NATHAIEL HAWTHORNE (4 TEMMUZ 1804-19 MAYIS 1864)
4 Temmuz 1804’te ABD’nin Massachusetts eyaletinde doğdu. Babasını henüz 4 yaşındayken sarıhumma hastalığından kaybetti. Küçük yaşta ayağından ciddi bir sakatlık geçirdiği için hareketsiz kaldı ve ilköğrenimini evde tamamladı. 1821’de Bowdoin College’a kaydoldu ve okulda geleceğin ABD başkanlarından Franklin Pierce ile arkadaş oldu. İlk romanı Fanshawe: A Tale 1828’de isimsiz olarak yayımlanırken, ilk öyküleri 1830’da Salem Gazette’te çıktı. American Magazine of Useful and Entertaining Knowledge dergisinde editörlük yaptığı yıllarda Twice-Told Tales (1837) adlı öykü kitabını yayımladı. Boston Gümrük Merkezi’nde tartı ve ölçüm memuru olarak çalıştı. Sophia Peabody ile evlendi ve Concord’daki The Old Manse’a yerleşti. Bu yıllarda Mosses from an Old Manse adlı ünlü öykü derlemesini (1846) ve Kırmızı Leke (1850) romanını yayımladı. Kırmızı Leke’yle birlikte ABD çapında tanınan bir yazar haline geldi. 1853’te ABD’nin Liverpool elçisi olarak İngiltere’ye gitti. 1857’de elçilik görevinden ayrılıp iki aylığına Londra’ya geçti; ardından Fransa ve İtalya’ya seyahat etti. İtalya’da yazmaya başladığı The Marble Faun 1860’da yayımlandı. Yayımlanan son kitabı olan Our Old Home (1863) adlı seyahatnamesinin ardından 1864’te ABD-New Hampshire’da vefat etti.
Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Kırmızı Leke isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.
KIRMIZI LEKE
Hapishane Yolu'nda, hapishanenin önüne denk gelen bu çimenlik alan, iki yüz yıldan fazla bir zaman önce bir yaz sabahı, sayıları hiç de az olmayan Boston sakinleriyle dolmuştu. Hepsi gözlerini dikkatle demir sürgülü meşe kapıya sabitlemişti. Başka bir toplumda ya da New England'ın tarihinin sonraki bir döneminde bu iyi insanların dehşet içinde taş kesilmiş sakallı yüzleri, korkunç bir işin dönmekte olduğunun alameti olarak görülebilirdi. Mahkemenin sadece halkın duygusu yönündeki hükmü onayladığının, isyana katılan bir suçlunun merakla beklenen infazının işareti olabilirdi bu. Fakat Püriten özelliklerin ilk zamanlardaki sertliği göz önüne alındığında, bu kadar kesin bir şekilde böyle bir çıkarımda bulunmak zordu. Miskin bir kōle hizmetkârın ya da anne ve babasının, hakkında verilecek hükmü sivil otoriteye bıraktıkları nankör bir evladın, kamçılama sehpasında cezalandırılacağının işareti olabilirdi bu durum. (…) Kanunu çiğneyen birisi, idam sehpasında, bu tür izleyicilerden çok küçük, hatta soğuk bir merhamet bekleyebilirdi ancak. Diğer yandan, günümüzde dalga geçerek aşağılamayı ya da komik duruma düşürmeyi akla getirecek bir ceza, o zamanlar, neredeyse ölüm cezası kadar katı bir ciddiyetle yerine getirilirdi.
Hikâyemizin başladığı o yaz sabahında kalabalığın içinde bulunan kadınların, ki epeyce kadın vardı, uygulanması beklenen cezaya özel bir ilgi gösterdiklerini belirtmek gerekir. (…) Eski İngiltere'de doğmuş ve orada yetişmiş olan bu kadınlar, aralarında altı ya da yedi kuşak bulunan güzel torunlarınınkinden, maddi olduğu kadar ahlâki anlamda da, daha kaba saba bir doğaya sahiptiler; zira bu soy zinciri boyunca her anne çocuğuna, kendisininkinden daha güçsüz ve daha az sağlam olan bir kişilik aktarmasa da; daha güzel bir ten, daha narin ve kısa süren bir güzellik ve daha ince bir fiziksel yapı aktarmıştı. Şimdi hapishane kapısının civarında bekleşen kadınlar, kendi cinslerinin hiç de yadırganmayan temsilcisi erkek tavırlı Elizabeth zamanından yarım yüzyıl kadar sonraki bir devre aittiler. Onlar onun memleketlisiydiler. (…)
“İyi kalpli kadınlar,” dedi sert yüz hatları olan ellilik bir kadın, “size fikrimi söyleyeceğim. Eğer olgunluk yaşına gelmiş, iyi bir şöhrete sahip kilise mensubu kadınlar olarak bizler bu Hester Prynne gibi suçluların cezasını verseydik, bunun topluma büyük faydası olurdu. Bunların boş laflar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eğer o kaltak, yargılanmak için, şimdi burada toplanmış olan bizim beşimizin önüne gelseydi, saygıdeğer hâkimin verdiği ceza gibi bir cezayla kurtulabilir miydi? Meryem adına, hiç sanmıyorum.”
“İnsanlar diyorlar ki,” dedi bir diğer kadın, “Muhterem Dimmesdale Efendi, onun kutsal vaizi, böyle bir rezilliğin kendi kilise cemaatini lekeleyebilecek olmasına bütün kalbiyle üzülüyormuş.”
“Yargıçlar Tanrı korkusu olan beyefendilerdir, fakat aşırı merhametliler... Gerçek bu.”diye ekledi sonbaharını yaşayan üçüncü bir kadın. “En azından, Hester Prynne'in alnını kızgın demirle damgalamalıydılar. Bayan Hester'ın yüzü bunu duyunca sapsarı kesilirdi, size garanti veriyorum. Fakat o -ahlâksız kadın elbisesinin üzerine taktıkları şeyi dert etmiyor; neden mi? Bakın, onu bir broşla ya da onun gibi bir şeyle, kâfir süsleriyle kapatabilir ve sokaklarda eskisi kadar başı dik gezebilir.”
(…)
“Merhamet üzerimize olsun iyi yürekli kadın!” diye bağırdı kalabalığın içinden bir adam, “Kadının içinde darağacından kaynaklanan ıslah edici korku dışında hiçbir erdem yok mu? Şimdiye kadar söylenen en sert söz bu! Sesinizi kesin şimdi dedikoducular, çünkü hapishanenin kapısının kilidi dönüyor. İşte, Bayan Prynne buraya geliyor.”
Hapishanenin kapısı ardına kadar açıldı ve içeride, ilk önce, güneş ışığını kaplayan kara bir gölge gibi, asık yüzlü kilise görevlisinin korkunç görüntüsü belirdi; yan tarafında bir kılıç asılıydı, görev asasını ise elinde tutuyordu. Bu kişinin görüntüsü, suçluya harfiyen ve itiraza kapalı bir biçimde uygulama sorumluluğunu taşıdığı Püriten kanunların olanca karanlık sertliğinin habercisi ve temsilcisiydi. Sol elinde tuttuğu görev asasını ileri uzatarak, sağ elini genç bir kadının omuzuna koydu ve böylece ilerlediler; hapishane kapısının eşiğinde kadın onu doğal bir ağırbaşlılığın ve güçlü bir karakterin izini taşıyan bir hareketle itti ve özgür iradesiyle gerçekleştiriyormuş gibi, açık havaya adımını attı. Kollarının arasında tahminen üç aylık olan bir bebek taşıyordu. Bebek, parlak gün ışığına çıkınca gözlerini kırpıştırdı ve yüzünü diğer tarafa çevirdi; çünkü küçük varlığı şimdiye kadar sadece zindanın alacakaranlığına ve hapishanenin diğer karanlık bölümlerine aşinaydı.
Genç kadın-bebeğin annesi- kalabalığın önünde tam olarak belirdiğinde, ilk tepkisi çocuğu göğsüne sıkıca bastırmak oldu. Bu hareket anne şefkatinin neden olduğu bir güdüden çok, elbisesine dikilmiş ya da tutturulmuş olan bir işareti bu sayede gizleme çabası gibiydi. Yine de, bir an akıllıca değerlendirdiğinde, utancının bir başka simgesi bir diğerini yetersizce gizlemekten başka bir işe yaramayacaktı; bebeği kollarına aldı, yüzünü yakan kızıllığa rağmen kibirli bir gülümsemeyle ve utanmanın izini taşımayan bakışlarla kasaba halkının ve komşularının üzerinde gezdirdi gözlerini. Elbisesinin göğsünde, etrafı özenle işlenmiş ve altın yaldızlı iple şahane bir şekilde süslenmiş güzel kırmızı kumaştan bir A harfi göründü. (…)
Mükemmel zarifliğe sahip bir vücudu olan genç kadın uzun boyluydu. Siyah ve gür saçları öyle parlaktı ki güneş ışığını parıltıyla yansıtıyordu. Hatlarının düzgünlüğü ve cildinin canlılığının yanı sıra, belirgin alnı ve siyah gözleri de yüzünü etkileyici kılıyordu. Bugünün kırılgan, geçici ve tanımlanması zor nezaketinden çok, belli bir duruş ve ağırbaşlılıkla nitelenen, o günlerin yüksek sınıfa mensup kadınlarınınkine benzeyen bir hanımefendiliğe sahipti. Üstelik Hester Prynne, terimin eski anlamıyla, hapishaneden çıkarken olduğundan daha “hanımefendi” asla görünmemişti. Onu daha önceden tanıyanlar ve üzerinde kara bulutlar dolaşıyor halde, solmuş ve kararmış görmeyi umanlar; güzelliğinin nasıl ışıldadığını ve onu saran talihsizlik ve utançtan bir hale oluşturduğunu fark edince şaşırmışlar, hatta ürkmüşlerdi. Hassas bir gözlemcinin, bu görüntüde yoğun bir acının varlığını fark edeceğini söylemek doğru olurdu. Hapiste geçirdiği dönemde çoğunlukla kendi hayal gücüne dayanarak tasarlayıp diktiği elbisesi, doğal ve çarpıcı tuhaflığıyla, onun ruh halini, cesurca pervasızlığını ifade eder gibiydi. Fakat bütün gözlerin yöneldiği ve tabiri caizse, elbisenin sahibini dönüştüren nokta -öyle ki Hester Prynne'i yakından tanıyan erkekler ve kadınlar, şimdi, onu ilk defa görüyor gibiydiler- acayip bir biçimde işlenmiş olan ve göğsünün üzerinde parıldayan KIRMIZI HARF'ti. Onu insanlarla olan sıradan ilişkilerinden kopararak tek başına kaldığı bir alanın içine hapseden bu harf, büyülü bir etkiye sahipti.
(…)
Önde kilise görevlisiyle, etrafındaki kaşları çatık adamlardan ve yüzlerinden acımasızlık okunan kadınlardan oluşan düzensiz bir yürüyüş alayı eşliğinde Hester Prynne cezasını çekeceği yer olarak belirlenen pazar meydanına doğru yürümeye başladı. (Syf 73-78)
Hester Prynne'in hapis cezası şimdi sonlanmıştı. Hapishanenin kapısı açıldı ve Hester hasta ve kasvetli kalbinde sanki göğsündeki kırmızı harfi gözler önüne sermekten başka amacı yokmuş gibi hissettiği güneş ışığına çıktı; oysa güneş herkesi aynı şekilde aydınlatıyordu. Hapishanenin eşiğinden attığı bu kimsenin dikkatini çekmeyen adımlarda, belki de, toplumun aşağılamasına maruz bırakıldığı, herkesin parmağıyla onu göstermeye teşvik edildiği yukarıda anlatılan geçit töreni ve gösteridekinden daha gerçek bir işkence vardı. O zaman, durumu bir tür çarpıcı zafere dönüştüren doğal olmayan sinirsel bir gerilim ve kişiliğinin sahip olduğu mücadeleci enerjiden destek almıştı. Bu üstelik, hayatı boyunca sadece bir kere gerçekleşecek münferit ve nadir görülen bir olaydı ve dolayısıyla, bununla baş edebilmek için, hiç tasarrufa gitmeden, pek çok yıl yeterli olacak bütün yaşam gücünü harekete geçirebildi. Onu mahkûm eden kanun -demir kollarıyla büyük bir enerjiyle desteklemek için olduğu gibi, yok etmek için de tasarlanmış dev bir gövdeydi bu- verdiği korkunç bir haysiyetsizlik cezası sayesinde onu ayakta da tutmuştu. (Syf 101)