“Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Friedrich Wilhelm Nietzsche ile devam ediyor
FRIEDRICH WILHELM NIETZSCHE (15 Ekim 1844- 25 Ağustos 1900)
Alman filozof ve yazar Friedrich Wilhelm Nietzsche, 15 Ekim 1844’te Almanya’nın küçük kasabalarından biri olan Röcken’de dünyaya geldi. Öğrenim hayatı boyunca son derece başarılı bir öğrenci olan Nietzsche henüz 24 yaşındayken Basel Üniversitesi'nde filoloji dersleri yanında felsefe dersleri de verdi. “Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu” isimli ilk kitabı 1872’de yayımlandı. 1878’de ilk bölümünü Voltaire’e adadığı kitabı, “Menschliches, Allzumenschliches” (İnsanca, Pek İnsanca) çıktı.
1879’da uzun yıllardır sürmekte olan sağlık problemleri iyice arttı ve üniversitedeki görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu süreçte üretmeye devam etti. Tanrı’yı ve dini sorgulamalarıyla bilinen Alman filozof, müzikle de yakından ilgiliydi. İyilik-kötülük kavramları üzerine kurduğu felsefesi kendisinden sonrakileri oldukça etkiledi.
1889 yılında zihinsel yetilerini tümüyle yitirmeye başladı. 25 Ağustos 1900’de hayata gözlerini yumdu.
“Ebedi dönüş”, “mor fati”, “güç istenci” ve “üst-insan” kavramlarını felsefe dünyasına kazandıran Nietzsche çoğu edebiyat çevresince, Avrupa’nın en büyük yazarı olarak kabul edilmektedir. 21. yüzyıl dahil tüm zamanların en fazla alıntı yapılan filozofu Friedrich Wilhelm Nietzsche oldu. “Thus Spoke Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt), “Ecce Homo”, “Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik” (Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu), “The Twilight of the Idol”s (Putların Alacakaranlığı) önemli eserlerindendir.
Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin İlgi Kültür Sanat tarafından yayımlanan “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitabından bölümleri paylaşıyoruz.
BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT
Zerdüşt’ün Başlangıç Söylevi
Ve Zerdüşt, halka şöyle seslendi: “İnsanın bir amaç edineceği zaman gelmiştir. İnsanın en yüksek umutlarının tohumunu ekeceği zaman gelmiştir.
Henüz toprak buna yetecek kadar bereketlidir. Fakat bir zaman olacak, bu toprak fakirleşecek ve artık hiçbir yüksek ağaç yetiştiremeyecek. Yazık, insanın özleminin okunu, insan üzerinden aşıramayacağı ve yayının gerilmeyi unutacağı bir zaman gelecek. Size diyorum ki: dans eden bir yıldız doğurabilmek için, insanın içinde uzlaşmayan bir yan olmalıdır. Size diyorum: İçinizde henüz bu vardır. Yazık, artık insanın hiçbir yıldız doğuramayacağı zaman geliyor. Yazık, kendi kendini önemsiz, değersiz göremeyen en zavallı adamın zamanı geliyor.
(Syf 13)
…
Vücudunun üzerinde bir damla çiğ var diye titreyen bir gül goncasıyla ortaklaşa neyimiz var? Gerçekten, hayatı severiz. Fakat yaşamaya değil sevmeye alıştığımız için.
Aşkta daima biraz cinnet vardır. Fakat cinnette de her zaman biraz akıl vardır.
Hayatı seven bana da; insanlar arasında kelebek ve sabun köpüğü ve bu çeşitten olanlar, mutluluğu en iyi anlamış görünüyorlar.
Bu yufka, çılgın, narin, hareketli ruhcukları titrer görmek! Bu, Zerdüşt’ü gözyaşlarına ve şarkılara boğar.
Ben yalnız dans etmesini bilen bir tanrıya inanabilirdim. Ve şeytanımı görünce onu ağır, derin ve ciddi buldum. Bu, ağırlığın ruhu idi. Onun yüzünden her şey düşer.
Öfke ile değil gülümsemeyle öldürülür. Haydi, ağırlığın ruhunu öldürelim!
Ben yürümeyi öğrendim. O zamandan beri kendimi koşturuyorum. Ben uçmayı öğrendim, o zamandan beri kımıldamak için itilmeye ihtiyacım kalmadı. Şimdi hafifim, şimdi uçuyorum, şimdi kendimi altımda görüyorum, şimdi içimde bir tanrı dans ediyor.
(Syf 37)
Acıyanlar Üstüne
…
Ah dostlarım, düşünen şöyle der; Utanç, utanç, utanç! İnsanın tarihi bundan ibarettir. Onun için soylu olan, utandırmaktan vazgeçer. Bütün dertlilerin utancını çeker.
Gerçekten, acımalarla mutlu olan yumuşak kalplileri sevmem. Bunların utanç tarafları pek eksiktir. Acımaya zorunluysam acıyan adını almak istemem. Acıyan isem uzaktan uzağa acıyan olmayı seçerim. Daha tanımadan, başımı örter ve kaçarım. Dostlarım sizin de böyle yapmanızı isterim. Şansım, yoluma sizler gibi dertsizleri; ümitte, yemekte, balda benimle beraber olabilecekleri çıkarsın. Gerçekten, ben kederlilere şunu veya bunu yaptım. Fakat daha iyi sevinmeyi öğrensem daha güzel bir iş yapmış olurdum.
İnsanlık doğalı insan çok az sevinmiştir. Atalardan kalma tek günahımız budur! Eğer daha fazla sevinmeyi öğrensek başkalarına acı vermeyi ve acı düşünmeyi daha kolay unuturuz.
Onun için dertlilere yardım etmiş olan elimi yıkıyorum, onun için ruhumu da temizliyorum.
Çünkü dertliyi dert çekerken görmekten ve onun utancı uğruna utandım ve ona yardım ederken gururuna sert bir saldırı yapmış oldum.
Büyük güzelliklere, hoşluklara, teşekkür edilmez. Tersine kin beslenir ve eğer küçük iyilik unutulmazsa, ondan kemirici bir kurt meydana gelir.
“Kabul etmede nazlı olun. Böylece kabul edişinizi bir büyüklük yapın!” armağan edecek bir şeyi olmayanlara bu öğüdü veririm.
Fakat ben bir armağan edenim. Bir dost olarak dostlara armağan vermeyi severim. Fakat yabancılar ve fakirler benim ağacımdan meyveyi kendileri koparsınlar. Bu daha az utandırır.
Fakat dilencileri tamamen ortadan kaldırmalı. Gerçekten, onlara bir şey vermek de, vermemek de insanı üzer.
Günahkârlar ve vicdan azabı çekenler de böyle. Bana inanın dostlarım, vicdan azapları insana ısırmayı öğretir.
Fakat en kötüsü küçük düşüncelerdir. Gerçekten, kötülük yapmak, küçük düşünmekten daha hayırlıdır.
Ama siz, “Küçük kötülüklerin verdiği zevk bizi nice büyük kötülüklerden alıkoyuyor.” dersiniz, fakat bu işte tasarruf etmek istememeli.
Kötü eylem bir çıban gibidir. Kaşınır ve patlar. O içten konuşur. “Bak ben hastalığın kendisiyim.” kötü eylem böyle der. Bu onun namuskârlığıdır. Fakat küçük düşünce mantara benzer! Sokulur, bükülür ve hiçbir yerde olmak istemez. Küçük mantarlar yüzünden bütün vücut, sararıp soluncaya kadar!
(Syf 83-85)
Çehre ve Bilmece Üstüne
Cesaret en iyi öldürücüdür. Saldıran cesaret. Çünkü her saldırışta bir cümbüş vardır.
İnsan en cesur hayvandır. Bütün hayvanları bununla yenmiştir. İnsan bu cümbüşle her acıyı yenmiştir. İnsan acısı en derin acıdır.
Cesaret, uçurumlardaki baş dönmesini de yener. İnsan nerede uçurumda değil ki? Görmek bile uçurumları görmek değil midir?
Cesaret en iyi öldürücüdür. Cesaret acımayı de öldürür ve acıma, en derin uçurumdur. İnsan hayatı ne derinlikte görürse, acıya da aynı derinlikte bakar.
(Syf 152)
Ağırlığın Ruhu Üstüne
İnsan kendisini kutsal ve sağlam bir sevgiyle sevmeyi öğrenmeli. İnsan kendisine tahammül etmeyi öğrenmeli ve sağa sola dalmamalı. Ben bunu öğretiyorum.
Böyle sağa sola bakmaya, başkalarını düşünmek diyorlar. Bundan büyük yalan ve ikiyüzlülük olamaz. Hele bu sözü bütün dünyaya ağır gelenler söylerse!
Gerçekten, kendi kendini sevmeyi öğrenmek, bugünden yarına oluverecek bir iş değildir. Aksine bütün sanatların en zoru, en incesi ve en çok sabır isteyenidir.
İnsanın kendine ait olan her şey kendinden iyice saklanmıştır. Ve bütün gömüler içinde en güç çıkarılan, insanın kendi gömüsüdür. Ağırlığın ruhu böyle yapar.
Daha beşikteyken bize iyilik ve kötülük diye ağır sözler ve ağır değerler öğretirler. Bize verdikleri çeyizin adı budur. Ve bize, bu çeyizin hatırı için yaşadığımızı söylerler.
Çocuğu, kendi kendini sevmemeyi öğreterek kendimize bağlıyoruz. Ağırlığın ruhu böyle yapar.
…
İnsanın keşfedilmesi zordur. Hele insanın kendi kendisini keşfetmesi daha zordur. Çok defa zekâ, ruh hakkında yalan söyler. Ağırlığın ruhu bunu yapar.
Fakat şöyle diyen kendisini iyi keşfetmiştir; “Benim iyiliğim ve kötülüğüm budur.” “Herkese iyi, herkese kötü diyen cüceyi ve köstebeği susturmuş olur.”
Gerçekten, her şeyi iyi bulan ve hele dünyayı en iyi şey diye düşünenleri de sevmem. Bunları pek fazla yetinmeci bulurum.
Her şeyden tat almak isteyen yetinmecilik! En yüksek zevk bu değildir. Ben evet ve hayır demesini bilen ve ağzının tadını bilen damakları ve mideleri severim.
…
Gerçekten, ben de beklemeyi öğrendim. Ve esaslı öğrendim. Ama kendimi beklemeyi ve her şeyden önce durmayı, gitmeyi, koşmayı, sıçramayı, tırmanmayı ve dans etmeyi öğrendim. Ama benim önerim şudur; bir süre sonra yeri gelip de uçmayı öğrenmek isteyen, önce ayakta durmayı, yürümeyi, koşmayı, tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmelidir. Bunlar olmadan uçulmaz!İp merdivenlerle nice pencerelere tırmanmayı öğrendim. Kemikli bacaklarımla yüksek sırıklara tırmandım. Aklın yüksek sırıkları üzerine oturmanın bana verdiği mutluluk az değildi. Büyük sütunlar üstünde küçük alevler gibi parıldamak. Bu bir düş, çünkü ışık küçüktür. Fakat yolunu kaybetmiş gemiler ve kazazedeler için büyük avuntudur! Birçok dolambaçlı yollarda dolaşarak kendi hikmetime ulaştım. Gözümün kendi uzaklıklarıma daldığı yerlerde bir merdiven üstünde yükseklere tırmanmadım. Ben yol sormayı sevmem. Bütün bunlar sinirime dokunur. Yolu, yollara sordum ve onları böyle denedim. Bütün yürüyüşüm bir deneme ve bir sormaydı. Gerçekten, böyle soruların cevabını vermeyi de öğrenmeli. Bu benim hoşuma gider. Bu ne iyi, ne kötüdür. Fakat benim zevkimdir. Ne ondan utanırım, ne de onu gizlerim. İşte benim yolum. Ya sizinki? Bana yol soranlara şu cevabı verdim; “Yol mu? Böyle şey yoktur.” Zerdüşt böyle dedi
(Syf 190-193)