Nezihe Meriç: Zor Yokuşu

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar dizimizde bu hafta "Zor Yokuşu" hikayesi ile Nezihe Meriç var

22 Şubat 2019 - 10:19

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

NEZİHE MERİÇ (1925- 18 Ağustos 2009)

Gemlik’te doğan Nezihe Meriç, yaşamına ve eğitim hayatına farklı şehirlerde devam etti. İlk öyküsü (Bir Şey), Seçilmiş Hikâyeler dergisinde çıktı. Korsan Çıkmazı ile 1962 TDK Roman Ödülü’nü, Bir Kara Derin Kuyu ile 1990 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Yandırma ile 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü, Çavlanın İçinde Sessizce ile 2004 Dünya Kitap-Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü, son olarak da 2007 Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Yapıtlarında kadın ve çocuk sorunlarına yoğunlaşan Nezihe Meriç, Türk edebiyatına kadın yazınını başlatan, kadını ve kadın duyarlılıklarını işleyen öykü yazarımızdır. Zor Yokuşu kitabının önsözünü yazan Güven Turan, Meriç’i şöyle anlatır: “Nezihe Meriç, sonuna kadar kadın, özellikle de genç kız sorununu, dönemin, dönemlerin bütün değişimleri içinde ele almıştır. Elbette, erkek kişileri de vardır Nezihe Meriç’in ve ilginç olan, bunlar her zaman olumlu, hatta sosyal ve ekonomik düzeylerinin gereği maço olmaları beklenmesine karşın, aksine kadına saygılı, olumlu yaklaşan karakterlerdir. Asıl çatışmayı Nezihe Meriç, geleneğine bağlı anneler, büyükanneler, mahalleli komşu kadınlarla genç kızlar arasında kurar.”

Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan “Zor Yokuşu” kitabına ismini veren öyküsünden bir bölümü yayınlıyoruz.

ZOR YOKUŞU

Uzun zamandır örtbas etmeye çalıştığım bir duygu, artık bana direnecek duruma geldi. Güçlendi. Hiç umulmadık yerlerde geliveriyor karşıma. Gazete okurken, kızı yıkarken, koyu uykularım karabasana dönüşürken, yolda yürürken, kendimi kahkahalarla gülerken yakaladığımda. Şu: Biz, seninle ben, birbirimize benzediğimiz, uyduğumuz için evlenmiştik. Ama uzun süredir ayrıyız. Sen orada, ben burada; ekmeğimiz suyumuz ayrı, koşullarımız bambaşka, devinip duruyoruz. Durmadan değişiyoruz. Birbirimize yansımadan, değişik etkilenmeler içinde. Son günlerde hep bunu düşünüyorum. Bence, bu, birbirinden ayrı düşen evliler için, üzerinde durulması gereken bir nokta. Artık, sesini ve yüzünü unutmaya –mı– başladım. Bundan ne acı, ne mutsuzluk duyuyorum. Birbirimize hep açık ve doğru olacağız demiştik, onun için yazıyorum. Zaten, sana yazmaya başlamadan önce, önümde beyaz kâğıt, uzun zaman öylece oturuyorum. Aşk, ayrılık, yaşamak, ölmek, evlilik, toplum, kader, özgürlük, birey, evrim, devrim, insan hakları, boşluk, saçma, Allah, dünya, insanlar vb. çeşitli sözcükler yazıp ünlemler çekiyorum. Bir yazıp bir karalıyorum. Uzun zamandır susuşum, kafamdaki bu dağınıklıktan. Şu dünyada, okuyarak, yaşayarak edindiklerimin tümünü, unutmuşum gibi bir duyguya kapılıyorum; geceyarıları uykusuz otururken. Çeşitli soruların yanıtlarını, yeniden, kendiliğimden bulmaya çalışıyorum. Bazan, “Acaba delirir miyim” diye korkulara kapılıyorum. Hemen, kızı kucağıma alıp sarılıyorum. Uykusunda bir gülüşü var hafiften.

Aklım yattığı için, sözünü dinledim. Kızı alıp, Ahmet’lerin yazlıkta boş duran evlerine geldim. Kolay olmadı bu. Sana anlatmak da zor. Orada, kendi aranızda, bizlere değgin, bana çok tuhaf gelen, yadırgadığım, boş, yaşamasız, yapay olarak üretilmiş bir bakış geliştirdiniz. Oysa, –anımsa– burada bir kent yaşamı var –niceliği, niteliği tartışmalara açık–. Apartmanda oturuluyor. Aydan aya para ödeniyor. Aydınlanma ve yakacak için de para gerekli. Her sabah bir gazete alınıyor. Bir de –ille– ekmek. Çocuğa, özellikle, süt, yağ, yumurta; ikimize, belli bir oranda et, sebze ve meyve gerekli. Bunlar da çarşıdan parayla alınıyor –unutmuş olamazsın–. Somun aptalı atalarımız, çalı kabuğundan kuşak kuşanmış, ben neden yapmayayım diye, kendi hakkımdan vazgeçip kızı beslemeye gayret gösteriyorum. Elim yüzüm yaprak açıyor bu yüzden. Bu arada, bazı insanların her gün et alabilmesine çok şaşıyorum. Ben alamıyorum. Neredeyse binde bir. Kız da, Allahtan, sadece köfte seviyor. Kıyma ucuza geliyor. İçine bol ekmek, soğan, yeşillik, yumurta falan katarak çoğaltabiliyorsun. Neyse ki, bazan balık çok ucuzluyor. Sözü toparlarsak, bu kent yaşamında, belli bir paraya gereksinimim var. Bunu elde ediyorum, ama bu anlatması, anlaması zor, garip bir çarkıfelek. Anneannelerin, annelerin üç aylıklarından, çeviri paralarından, birikmiş gazetelerin satışına, en üst katta oturan aptal kıza, parayla yün başlık örmeye dek kol atan, eski bakırları satmaktan ve akla gelmedik çok karışık yollardan geçen bir devinim. Şimdi, yaz evine gelmenin zor oluş nedenlerini, otobüs parası denkleştirmekten başlayarak, yazlık giysi, deniz için havlu, çocuğa, hiç olmazsa plastik bir kova kürek, diye başlatmalısın. Karşı çıkışım bu yüzdendi. Bilmeden esip gürleme. Neyse, uyduruk bir şeyler.

İlk üç beş gün çok iyiydi. Her şey. Sevindim bile. Denizin kenarında, mavilerle yeşillerin menevişlenmesi arasında, bir sepet meyve gibi duran, bakımlı bir yazlık tatil köyü. Taa uzaklara dek bakabiliyorsun. Deniz yayılıp gidiyor. Havanın içi hep, uzak uzak gülüşmeler, küçük çığlıklar, seslerle dolu. Önce evi temizledim. Bir ev sular, süpürgeler, sabunlarla nasıl temizlenirse öyle. –Ahmet’in annesi, dolapları dolu bırakmış. Çok sevindim. Bir gün öderim. Borcum olsun.– Güneşte mis gibi koktu taşlar. Islak taş kokusu. Bahçeyi kazdım. Çiçeklerin kökünü kabarttım. –Bu işte becerikli olduğum söylenemez.– Yaptığım her işe, bir damlacık gücüyle katıldı kız. Camları bile, hoh deyip parlatmaya kalktı. İki kadındık boş evin içinde –dolaptaki sabunları da o buldu zaten–. Dört beş gün sonra dostlar edindim. Bitişik evi onaran ustalar. Bana artmış boyalardan verdiler. Merdivenlerle, parmaklıkları boyadım. Ali Usta, tahtadan bir gemi yaptı. “Bunu Barbaros Paşa da görse bayılırdı” diye güldü. Gümbür gümbür gülen, elli, ayaklı bir adam bu Ali Usta. Eskiden balıkçıymış. “Kocadım artık!” diyor. İkimizin de romatizması var. Ağrılarımız var. Onunla memleket meselelerini konuşuyoruz. Dert ortağıyız. Bu konuşmalardan sonra, hemen senin yazdıklarını düşünüyorum. Memleketin hali, diyorsun. Kuvvetli ol, katkını unutma, dünyanın sesine kulak ver, diyorsun. Kuvvetli olamam açım. Sen orada, ben burada açız. Bilirsin, can boğazdan gelir. Sonra katkı dediğin ne? Anlattım, ancak çocuğu, sağlığını bozmadan büyütebilirim. Yoğun, usandırıcı bir didinme sonucu edindiğim çürük dişler, mide kasılmaları, sinir ağrıları içinde dünyanın sesine kulak veremem. Gazete ne yazıyorsa onu okuyorum. Radyo bozuk. Yaptıramadım. Televizyonu da kapıcıya sattığımı biliyorsun. “Bunları hırsından yazıyorsun” dersen bak bunda haklısın. Yalnız, haklı oluş, bunların gerçek oluşunu değiştirmiyor.

Neredeydik? Ha, kız, Ali Ustanın boynuna “Dedecim!” diye sarılmıyor mu, o iri adam, sevinmekle yerinmek arasında, anlatılmaz bir duyguya düşüyor. Bir hoplatıyor kızı, bir hoplatıyor, anasına avradına küfrediyor bu feleğin sanırsın. “Mektubunda selamımı yaz” dedi. “Dayansın!” Dayan bakalım. Başka bir şey var: Burası güzel bir tatil köyü. Burada yaşayanlar varlıklı insanlar. Kadınlar, kızlar bakımlı. İyi güneş yağlarıyla ovdukları esmer derileri ipek gibi parlıyor. Erkekler de rahat, gevşek. Çoğu pipo içiyor nedense. Yaşlıları bile çapkın çapkın bakıyor. Dört kat olup selamlıyorlar genç hanımları, cici kızları. Islık çalıyormuş gibi, kostak bir yürüyüşleri var. –Canım darda. Gülecek halim yok.– Mayolar, giysiler, deniz topları, özel arabalar, kasalarla biralar, meyve suları, ızgara etler, ojeler, sandaletler, deniz elbiseleri, balık kokuları arasında, “Kırmızı çatılı, beyaz badanalı küçük evimiz, yavrularımız” masalından etkilenmiş, senaryosu berbat, kötü çevrilmiş bir film seyreder gibi oluyor insan. Kimseyle şöyle içe sinen bir merhaba tutturamadığım bir yana –Ali Ustayla adamlarını saymazsak– birden, yanımdan, göz ucuyla bakarak geçenlerin, zaten, sıradan bir merhabayı bile benden sakındıklarını ayırt ettim. Bozum olmadım desem yalan olur. Ahmet’in arkadaşıyız ya. Bunu önceden düşünmeliydim. Akşamüstü Ali Ustaya dert yandım. “Bırak bokları” dedi. Ferahladım. İnsan insanın zehrini alıyor. Ama bir süre sonra ekledi: “Bakma sen” dedi. “Temiz efendi adamlar da vardır içlerinde. Düzgün aileler de vardır. Allahtan iyilerin kökü kurumadı daha.” Al işte, uykusuz gecelerde, başla elifin ebesini aramaya: Temiz adam ne demek? Nasıl bir şeydir efendi adam olmak? Ya düzgün aileler? İyiler kimler peki? Ya kötüler?

Şimdi iyi dinle. Senin yazdığın oradaki sabaha karşılık –çoğu geceler karabasanla karışık, kara düş olarak yaşıyorum o sabahları– ben de, buradaki bir sabahı yazmak istiyorum sana. O sabahı yaşadığımda, –bak açıkça söylüyorum– içim sevinçle doluydu her şeye karşın. Çünkü o sabahı yazmak, yazıya dökmek istedim ilk kez. Bunu yapabileceğimi sezdim. O zaman alnıma gün doğdu sandım. Bunu sana anlatamam, ama artık yazarak yaşamak istiyorum kendimi, gibi bir şey söyleyebilirim. Bizim oralarda dendiği gibi, ancak o zaman kara günümü tarayabileceğim. Ağrılarım bile geçebilir. İşte ilk denemem. Seni, arkadaşları öperim.


ARŞİV