Necib Mahfuz (11 Aralık 1911- 30 Ağustos 2006)
Nobel Ödülü’nü kazanan ilk Arap yazar olan Abdülaziz Necib Mahfuz, 11 Aralık 1911’de Kahire’de doğdu. Sekiz yaşında Büyük Britanya işgaline karşı yapılan 1919 Devrimi’ne tanık oldu. Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı ve burada Mısırlı entelektüellerden Taha Huseyn ve Mustafa Abdurrazık gibi isimlerle tanıştı. 1934’te Kahire Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı alanda yüksek lisans yapmaya başladı. Mustafa Abdürrâzık’ın danışmanlığında yürüttüğü “İslâm Tasavvufunda Estetik” adlı tez çalışmasını yarıda bırakarak edebiyata yöneldi
Yazma serüvenine öyküyle başlayan yazar, yirmi bir yaşında James Baikie’nin Ancient Egypt kitabının Arapça çevirisini yayımladı. 1938’de yayımladığı ilk öykü kitabını antik Mısır tarihine ilişkin tarihî roman üçlemesi takip etti. Daha sonraki dönemlerde Kahire Üçlemesi’yle toplumcu gerçekçi romanın zirvesine oturdu. Altmışlı yıllardan sonra da sembolik, varoluşçu romanlara yöneldi. Bu çerçevedeki romanı Evlâdu Hâretinâ (Mahallemizin Çocukları) Mısır’da yasaklandığı için Beyrut’ta basılabildi. 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk Arap ve Müslüman yazar oldu. 35 roman, 350’yi aşkın öykü, 26 senaryo yazdı. 1994’te uğradığı bıçaklı saldırıda ağır yaralandı. 30 Ağustos 2006’da Kahire’de 95 yaşında öldü. Yazarın Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan Cebelavi Sokağı’nın Çocukları isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
CEBELAVİ SOKAĞI’NIN ÇOCUKLARI
Sokağımızın bulunduğu yer çorak bir araziydi, ufka kadar uzanan Mukattam Çölü'nün bir parçasıydı. Bu boş alanda, Cebelavi'nin sanki korkuya, vahşete ve kanunsuzluğa meydan okumak istercesine inşa ettiği konak dışında hiçbir şey yoktu. Devasa, yüksek duvarları geniş bir alanı çevreliyordu; batı kısmında bahçe vardı, doğu kısmında da üç katlı bir konak. Bir gün bu hayırsever adam, çocuklarını çağırıp bahçenin yanı başındaki kabul salonunda topladı. Bütün çocukları geldi: İdris, Abbas, Rıdvan, Celil ve Edhem, ipekli cellabiyeleri içerisinde karşısında durdular; o kadar huşu içindelerdi ki ona sadece kaçamak bakışlar fırlatabiliyorlardı. Cebelavi oturmalarını emretti, onlar da çevresindeki sandalyelere oturdular. Cebelavi, bir şahininki kadar delici bakışlarını bir süre onlara dikti, sonra kalkıp salonun büyük kapısına yöneldi, kapının önünde durarak dut, firavun inciri ve palmiyelerle dolup taşan, kınakına ve yasemin çardaklarıyla çevrili, dallarında kuşların şakıdığı geniş bahçeye baktı. Bahçeden cıvıl cıvıl, hayat dolu şarkılar yükselirken, salon sessizliğe gömülüydü. Kardeşler, çorak toprakların efendisinin kendilerini unuttuğunu düşündüler. Uzun boyu ve iriyan yapısıyla insanüstü bir hali vardı, başka bir gezegenden gelme bir yaratık gibi duruyordu. Kardeşler birbirlerine baktılar; aklında önemli bir konu olduğu zaman babaları hep böyle olurdu. Onları endişelendiren şey, babalarının bu ev içerisinde açık arazide olduğu kadar kudretli olması ve karşısında kendilerini çaresiz hissetmeleriydi.
Cebelavi yerinden ayrılmadan onlara doğru döndü ve yüksek duvarları perdelerle ve halılarla kaplı salonda güçlü bir şekilde yankılanan, derin ve kulak tırmalayıcı bir sesle konuştu.
“Mülklerin yönetimini başkasının devralmasının zamanının geldiğine inanıyorum.”
Onlara bir kez daha dikkatle baktı ama kardeşlerin yüzleri hiçbir şeyi ele vermedi. Mülklerin yönetimi, aylaklığı, sükuneti ve gençlik meşgalelerini seven insanlara çekici gelecek bir şey değildi, ayrıca en büyük oğul olan İdris böyle bir iş için en doğal adaydı; orada bulunan hiç kimse böyle bir şeyi sorgulamıyordu bile. İdris kendi kendine, "Baş ağrısından başka bir şey değil, sonu gelmeyen sorunlar ve tabii bir de o sefil kiracılar," dedi.
“Mülklere benim denetimim altında bakması için kardeşiniz Edhem'i seçtim,” diye devam etti Cebelavi.
Kardeşlerin yüzleri bu beklenmedik olayın yarattığı şaşkınlığı yansıttı ve hepsi hayretle bakıştılar hemen; bir tek Edhem gözlerini şaşkınlıkla ve ürkekçe yere indirdi. Cebelavi onlara sırtını döndü. Kayıtsızca, "Sizi onun için buraya çağırdım," dedi.
İdris'in içini o kadar büyük bir öfke kapladı ki kendini sarhoş gibi hissetti. Kardeşleri mahcubiyet içinde ona baktı. Hepsi -tabii Edhem dışında- İdris' e ve kendilerine yapılan bu hakaret karşısındaki kızgınlıklarını sessiz bir protestonun ardına gizledi.
Sonra İdris o kadar sakin bir tonda konuştu ki sanki sesi başka bir vücuttan geliyordu: “Ama baba ... “ “Ama?”Cebelavi soğuk bir sesle sözünü kesti ve oğullarına doğru döndü.
Babalarının, akıllarından geçenleri okuyacağı korkusuyla hepsi yere baktı ama İdris ısrar etti,
“Ama ben kardeşlerin en büyüğüyüm ... “
“Bunu biliyorum herhalde,” dedi Cebelavi sinirli bir şekilde, “Babanım ne de olsa.”
İdris, giderek artmakta olan bir kızgınlıkla cevap verdi, “En büyük kardeşin hakları ihlal edilemez; sadece bazı durumlarda ...”
Yaşlı adam, toparlanması için zaman vermek istercesine ona uzun uzun baktı, sonra da, “Seni temin ederim, kararımı alırken herkesin iyiliğini düşündüm,”dedi.
İdris, azalan bir sabırla sindirdi bu darbeyi. Karşılık vermenin babasını sinirlendirdiğini ve buna devam ederse darbelerin şiddetinin artacağını biliyordu ama öfkesinden dolayı davranışlarının sonucunu düşünemeyecek durumdaydı. Birkaç adım atıp Edhem' e dokunacak kadar yaklaştı; kendisiyle kardeşi arasında vücut yapısı, cilt rengi ve yakışıklılık açısından olan farkların herkes tarafından açıkça görülmesi için kibirli bir horoz gibi kabardı; susamış bir ağızdan saçılan bir tükürük yağmurunun şiddetiyle “Ben ve öz kardeşlerim saygın bir hanımın oğullarıyız, o, zenci bir köle kadının oğlu!” dedi.
Edhem'in esmer yüzü soldu ama ifadesi değişmedi. Cebelavi yumruğunu sallayarak, “İdris, dikkatli ol,” diye onu uyardı.
Ama İdris bir öfke nöbetine kapılarak, “Üstelik de en küçüğümüz neden bana tercih edilsin ki, yaşadığımız bu dönem hizmetkârların ve kölelerin devri değilse tabii!” diye bağırdı.
(…)
İdris'in mantığı öfkesine yenik düşmüştü, bağırmaya başladı. "Sen ne biçim, rezil bir babasın! Daima otoriter oldun, zorbalık yaptın, her zaman böyle biri olarak kalacaksın! Biz senin oğlunuz ama bize de başka kurbanlarına davrandığın gibi davranıyorsun!”
Cebelavi ona doğru yavaş ama kararlı bir şekilde iki adım attı, yüzü allak bullak, ama ses tonu alçaktı. “Kes sesini.”
“Beni korkutamazsın, korkmayacağımı biliyorsun. Eğer bir kölenin oğlunu benden daha iyi yerlere getirmek istiyorsan, seninle, 'seni dinliyorum ve sana itaat edeceğim' tarzında konuşmayacağım.”
“Bana karşı gelmenin cezasını bilmiyor musun, seni iblis!”
“Asıl iblis, o kölenin oğludur.”
(…)
Cebelavi'nin haykırışı bahçeden, hatta haremden bile duyuldu: “Defol buradan!”
“Burası benim evim, annem burada ve annem bu evin meşru hanımı, bunu hiç kimse inkar edemez!”
“Buraya bir daha asla adım atamayacaksın!”
Cebelavi'nin yüzü, su baskını sırasında kararan Nil suları gibi karardı, taş gibi sert yumruklarını sıkıp tıpkı bu nehir gibi amansız heybetiyle hareket etti. Herkes İdris için bunun ölümden bir farkı olmayacağını biliyordu. Bu olay sadece, bu evin sessizce tanıklık ettiği trajedilerin sonuncusu olacaktı. El üstünde tutulmuş kaç kadın bir tek kelimeyle perişan bir dilenci haline gelmişti? Kaç adam, bu evde uzun yıllar hizmet verdikten sonra, sırtlarında kurşun uçlu kırbaçların açtığı yara izleriyle ağızlarından ve burunlarından kanlar akarak, topallayarak buradan ayrılmıştı? İyi zamanlarda kim ne kadar büyük bir itibar görürse görsün, bunun gazap zamanında bir faydası dokunmuyordu. Dolayısıyla herkes, İdris için bunun ölümden bir farkı olmayacağını biliyordu. Babasının en büyük oğlu, gücü ve güzelliğiyle babasıyla yarışan İdris için bile! Cebelavi ona doğru iki adım daha attı.
“Sen benim oğlum değilsin, ben de senin baban değilim. Burası senin evin değil, burada annen, kardeşin veya arkadaşın yok artık. Karşında bütün dünya var, tüm nefretimle ve beddualarımla çık git. Benim sevgimi ve himayemi kaybettin, zamanla, yalnız ve perişan bir halde dolaşırken, kendi gerçek değerini öğreneceksin.”
İdris ayağını İran halısına vurdu. “Burası benim evim, buradan hiçbir zaman ayrılmayacağım!”
Daha İdris farkına varamadan, babası onu yakaladı, omzunu mengene gibi kavrayarak önüne kattı, geri geri iterek kapıdan çıkardı ve terasa kadar sürükledi. İdris sendeleyerek merdivenden aşağı yuvarlandı, sonra Cebelavi onu güller, kınakına ağaçları ve yaseminlerle çevrili yoldan iterek büyük bahçe kapısından dışarı attı ve kapıyı sürmeledi. Cebelavi'nin haykırışını koca evdeki herkes duydu. “Onu içeri alacak veya ona yardım edecek herkese lanet olsun!”
Sonra başını haremin kepenkleri kapalı pencerelerine doğru kaldırdı ve yine bağırdı. “Buna cüret edecek olanlar da boş olsun!”
(…)
Edhem, o kara günden itibaren konağın ana kapısının sağındaki kabul salonunda yer alan vakfın idari ofisinde çalışmaya başladı. Şevkle çalışıyordu; kiraları topluyor, alacaklılara borçları ödüyor, hesapları babasının onayına sunuyordu. Kiracılara dürüst ve saygılı davranıyordu, onlar da, aksi ve kaba olarak ün salmış olmalarına rağmen, onu seviyorlardı.
(…)
“Burada, çöldeyim, Cebelavi! Hepinizi lanetliyorum! Kadın, erkek, hepinizi lanetliyorum ve söyleyeceklerimi beğenmeyen herkese meydan oluyorum! Beni duyuyor musun, Cebelavi?”
“İdris!” diye seslendi Edhem ve bahçeye girdi. Ağabeyi Rıdvan'ın ona doğru geldiğini gördü, allak bullak olduğu görülüyordu. Rıdvan'ın ilk sözleri, “İdris sarhoş,” oldu. “Pencereden gördüm onu, ayakta duramayacak kadar sarhoş. Ailemizi daha ne gibi skandallar bekliyor?”
Edhem ıstırap içinde gözlerini kapadı. “Kalbim üzüntüden burkuluyor, Rıdvan.”
“Ne yapmalı ki? Karşımızda bizi tehdit eden bir felaket var.”
“"Bundan babamıza söz etmeliyiz, görmüyor musun?”
Rıdvan kaşlarını çattı. “Babam asla fikrini değiştirmez, böyle bir şey de onun İdris'e büsbütün kızmasına neden olacaktır.”
(…)
Bu sohbetin onu bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Edhem, endişeli düşüncelere daldı. “Görmüyor musun, bir şeyler yapmak zorundayız?”
“Hepimiz güvende olmak istiyoruz tabii, ama ne pahasına olursa olsun güvende olmayı istemek kadar güvenliği tehdit eden başka hiçbir şey yoktur. Zaten, gök yarılsa bile düşüncesizce bir şey yapmam. Ailemizin onuruna gelince, şu anda İdris sayesinde kirleniyor.”
“O zaman neden bana geldin?” Edhem sanki bir gecede gaklayan bir karga kadar tekinsiz olmuştu. İç geçirdi. “Benim bütün bunlarla bir ilgim yok, ama hiçbir şey yapmazsam çok pişmanlık çekerim.”
“Bir şeyler yapmak için yeterince nedenin var,”dedi Rıdvan, oradan ayrılırken.