NATALIA GINZBURG (14 Temmuz 1916 - 7 Ekim 1991)
1916’da Palermo’da doğdu. Edebiyat üretimine Floransa’da çıkan Solaria dergisinde kısa öyküler yayımlayarak başladı. 1938’de yayımcı ve direnişçi Leone Ginzburg’la evlendi; oğulları ünlü tarihçi Carlo Ginzburg’dur. Natalia Ginzburg aynı yıllarda antifaşist direnişin Torino’daki Cesare Pavese gibi önde gelen temsilcileriyle temas kurdu. Ginzburg’lar 1940’ta Abruzzo bölgesine iç sürgüne gönderildi; sürgündeyken 1942’de Alessandra Tornimparte mahlasıyla Kente Giden Yol’u yayımladı. Leone Ginzburg’un Gestapo tarafından öldürülmesi üzerine 1944’te Torino’ya döndü. 1947’de yayımladığı İşte Böyle Oldu’yla Tempo Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1950’de Gabriele Baldini’yle evlendi. 1952’de Bütün Dünlerimiz adlı romanını, 1957’de Viareggio Ödülü’ne layık görülen Valentino adlı öykü kitabını ve Sagittario (Yay) adlı romanı yayımladı. 1959’da Londra’ya taşındı. 1963’te otobiyografik romanı Aile Sözlüğü’yle Strega Ödülü’ne layık görüldü. 1983’te ve 1987’de İtalyan Komünist Partisi’nden İtalyan Parlamentosu’na seçildi ve Sinistra Indipendente (Bağımsız Sol) fraksiyonuna katıldı. 1991’de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi’ne üye seçildi. Aynı yıl Roma’da öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Akşam Sesleri isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
AKŞAMIN SESLERİ
Yirmi yedi yaşındayım.
Benden birkaç yaş büyük, evli bir ablam var, Johannesburg’ta yaşıyor; annem Güney Afrika hakkında haber var mı diye hiç durmadan gazeteleri karıştırır, o ülkede olan bitenler yüzünden sürekli kaygılı. Geceleri uyanıp babama, “Teresita’nın olduğu yerde Mau Mau üyeleri var mıdır acaba?” diye sorar.
Benden birkaç yaş küçük, Venezuela’da çalışan bir de erkek kardeşim var; evde, gardıropta, hâlâ eskrim ve sualtı maskeleri, boks eldivenleri duruyor, gençken sporcu bir çocuktu; dolabı açtığınız anda boks eldivenleri kafanıza iniyor.
Annem evlatları uzakta olduğu için sürekli yakınıyor; sık sık arkadaşı Bayan Ninetta Bottiglia’ya gidip ağlıyor.
Yine de gözyaşı dökmekten biraz memnun; bunu yaparken hem biraz onuru okşanıyor hem de tohumunu son derece uzak ve tehlikeli yerlere attığı için gurur duyuyor. Ama annemin en büyük derdi benim evlenmemem; onu çok üzen bir konu bu, tek avuntusu Bottiglia’ların otuz yaşındaki küçük kızlarının da hâlâ evlenmemiş olmaları.
Annem uzun bir süre General Bottiglia’nın oğluyla evleneceğimin hayalini kurdu; bu düşten, birilerinin çıkıp General Bottiglia’nın oğlunun morfinman olduğunu, kadınlara ilgi duymadığını söylediği anda uyandı. (Syf 17)
Savaş bittikten sonra, iyi İngilizce bildiği için kız kardeşimden çevirmenlik yapması istendi. Amerikalı bir albay ona âşık olunca, evlenip Johannesburg'a gittiler. Kocasının orada bir şirketi var.
Ben üniversite için şehre gittim. Bottiglia’ların küçük kızlarının en küçüğüyle birlikte Protestan kilisesinin misafirhanesinde kalıyordum. Giuliana Bottiglia öğretmen okulunu, ben de edebiyat fakültesini bitirdim. Sonra ikimiz de kasabaya döndük.
Ottavia Teyzemin okuduğu kitapları “Selecta” Kütüphanesi'ne iade edip yeni kitaplar, bazen de annem için nakış ipliği, yulaflı bisküvi, babam için İngiliz malı özel bir pipo tütünü alma bahanesiyle haftada iki kez şehre gidiyorum.
(Syf 28)
Tommasino'yla her çarşamba şehirde buluşuyoruz. Beni “Selecta” Kütüphanesi'nin önünde bekliyor. Üzerinde biraz yıpranmış eski paltosu, elleri cebinde, duvara dayanmış halde buluyorum onu.
Elini alnına götürüp hafif bir çalımla selam veriyor. Sadece şehirde görüşüyoruz. Kasabada buluşmaktan kaçınıyoruz. Tommasino böyle istiyor.
Aylardır bu şekilde, çarşamba günleri, hatta sık sık cumartesi günleri, yolun o köşesinde buluşuyoruz ve hep aynı şeyleri yapıyoruz: “Selecta” Kütüphanesi'nin kitaplarını değiştiriyoruz, yulaflı bisküvi, annem için on beş santimlik siyah grogren şerit alıyoruz.
Onun Via Gorizia'da, bir binanın en üst katında kiraladığı odaya gidiyoruz.
(…)
Kimi zaman bana, “Seninle evlenmeyeceğim, ona göre,” diyor.
Ben de gülmeye başlayıp, “Biliyorum,” diyorum.
“Ben evlenmek istemiyorum. Evlenmek isteseydim muhtemelen seninle evlenirdim,” diyor.
“Bu yeterli mi?” diyor.
“Yeterli olmasını sağlarım,” diyorum.
(…)
Annem, kasabadaki evlenebileceğim erkekleri aklından geçirirken Tommasino üzerinde durmaz.
Belki de onu çok zengin bulduğu, ulaşılmaz biri olarak gördüğü içindir. Ayrıca onun biraz tuhaf olduğunu, yoksul gibi giyinip dolaştığını, sürekli solgun görünüşünden dolayı sağlığının iyi olmadığını düşünüyor.
Balotta'nın evlatlarının, sağ ya da ölü, hepsinin her zaman tuhaflıklar gösterdiklerini, garip fikirlere sahip olduklarını ve başlarını belaya soktuklarını da söylüyor.
Ve çarşamba akşamı, mutfakta yemeğimi yediğim sırada bana bakan annem, Tommasino ile benim, birkaç saat önce, Via Gorizia'daki bir binanın en üst katında beraber olduğumuzu aklının ucundan bile geçirmiyor. (Syf 80-82)
“Bir saattir seni bekliyorum,"” dedi Tommasino. “Öğle otobüsünü kaçırdım, bir sonrakini beklemek zorunda kaldım.”
“Neden kaçırdın otobüsü?”
“Giuliana Bottiglia'yla beraberdim. Yolda bana eşlik etmek istedi, bu arada sürekli konuştu, onun için geç kaldım.”
“O aptal kızla neden zaman harcıyorsun?”
“Bizi biliyor,” dedim.
“Biliyor mu? Nereden biliyor peki?”
“Kız kardeşi Maria ile Maria Mosso bizi bir kafede görmüşler.”
(…)
“…Neden mutlu değilsin? Evdeyken, Casa Tonda'dayken, senin evine doğru bakıyorum. Bakıp düşünüyorum: Acaba şimdi ne yapıyordur, mutlu mudur, üzgün müdür? Evde tek başına olduğumda bunları düşünüyorum, hoşuna gitti mi? Sana verdiklerim az mı geliyor? Az sevgi verdiğimi mi düşünüyorsun?”
“Evet,” dedim. “Az sevgi verdiğini düşünüyorum.”
“Ama ancak bu kadarını verebiliyorum, bundan daha fazlasını veremem. Romantik bir insan değilim, yalnızlığı seven bir doğam var. Hiç arkadaşım yok, kimseyi aramıyorum.”
(Syf 88-89)
Sonra şöyle devam etti: “Uzaklara, yabancı bir ülkeye gitmek ve seni tesadüf eseri, bir sokakta, hayatımda hiç görmediğim bir kız olarak tanımak isterdim. Seninle, akrabalarınla ilgili hiçbir şey bilmiyor olmak, onlarla hiç görüşmemiş olmak isterdim.”
“Ama aksine aynı kasabada yetiştik, çocukken Le Pietre'de beraber oyunlar oynadık. Ama bu beni rahatsız etmiyor. Beni hiç ilgilendirmiyor. Evet, ilgilendirmiyor, ama biraz duygulandırıyor diyebilirim,” dedim.
“Ve sen hayatıma girdiğinden beri, kasaba her an gerçekleşebilecek, öngörülemez, etkileyici, heyecan verici şeylerle dolu kocaman, yabancı bir yere dönüştü. Örneğin pastaneye gitmek için meydandan geçerken Concordia Oteli'nin önünde arabanı görmek, kız kardeşlerini görmek ya da Magna Maria'yı görmek bana heyecan veriyor,” diye ekledim.
“Anlamıyorum. Magna Maria'yı görmenin nesi heyecan verici?”
“Magna Maria'yı görmek benim yüreğimi hoplatıyor,” diye yanıt verdim.
“Anlamıyorum! Fabrika koridorunda babanla karşılaştığımda benim kalbim hiç çarpmıyor. Babana saygım büyük ama yemin ederim ki onu görmek yüreğimi hoplatmıyor!”
“Çünkü bana âşık değilsin sen,” dedim. “Tek açıklaması bu olabilir. Senin için var olduğum günden beri yaşamında hiçbir değişiklik olmadı. İşte bu yüzden benimle yabancı bir ülkede karşılaşma düşünden, her şeyin başka bir biçimde gelişmiş olmasını istemekten söz ediyorsun. Oysa benim için her şey olduğu gibi güzel, çocukken üzerimizde çirkin önlüklerle oyun oynamış olmaktan memnunum.”
(…)
“Romantik biri olmadığını söylüyorsun ama bu doğru değil, romantiksin. Esrarengiz kadınlar, yabancı kentler arzu ediyorsun, aile, akraba istemiyorsun. Bu romantikliktir,” dedim.
“Zaten fazlasıyla akrabam var, hepsini toplasam uzun bir kortej olur. Bir yılan gibi uzun. Başka akraba istemiyorum. Benimkiler bana yetiyor,” dedi.
“Geçen akşam, bira mayasıyla bize geldiğinde denemek istediğini söyledin. Ne denemek istiyordun? Nişanlım olmayı mı? Yapamayacağını, hoşuna gitmediğini mi anladın?”
“Benim için biraz zor olduğunu anladım.”
“Artık buraya gelmek de eskisi gibi güzel olmayacak. Bizim evde, annemlerle, önce salonda, sonra yemek odasında, sonra yeniden salonda birlikte oturduğumuz için, küçük çiçek desenli fincanlarımızla kahve içtiğin için, Kuzen Ernesto'nun öyküsünü dinlediğin için artık seninle burada, bu odada olmaktan hoşlanmayacağımı, hatta “Selecta” Kütüphanesi'nin kitaplarını seninle değiştirmekten, parkta seninle dolaşmaktan hazzetmeyeceğimi düşünüyorum. Çünkü hep şu gelecek aklıma: Nişanlım olabilir mi diye denedi ama yapamadı, hoşuna gitmedi. Eş olarak değil de sevgili olarak seni cezbettiğimi düşüneceğim sürekli.”
“Ben sana evlenmek istemediğimi her zaman söyledim.”
“Doğru, her zaman söyledin,” dedim. “Ben de, ‘Yapacak bir şey yok,’ diyordum. Üzülüyordum ama, ‘Yapacak bir şey yok,’ diyordum. ‘Hiç olmamasından daha iyidir,’ diyordum. Ama artık denedin, yanılıp yanılmadığını görmek istedin. Yanılmadığını, gerçekten de yapamayacağını gördün. Ben de şimdi, bu durum karşısında, ‘Yapacak bir şey yok,’ diyemiyorum. Dayanmayı başaramadığım bir acı bu benim için.” (Syf 101-102)