Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
NECATİ CUMALI (13 Ocak 1921- 10 Ocak 2001)
Edebiyat tarihimizin önemli yazarlarından Necati Cumalı 1921’de Selanik’te doğdu. Mübadelede Urla’ya yerleşti. A.Ü. Hukuk Fakültesi’ni bitiren Cumalı, Urla ve İzmir’de avukatlık yaptı.
İlk şiiri 1939’da Urla Halkevi dergisi Ocak’ ta çıktı. 1955’ten sonra şiiri, hikâyeyi, oyunu, romanı birlikte yürüttü. Şiir, roman, öykü, deneme, günceleri yanında, 29 oyunuyla tiyatromuza da unutulmaz yapıtlar kazandırdı. Çok sayıda yapıtı sinema ve televizyona uyarlandı, birçok dile çevrildi. Yağmurlu Deniz’le TDK 1969 Şiir Ödülü’nü; Değişik Gözle’yle 1957’de, Makedonya 1900’le 1977’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. Yaralı Geyik oyunuyla 1979 Muhsin Ertuğrul Ödülü’nü, Tufandan Önce’yle 1984 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Dün Neredeydiniz oyunuyla 1982 Kültür Bakanlığı Tiyatro Ödülü’nü, Viran Dağlar’la 1995 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı ve Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı.
Necati Cumalı’nın Cumhuriyet Kitapları tarafından yayınlanan ve Sait Faik Armağa’nı aldığı “Değişik Gözle” öykü kitabından “Kendini Yiyen” öyküsünü yayınlıyoruz.
KENDİNİ YİYEN
Turan, taburcu olduktan on gün sonra sanatoryumda kalan arkadaşlarını görmeye geldi. Öyle bilindiği gibi değil, çok uzun bir on gündü aradan geçen. Bekârdı. Eniştesinin iki odalı gecekondusunun bir köşesinde kalıyordu. Eniştesi yoksul bir mahalle berberiydi. Çocuklarını doyuramıyordu doğru dürüst. Turan, on gündür erkenden kalkıyor, kimseye görünmeden evden çıkıyor, iş bulmak için İzmir’in altını üstüne getiriyordu. Üçte bir hafta gündeliklerinden biriktirdiği parasından yarım ekmek yüz gram zeytin alarak gün geçiriyordu. Yarının korkusuyla daha fazlasını harcayamıyor, akşamları bir şey yemeden eve geç dönüyor, ardından açlığını gizliyordu ablasından, eniştesinden.
Dokuma işçisiydi. On iki yaşından beri on beş yıl dokumacı olarak çalışmıştı. Bu on günün başlangıcında sigorta doktorları işbaşı vermediler. Sendika ilişiğini kesti. Geçmiş yaşayışının bütün kapıları kapandı yüzüne. Kendisi sanatoryumdan iyileşmiş, hastalığını yenmiş olarak çıkmıştı ama, sanatı? Hastalığı öldürmüş, almıştı sanatını elinden.
On gün İzmir sokaklarını sabahtan akşama dolaştı. O taş yapılı, kapısı bekçili, dört yanı duvar işyerlerinin hangisinin kapısından içeriye girebildiyse girdi. Her girdiği kapıdan, orasından burasından dinamitlenen kayalar gibi, umudunun bir parçası daha gövdesinden kopmuş ayrılmış olarak, eksilmiş, yenilmiş çıktı. Başı önünde gene sokaklara düştü. Toparlayabildiği bütün geri kalan gücüyle gene kapıları zorladı. İşverenlerin karşısında o acılı yüzüyle boyun büktü.
Sigortasız olsun, kaçak olsun, daha düşük gündelikle olsun razıydı. Bir dönebilse gene tezgâhının başına. Olmuyordu, patronlar iş vermeye yanaşsa bile sendikalar dikiliyordu karşısına! Dokuma fabrikalarından umut kesince garsonluk, odacılık, bekçilik, otobüs biletçiliği aradı. Bir iş Allahım, bir iş! Alnında ter taneleri, bir karabasan görür gibi dolaşıyordu İzmir sokaklarında. Tek açlığını susturabileceği bir iş! Allah da kullar da duymuyorlardı Turan’ın içini yakıp kavuran sesi.
Sabahları işe giden, öğle paydoslarında çalıştıkları fabrikaların duvar diplerinde kümelenen, akşamları işten dönerken fakir semtlere doğru karıncalar gibi akarak sokakları dolduran binlerce yorgun, soluk yüzlü işçi aralarında yer vermiyorlardı artık ona. Tanımıyorlardı onu. İçlerinden biri değildi artık o! Sendikalarından, sigortalarından adını silmişlerdi onun. Peki ama, bu kadar yıldır kendisi değilse kimdi onlarla birlikte pamuk tozlarını yutarak; fabrikaların kurumlu, rutubetli havasını soluyarak ciğerlerini çürüten? Kime el uzatacağını, kime sesleneceğini bilemiyordu artık. Tuttuğu dal kırılıyor, bastığı toprak kayıyordu ayaklarının altında.
Sanatoryumda kaldığı günlerin alışkanlığı ile ne yapıp yapıp tartılıyordu her gün. Yarım ekmeğini, bir avuç zeytinini yedikten, kana kana suyunu içtikten sonra tartılıyordu. Tartıların ibresi her gün ağırlığından biraz daha kurtularak havalanıyordu korkulu bakışları önünde. Sanatoryumda o kilo aldığı günlerin sevinçleri, umutları bırakıp kaçıyorlardı Turan’ı. Tartının üstünden her inişinde korkunun, yılgınlığın kara kuşlarıydı başının üstünde dönen.
Onuncu gün ölümün tırpanı gibi gördü tartının ibresini. Her gün biraz, her gün biraz koparıp alıyordu o tırpan gövdesinden. On günde altı kilo zayıflamıştı. Yaşamak için zeytin ekmeğin yanına her gün kendinden bir parça katıyordu. Kendini yiyordu açıkçası.
O gün, yalnızlığından, çaresizliğinden kaçar gibi sanatoryumda kalan arkadaşlarının yanına attı kendini. Sabah kürünün sona ermesine yakın geldi. Dokumacı Ziya’nın ayak ucuna yığılır gibi oturdu.
Eski arkadaşları hemen oğullandılar yöresinde. Hoş geldin dediler. Hatırını sordular. Durumunu anlayıp öğrendiler.
Esmer, iri yapılıydı. Kısa karşılıklar veriyordu sorulanlara. Eski arkadaşlarını ağır ağır dolaşan bakışları yılgın, sesi yılgındı. Bir yangından, bir deniz kazasında boğulmaktan yeni kurtarılmış gibi bitkindi eski arkadaşlarının ortasında. On gün içinde bu kadar zayıflamasına şaşıran arkadaşları da bir kaza başında toplanmış gibi bakıyordu ona.
Güray:
- Nasıl işbaşı vermezler sana? dedi. Çıkarken aslan gibiydin…
O, mırıldandı:
- Vermediler işte…
Bir öfke, bir başkaldırma havası sarıyordu konuşmalarını.
Dökümcü Ali:
- Sigortanın kârını düşünüyorlar, dedi. Alacakları prim eksilir diye ödleri kopuyor…
Hamit soludu:
- Bankaya, ticarete çevirdiler sigortayı. Para bizim paramız, geberen biz, yiyen, yaşayan onlar…
Arkadaşları, o yıllarda, işçi sigortalarına nereden belâ olmuşsa olmuş üç beş doktora sövüp saydılar. Turan susuyordu gene. Kızmak bile gelmiyordu içinden. Çevresinde konuşulanları dinlemiyormuş gibi, bazen çevresindeki eşyaların beyazlığına, temizliğine, bazen sanatoryumun bahçesinin yeşilliğine takılıyordu gözleri. Sahiden bu cennette yaşamış mıydı on gün öncesine kadar? Bütün ömründe rahat bir yatak görmüşse burada görmüştü. Karnı doymuşsa burada doymuştu. Bütün ömründe hep hepsi burada kaldığı o dokuz ay.
Arkadaşları sendikacılara saldırıyorlardı şimdi de. Ah, bir sağlam çıksalar, bir işbaşı alabilseler, hepsini atacaklar, değiştirecekler! Hepsi satılık, hepsi mideci, kuyruk sallayan cinstendi, hepsi cıvık çıkmıştı başlarına getirdiklerinin. Anlamışlardı anlayacaklarını ama, geç! Çok geç…
O, yılgın bakışlarla hak veriyordu arkadaşlarına. Yavaş yavaş kendine gelir, yavaş yavaş başına toplananları tanımaya başlar gibiydi. Yemek zili çalınca birden ürkekleşti gene. Eniştesinin evinden kaçtığı gibi kalkıp gitmek istedi. Arkadaşları bırakmadılar. Bölüşeceklerdi Turan’la yemeklerini…
Yemek gelinceye kadar Hamit ile Güray bütün hastaları dolaştılar. Turan’a yardım için para topladılar. Her hasta gücünün yettiği kadarıyla katıldı toplanan yardıma.
Sanatoryumdan ayrılırken geçirdiği kazadan kurtulmuş gibiydi artık Turan. Sandığı kadar yalnız, kimsesiz değildi dünyada. Bakışlarında yeni yeni kıvılcımlanmaya başlayan bir umut ışığıyla, yarından tezi yok gezici satıcılığa başlayacağını söylüyordu arkadaşlarına…