyo-fiziksel değişikliklerin kabul edilmesi gerektiğidir. Bunu da ancak istikrarlı kişiler kabullenebilir. Ve sırf böyle istikrarlı bir kişiliğe sahip olmak bile, üstelik annenin ilk yıl yaptıklarından sonra, eski günlerdeki bir ömrün yarısını alır.

Küçük çocuklar için, otuz otuz beş yaşa kadar Dünya’nın eşi benzeri yoktur, başka hiçbir yer defalarca yok etmenin kıyısından döndüğümüz sevgili kadim Dünya ve onun sevimli faunası kadar etkileyici değildir. Herkesten çok da kız çocukları için böyledir bu. Eski kafalı olabilirim ama oldum olası biyolojinin ve tabii ki iletişimin aslında kadınların işi ve başarısı olduğunu düşünmüşümdür.

(…)

Hepimiz anne babalarımızı sevebiliyoruz. İleri yaştaki insanlarla yaşadığımız anlaşmazlıkları onlarla yaşamıyoruz zira yanımızda değiller ki onlara karşı gelelim. Kaşif olmayan Dünyalılara yeterince karşı geliyoruz, zavallıcıklar; hoş, onlar kendilerini öyle görmüyorlar. Annemin, kişiliğimin oturmasını sağlamak için hayatının bir yılını bana adadığını da fark etmiştim elbette, şu geleneksel ağır çekim yılını; doğruyu söylemek gerekirse bu her zaman hoşuma gitmiştir, hem de zamana geçici bir teslimiyet anlamına gelmesine rağmen. O kadim düşmana bile olsa teslimiyetin tadına doyum olmayan anlar vardır, öyle değil mi?

Annem bana her şeyi açıklayıp anlattı, böylece okuyup anlamadığım birçok şey açıklığa kavuştu. Zamanı durdurma uygulaması, onu kısaca anlatmak için böyle havalı bir ifade kullansa da kolay bir şey değildi sonuçta.

(…)

Elbette her insan gibi bende keşfe gitmeyi iple çekmeme rağmen gittiğim ilk gezegeni tuhaf bir şekilde rahatsız edici buldum. Öyle iyi hatırlıyorum ki! Tabii, insanı hiç bilinmeyen, çok tehlikeli yerlerden başlatmıyorlar ve neyse ki sınırsız seçenek var- acaba gerçekten sınırsız mı? Neyse bu benim söyleyebileceğim bir şey değil. İletişimde başarılı olduğum düşünülüyordu (öyleyim elbette, yoksa şu anda okuduğunuz sayfayı anlamazdınız), bu nedenle hepsi genç sayılabilecek diğer uzmanlarla aynı heyete yerleştirildim, tek istisna heyet başkanımız matematikçi Peder Pedersen’di. Onunla başladığım için şanslıyım hem de çok şanslı.

İnsana ilk uzay yolculuğunun ayrıntıları çok ilgi çekici gelir. Bir süre sonra bunları fena halde sıkıcı bulmaya başlar ama belki de böylesi daha iyidir yoksa düşünceye dalmaya daha az fırsat olurdu, ne de olsa bunun için koşulların birazcık rahatsızlık verici olması gerekir. Şimdilerde uzay uçuşunun tamamında, zaman durdurulmuş olsun olmasın, derin derin düşünüyorum ama o günlerdeki klasik düşünme tekniklerinin hiçbirini henüz iyice öğrenememiştim, zaten o yaşta normal de olmazdı bu.

Gittiğim gezegen Q serisinde Lamda 771’idi. Hiç gittiniz mi oraya. Havası dayanılmaz değildir, yerçekimi de nispeten daha az sıkıntı yaratır. Ancak henüz iletişim kurulmamıştı. Sorun herhangi bir düşmanca tutumdan kaynaklanmıyordu. Hepimizin bildiği birkaç galaksi dışında hemen her yerde o türden sıkıntıların bütünüyle üstesinden gelinmişti. Ancak Lamda 771’in sakinleri dairesel bir canlı türünden evrilmişlerdi, kendileri de bir sarmaldan türemiş olan beş kollu bir denizyıldızını andırıyorlardı. Çapları birkaç santimetreden bir metreye kadar çeşitlilik gösteriyordu. (…) Onları görebilmek için insanın elleriyle dizlerinin üzerinde yürümesi gerekiyordu ama buna değerdi. Bu yaratıkların altları ve üstleri vardı, ne de olsa yerçekimi bunu gerektiriyordu. Ancak, dışa doğru yürüyen spiralden türeyen dairesel yapıları evrim boyunca korunmuş, zihinsel ve ruhsal işleyişlerinin tamamına hükmetmişti.

Bizim yapımızın ne kadar çift taraflı olduğunu, ya biri ya diğeri ilkesine ne kadar çok dayandığını ancak böyle durumlarda idrak edebiliyoruz. Biz balıklardan çok derisidikenlilere benziyoruz.

(Syf 17-24)

Önce, iki keşif gezisine çıktım – tabii yıl dediğimde kişiye özel yıllardan söz ediyorum. Ne de olsa takvim yılları çocuklukta ve gençlikte hâlâ kullanılsalar da artık bir anlam ifade etmiyorlar. Bir zamanlar işe yarıyormuş herhalde ama onlar hâlâ saatlere mahkûm olduğumuz zamanlarmış. Bunu kendi yaş grubumdakilerle etraflıca konuşabildiğimde onların kişiliklerinin de ilk gezilerinde sıklıkla sarsıldığını ama sonra sağlam bir şekilde oturduğunu öğrendim. Belki de kâşifler için olağan seyirdi bu. Marslıların hiç öyle bir sıkıntı yaşadıklarını sanmam ama bu bilgiyi edinmek için gereken doğru soruyu tasarlamak hayli zor.

(…)

Çocukken tüm canlıları sevmeyi öğreniriz ama bazılarını ister istemez daha çok severiz. İnsanız tarafsız olamıyoruz. Epsiler de kırkayağa fena halde benziyorlardı, ağız yapıları aynıydı vücutları da aynı şekilde yassılaşmıştı, hiç kuşkusuz esas dünyalarındaki gereklilikler ve gezegenlerinde her yerden sivrilen morumsu killi kaya katmanlarının arasına saklanma zorunluluğu nedeniyle.

(…)

Biz insanlar – erkekler için de neredeyse kadınlar için olduğu kadar geçerlidir bu- sıcakkanlı, yuvarlak hatlı, dokunulduğunda hoşa gidecek ve – tüm duyuların en bireyseli ve özneli koku olsa da- güzel kokulu canlıları severiz. Bu tür canlılara rastlarsak zekâdan yoksun olsalar bile onları sevmeye, onların kedimize benzediklerini düşünmeye hazırızdır. Ama Epsiler bu sevimli özelliklerin hiçbirine sahip değillerdi; yalnızca zekiydiler.

(Syf 36-38)

Kendinden emin ve soğukkanlı olanlar hiçbir zaman büyük kâşif olamazlarmış. O zaman bunu anlamakta zorlanmıştım ama şimdi anlıyorum sanırım. İnsan aldanmaya hazır olmalıymış, bu sonradan ona gülüneceği anlamına gelse bile. Zira insanın diğer varlıklarla arasında bir engel bulunmamalıymış. Güvensizliği her zaman bir kenara bırakmak gerekirmiş. Mahcubiyet. Ne zaman ki insanın onca özenle oluşturduğu ahlaki ve entelektüel kimliği altüst edilir, gerçek bütün acımazlığıyla onu ezip geçer, işte insan ancak o zaman nihayet içtenlikle gözlemleyip anlayabilirmiş. Mahcubiyet süreci, dedi Peder, tekrar tekrar yaşanmalıdır.

(Syf 52-53)

Bildiğiniz gibi birtakım galaksilere gidilmiyor, hatta onları sürekli dikkatle izliyoruz. Bazı galaksilerle belli bir bağlantımız bulunmasına ya da tek tük yaşam belirtisine rastlanmasına rağmen onları ziyaret etmeyi henüz düşünmüyoruz. İlerleme kaydedeceğimiz günler gelebilir- bence mutlaka gelecektir. Benim birkaç fikrim var, ekibim bunların üzerinde çalışıyor ama daha pek çok araştırmaya ve deneye ihtiyaç var, hemen sonuç almayı da bekleyemeyiz.

Bu dünyaların en tuhaflarından biriyle, açıklaması bu kadar basit olduğu için- bir kez anladıktan sonra- daha da tuhaftı, bir maden gezisinde karşılaştık. Maden Bakanlığı’ndan insanlarla ilk kez bir araya geliyordum, başta onların kafa dengi olmadıklarını düşünmüştüm; kâşiflere pek benzemiyorlardı, belli ki farklı bilimsel disiplinlerden işlerine yarayacak bilgileri alarak tek bir alanda ve yöntemde uzmanlaşmışlardı, insana verilmiş en büyük armağan olan derin merak duygusundan yoksundular. Yine de maden araştırmaları alanında çok gerekli bir iş yapıyorlardı, zaman içinde onları sevmeye başladım.

(…)

Madenbilimciler spektroskopik analiz ve başka teknikler aracılığıyla bu dünyada bir takım çok değerli maddeler olduğunu çoktan tespit etmişlerdi. Hepsinin onlara ulaşmak için sabırsızlandığı belliydi. Gerçek şu ki mineralleri fazla hızlı tüketiyoruz. Bu konuda epey tartıştık.

(Syf 85-87)

 


ARŞİV