Neval El Seddavi : Sıfır Noktasındaki Kadın

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Neval El Seddavi ile devam ediyor.

03 Mart 2023 - 07:25

NEVAL EL SEDDAVİ  (27 Ekim 1931- 21 Mart 2021)

Mısırlı feminist yazar Seddavi 1931 yılında doğdu. 1955’te Kahire’de tıp fakültesinden mezun oldu. Sağlık Bakanlığı’nda kamu sağlığı yöneticiliği yaptı. Kadın ve cinsellik üzerine yazdığı makaleler nedeniyle görevine son verildi. Tüm kitaplarında toplumsal cinsiyet konularını ve kadınların yaşadığı baskıları ele aldığı için Mısır hükümetinin baskılarından da kurtulamadı ve 1981’de Enver Sedat hükümeti tarafından cezaevine kondu. 1982’de serbest bırakıldığında Arap Kadınları Dayanışma Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Dernek 1991’de kapatıldı ve Seddavi de siyasal baskılara dayanamayarak yurt dışına çıktı. 

ABD üniversitelerinde dersler veren yazar 1993-96 yıllarında Duke Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürdü. 

21 Mart 2021’de hayatını kaybeden Seddavi’nin Metis Yayınları tarafından yayımlanan “Sıfır Noktasındaki Kadın” kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SIFIR NOKTASINDAKİ KADIN

Gerçek bir kadının öyküsüdür bu. Onunla birkaç yıl önce Kanatır Cezaevi'nde tanıştım. Çeşitli suçlardan tutuklu ya da hüküm giymiş bir grup kadın mahkûmun kişilik yapıları üzerine bir araştırma yürütüyordum o sıralar.

Cezaevi doktoru, bu kadının adam öldürmekten idama mahkûm edildiğini anlattı. Ama o, Kanatır'daki diğer kadın katillere hiç mi hiç benzemiyordu.

"Cezaevinin içinde de, dışında da onun gibisini göremezsiniz. Ziyaretçi kabul etmiyor, kimseyle konuşmuyor. Genellikle yemeğine dokunmuyor ve gün ağarana dek gözünü bile kırpmıyor. Cezaevi gardiyanı onun bazen saatlerce boşluğa dalıp gittiğini söylüyor. Bir gün kalem kâğıt istemiş, sonra saatlerce başını kaldırmadan oturmuş. Gardiyan onun mektup mu, yoksa başka bir şey mi yazdığını anlayamamış. Belki de hiçbir şey yazmıyordu."

Doktora, "Benimle görüşür mü?" diye sordum.

"Sizinle görüşmesi için ikna etmeye çalışırım onu," dedi. "Savcı yardımcılarından biri değil de psikiyatrist olduğunuzu belirtirsem, razı olur belki. Benim sorularımı da yanıtlamıyor. Devlet Başkanı'na idam cezasının ömür boyu hapse çevrilmesi için bir af dilekçesi yazmayı bile reddetti."

“Onun adına kim başvurdu?”diye sordum.

“Ben,”dedi. “Aslına bakarsanız, onun katil olduğuna inanmıyorum. Yüzünü, gözlerini görseniz, bu kadar yumuşak bir kadının adam öldürebileceğine asla inanmazsınız.”

“Kim demiş yumuşak kadınlar katil olmaz diye?”

Doktor yüzüme bir an şaşkınlıkla baktı, sonra sinirli sinirli güldü.

“Siz hiç adam öldürdünüz mü?”

“Ben yumuşak bir kadın mıyım?”diye yanıtladım.

Başını yana çevirerek küçük bir pencereyi gösterdi. “İşte hücresi. Gidip onu buraya gelmeye ikna edeceğim.”

Bir süre sonra tek başına döndü. Firdevs benimle görüşmeyi reddetmişti.

O gün başka kadın mahkûmlarla görüşmem gerekiyordu aslında. Ama arabama binip oradan ayrıldım.

Eve döndüğümde, hiçbir şey yapacak halim yoktu. Son kitabımı gözden geçirmem gerekiyordu, fakat bir türlü başına oturamadım. On gün içinde asılacak olan Firdevs adlı bu kadından başka bir şey düşünemiyordum.

Ertesi sabah erkenden kendimi gene cezaevinin kapısında buldum. Gardiyandan Firdevs'i görmek için izin isteyince bana, “Faydasız, doktor. Sizinle görüşmeyi asla kabul etmez,” dedi.

“Niçin?”

“Bir-iki gün içinde idam edilecek. Sizin ya da başkasının ona ne hayrı dokunabilir ki? Rahat bırakın onu.”

Sesinde öfke vardı. Bir-iki gün içinde Firdevs'i asacak olan benmişim gibi kızgınlık dolu bir bakış fırlattı bana.

“Benim ne buradaki, ne de başka bir yerdeki yetkililerle hiçbir alakam yok,” dedim.

“Hep böyle derler,” dedi öfkeyle.

(…)

Ertesi gün kendimi gene cezaevinin önünde buldum. Firdevs'i görmeye çalışmaya niyetim yoktu, bütün umutlarım suya düşmüştü. Gardiyanı ya da doktoru arıyordum. Doktor henüz gelmemişti; onun yerine gardiyanı buldum.

“Firdevs beni tanıdığını söyledi mi sana?” diye sordum.

“Hayır, bana hiçbir şey söylemedi,” diye karşılık verdi. “Ama tanıyor.”

“Beni tanıdığını nereden biliyorsun?”

“Sezdim.”

Orada taşlaşmış bir halde kalakaldım. Gardiyan işine devam etmek üzere yanımdan ayrıldı. Kendimi boş yere hareket etmeye, arabama binip gitmeye zorladım. Yüreğime, bedenime, tuhaf bir ağırlık çökmüştü; bacaklarım tutmaz olmuştu. 

(…)

Firdevs aslında beni tanıdığını söylememişti. Gardiyan bunu sezmişti yalnızca. Firdevs'in beni gerçekten tanıdığı anlamına mı geliyordu bu yani? Eğer kim olduğumu bilmeden reddettiyse, kendimi incinmiş hissetmem için bir neden yoktu. Reddetmesi doğrudan bana yönelik değildi, tüm dünyaya ve onun üzerindeki herkese karşı bir tepkiydi.

Oradan ayrılmak üzere arabama yürüdüm. Beni etkisine alan öznel duygular bilimsel bir araştırmacıya yakışmıyordu. Arabanın kapısını açarken neredeyse kendimle alay etmeye başlamıştım. Arabaya dokunmak, kimliğimi, doktor olarak kendime duyduğum güveni yeniden hatırlamama yetti. Koşullar ne olursa olsun bir doktor, adam öldürmekten idama mahkûm bir kadından daha değerliydi kuşkusuz. Kendime olan güvenim (ki pek ender olur) yavaş yavaş tazelendi. Kontağı çevirip debriyaja basınca, kendimi milyonlarca böcek arasında sürünen bir böcek gibi hissetmekten kurtuldum. Tam o sırada ardımda motorun sesini bastıran bir ses duydum.

“Doktor! Doktor!”

Seslenen gardiyandı. Soluk soluğa yanıma vardı. Kesik kesik çıkan sesi, düşlerimde sık sık duyduğum sesleri anımsattı bana. Ağzı büyümüştü sanki, sallanan bir kapının mekanik hareketleriyle açılıp kapanan dudakları da öyle.

“Firdevs, Doktor! Firdevs sizi görmek istiyor! “dediğini işittim.

Göğsü inip kalkıyordu; soluğu kesik kesikti; gözleriyle yüzü şiddetli bir heyecanı yansıtıyordu. Devlet Başkanı beni görmek istediğini söylemiş olsa, eminim bu kadar heyecanlanmazdı.

Bu kez benim de soluğum hızlanmıştı, sanki ateşim çıkmış gibi; kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki soluksuz kalmıştım. Arabadan nasıl indiğimi, gardiyanın kâh önünde, kâh ardında nasıl koştuğumu bilmiyorum. Bacaklarım adeta bedenimi artık taşımıyormuşçasına hızlı, hiç çaba harcamadan yürüyordum. Harika bir duygu sarmıştı içimi, gururluydum, mutluydum, coşkuluydum. Gökyüzü pırıl pırıl bir maviydi. Dünyalar benim olmuştu. Bu duyguyu yıllar önce bir kez daha ilk defa âşığımla buluşmaya giderken tatmıştım.

Firdevs'in hücresinin önünde, soluklanmak ve yakamı düzeltmek için bir an durdum. Aslında araştırmacı, psikiyatrist olduğumu anımsamaya, normal halime dönmeye çalışıyordum. Anahtar kilitte keskin bir gıcırtıyla döndü. Bu ses beni kendime getirdi. Deri çantama sıkı sıkı yapıştım; içimden bir ses yükseldi: “Kim bu Firdevs? Topu topu bir...”

Ama sözcükler orada kesildi. Şimdi Firdevs'le karşı karşıyaydık. Yere mıhlanmıştım; sessiz, hareketsiz durdum. Ne yüreğimin atışını, ne de ardımdan kapanan ağır kapıda anahtarın dönüşünü duydum. Sanki gözleri gözlerime daldığında ölmüştüm. Öldüren, bıçak gibi insanın içine işleyen, araştıran gözlerdi bunlar; bakışları durgun, ikircimsizdi. Tek bir kirpiği bile oynamıyordu. Yüzünde kıl kıpırdamıyordu.

Ani bir sesle kendime geldim. Onun sakin, bıçak gibi soğuk ve keskin, insanın içine işleyen sesiydi bu. Ses tonunda en ufak bir kararsızlık, en ufak bir titreme yoktu.

“Pencereyi kapat,” dediğini duydum.

Kör gibi pencereye gittim ve kapadım; sonra dalgın dalgın çevreme bakındım. Hücrede hiçbir şey yoktu. Ne yatak, ne iskemle, ne de oturacak bir şey.

“Yere otur,” dediğini duydum.

Çömelip yere oturdum. 

(…)

BIRAK KONUŞAYIM. Sözümü kesme. Seni dinleyecek zamanım yok. Bu akşam saat altıda almaya gelecekler beni. Yarın sabah burada olmayacağım artık. İnsanoğlunun bilmediği bir yerde olacağım. Bu dünyada kimsenin bilmediği o yere yapacağım yolculuk bana gurur veriyor. Yaşamım boyunca bana gurur verecek, beni krallardan, prenslerden, hükümdarlardan bile üstün kılacak bir şey aradım. Ne zaman elime bir gazete geçip de, o adamlardan biriyle karşılaşsam, yüzlerine tükürüyordum. Mutfak raflarını kaplamak için gereksindiğim bir gazete kâğıdına tükürdüğümün farkındaydım. Gene de tükürüyor, tükürüğü kuruyacağı yerde öylece bırakıyordum.

Bir resme tükürdüğümü gören olsa, resimdekini şahsen tanıdığımı sanır. Hayır,  tanımıyordum. Ben yalnızca kadının biriyim. Hiçbir kadın yoktur ki, gazeteye resmi basılan her erkeği tanısın. Ayrıca ben başarılı bir fahişeydim yalnızca. Bir fahişe ne kadar başarılı olursa olsun, bütün erkekleri tanıyamaz. Ama tanıdığım erkeklerin hepsi bende tek bir istek uyandırdı: elimi kaldırıp yüzlerine okkalı bir şamar indirmek. Fahişe olduğum için, korkumu makyajın ardına gizledim. Mesleğimde başarılı olduğumdan, makyajım hep en iyi, en pahalı türdendi; saygın burjuva kadınlarının makyajı gibi. Saçımı sosyete kadınlarının gittiği berberde yaptırıyordum. Seçtiğim ruj rengi hep "doğal ve ciddi"ydi; böylece dudaklarımın çekiciliği ne gizlenmiş oluyor, ne de fazla vurgulanıyordu. Göz kalemim de, yüksek düzeydeki yetkililerin eşlerinin yeğlediği türden, çekicilikle reddedişin uygun bir karışımıydı. Yalnızca makyajım, saçım ve pahalı ayakkabılarım "üst sınıf"'tı. Ben, ortaokul diplomam ve arzularımla "orta sınıf'a aittim. Ailemse "aşağı tabaka"dandı.

Babam; cahil, yoksul bir köylü olan babam, yaşam hakkında çok az şey bilirdi. Ürün nasıl yetiştirilir, düşmanın zehirlediği sığır ölmeden pazara nasıl ulaştırılır; henüz vakit varken bakire kızı başlık parasına nasıl satılır; ürün olgunlaşır olgunlaşmaz komşudan atik davranılıp nasıl çalınır. Kâhyanın önünde nasıl iki büklüm durulup eli öpülüyormuş gibi yapılır. Kan nasıl dövülür, anasından emdiği süt her gece nasıl burnundan getirilir. Her cuma temiz bir galabeya giyip camiye cuma namazına giderdi. Namaz bitince kendine benzeyen adamlarla dolaştığını görürdüm. Cuma namazından bahseder, imamın akıllara durgunluk verecek kadar ikna edici, sözü dinlenir biri olduğu üzerine konuşurlardı. Çalmanın günah olduğu besbelli değil miydi; ya adam öldürmek, bir kadının namusunu kirletmek, adaletsiz davranmak, bir insanoğlunu dövmek suç değil miydi? Dahası, itaat etmenin, ülkesini sevmenin bir görev olduğunu kim yadsıyabilirdi ki? Allah aşkıyla hükümdar aşkı bir ve bütündü. Allah hükümdarımızı uzun yıllar korusun ve onun ülkemizin, Arap ulusunun ve tüm insanlığın esin ve güç kaynağı olarak kalmasını sağlasındı.

Onların, dar, dolambaçlı yollarda, başlarını hayranlıkla sallayıp mübarek imamın söylediği her şeyi onaylayarak yürüdüklerini görürdüm. Bir yandan da Allah'ın adını anarak sürekli alçak sesle dualar ederler, bir an bile durmadan mırıldanıp fısıldaşırlar, başlarını sallar, ellerini ovuştururlardı.

Başımın üstünde içi su dolu ağır bir bakraç taşırdım. Ağırlığından bazen omuzlarım çökerdi. Kendimi suyu dökmeyecek şekilde dengelemek zorundaydım. Adımlarımı annemin öğrettiği gibi atardım; böylece boynum dik dururdu. O zaman daha çocuktum, göğüslerim çıkmamıştı. Erkekler hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Fakat Allah'ın adım anıp şükranım istediklerini, kısık sesle dualar okuduklarını duyardım. Başlarını sallarken, ellerini ovuştururken, öksürürken, gırtlaklarını hırıltıyla temizlerken, koltuk altlarıyla apış aralarını kaşırken gözlerdim onları. Çevrelerinde olup biteni kuşkulu, açıkgöz, sinsi bakışlarla, saldırmaya hazır gözlerle, bana tuhaf bir şekilde aşağılık gelen bir saldırganlıkla gözlediklerini görürdüm.

Bazen hangisinin babam olduğunu ayırt edemezdim. Diğer erkeklere o kadar çok benziyordu. Bir gün anneme babam hakkında sorular sordum. Babam olmadan nasıl doğurmuştu beni? Annem beni bir güzel dövdükten sonra, elinde küçük bir çakı, belki de jilet olan bir kadın çağırdı. Beni sünnet ettiler.

Bütün gece ağladım. Ertesi gün annem beni tarlaya yollamadı.     

(…)

Gün doğmadan önce uyandırmak için omzumu dürtükler, ben de testiyi alıp suya giderdim. Geri dönünce ağılı temizler, güneşte kurumaya bıraktığım tezekleri üst üste dizerdim. Ekmek pişirileceği günler hamur yoğurup ekmek yapardım. 

Hamur yoğurmak için hamur teknesini bacaklarımın arasına koyup yere çömelirdim. Hamur topağını düzenli aralıklarla tekneye çarpardım. Ocak o kadar sıcak olurdu ki, saçlarımın ucu yanardı. Galabeyam sık sık kalçalarıma doğru sıyrılırdı; ama amcamın elinin, okuduğu kitabın altından yavaşça uzanıp bacağıma yaklaştığımı görene dek aldırış etmezdim buna. Bir an sonra elinin temkinli, gizli, titrek hareketlerle bacaklarımın arasında gezindiğini hissederdim. Evin girişinde ayak sesleri duyulur duyulmaz çekerdi elini. Ama evde çıt çıkmaz, sessizlik yalnızca ocağı beslediğim odunların çıtırtıları ve amcamın hafif bir horlama mı, yoksa soluk sesleri mi tam anlaşılmayan düzenli nefesiyle bozulurken, elleri uyluklarıma sımsıkı, neredeyse kaba bir ısrarla yapışırdı.

(Syf 13-26)

 

ARŞİV