Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmaktır. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
NURULLAH ATAÇ (1898- 1957)
Cumhuriyet Dönemi yeni Türk edebiyatının ilginç ve renkli deneme/eleştiri yazarıdır. Genç yaşta 1920’lerde İstanbul’da Yahya Kemal, Ahmet Haşim’in öncülüğünde Dergâh Dergisi çevresinde şiirlerle yazın dünyasına girdi. Daha sonra çeviri, deneme ve eleştiri alanlarında yoğunlaştı. Ataç’ın edebiyat hayatında önemli ve son derece etkili iki rolü oldu. Birincisi özellikle yeni şiir anlayışının ve genç şairlerin destekçisi olması ve onların tanınmasındaki kararlı tutumudur. İkincisi, Türk dilinin özleşmesi, zenginleşmesi, arınması ve yeni anlatım olanaklarına kavuşması için çetin, cesur bir savaş sürdürülmesi, Türkçeye yeni sözcükler kazandırmasıdır. Yerleşik, kalıplaşmış görüşleri; edebiyat anlayışlarını irdeledi, karşı çıktı. Daima yenilikçi ve özgün düşüncelerin savunucusu oldu. Edebiyat hayatında canlı tartışmaların merkezi oldu. Sanat ve edebiyatta başkaldırının önemi ve gereğini genç kuşaklar Ataç’tan öğrendiler denebilir. Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan “Günce 1953-1955” kitabının 229 ve 350-351. sayfalarında yer alan “Özgürlük” başlıklı yazılarını Gazete Kadıköy okurları için seçtik.
ÖZGÜRLÜK
8 Temmuz
Özgürlük alınır mı? Verilir mi? diye tartışıp dururlar. Bence boştur bu tartışma. Ne alınır özgürlük, ne de verilir. Hiçbir ulusun kişileri “Biz dilediğimizi söylemekte özgür olmak istiyoruz.” diye ayaklanmadıkları gibi, hiçbir ulusun başındakiler, yöneticiler de “Buyrun, dilediğinizi söyleyin, biz karışmayacağız.” dememişlerdir.
Ayaklanma çokluğun, kalabalığın, kamunun işidir. Kamu birtakım haklar istemek için ayaklanır: Belli haklar. Düşünmek, düşündüğünü söyleyebilmek isteği her toplumda ancak birkaç kişiye, küçük bir azınlığa vergidir. Onlar da ayaklanmazlar. Çoğunluk, kamu, babalarından, dedelerinden kalma inançlar, kanılarla baştakilerin, yöneticilerin yaydıkları düşünce gölgeleriyle yetinir. İstediği hakları, özdeksel (maddi) hakları elde etti mi, geçimini yoluna koydu mu, daha ne ister?
Düşünen kişi düşündüğünü söylemeden edemez. Tutamaz kendini. Sonu kötüye varırmış, kendisini işinden atarlarmış, daha da ileri gidip hapse atarlar, sürerler, asarlarmış, hesaba katamaz onları, korksa bile duramaz, söyler düşündüğünü. Bir toplumda düşündüğünü söylemek özgürlüğü yoksa, bilin ki o toplumda gerçekten düşünen kişi yoktur yahut yok denecek kadar azdır.
Düşünen söyler düşündüğünü, cezasını görür, gene söyler. Kaç kişiye ceza verilebilir? Yüz kişiye, bilemediniz, bin kişiye. Bin birinde dururlar. İlk bin kişiden olmak korkuluymuş, ama düşünen kimse o korkuyu hesaba katmaz, unutur. İşte ortaçağ Avrupa’sındaki Kutsal-Yargıl (Saint-Office, Inquisition). Düşünen kaç kişiyi düşüncesinden caydırabilmiştir? Öldürmüş, gene de özgür düşünceyi durduramamıştır. Çünkü o özgür düşünceli kimseler şu bu özdeksel kaygılarla dillerini tutmamışlar. Onların ayaklanmaları değil, susmamaları, her türlü cezayı göze alıp bildiklerini söylemeleri Kutsal-Yargıl’ı yıkmıştır.
Aydınları düşünceleri uğrunda ezilmeyi, öldürülmeyi göze almayan bir toplum düşünce özgürlüğüne kavuşacağını ummasın. “Armut piş, ağzıma düş…” O ne iyi şey öyle!
ÖZGÜRLÜK
Tarihsiz
Kişi, yüksek bir erek uğrunda, yüksek erekler uğrunda birtakım özgürlüklerinden geçebilir. Kısıya atılmağa katlanabilir. Gerekirse, yaşama özgürlüğünden de geçer, canını verir. Bir bakıma, kimse şöyle tükeli (tamamıyle) özgür değildir: Gezip dolaşmak, döşeğinde yatmak dururken kalkıp işine gidecek, ekmeğini kazanmak için kendini yoracak, töre gereği şunu bunu örmeğe katlanacak, konuşacak sevmediği kişilerle. İsteyince yeyip isteyince içebiliyor muyuz? Ne gezer! Hepsinin çağı, saatı var…
Böylesine özgürlükten geçebiliriz, dokunmaz bize, özümüze dokunmaz. Ancak düşünce özgürlüğünden geçemeyiz. “Ben ulu bir amaç uğrunda düşünce özgürlüğünden geçtim, büyüklerim, önderlerim, önütlerim ne buyurursa ona uyuyorum!” diyenlere kapılmayın, onlar bir özgürlükten değil, bir ödevden geçiyor, bir borçtan kaçıyor.
Düşünmezsem büyüklerin, önderlerin, önütlerin buyurdukları doğru mudur? İyi midir? Nereden anlayacağım? Kendini şeyhinin eline bırakan dervişinki övülecek, beğenilecek bir durum değildir, düşünceden, kişioğlunun en büyük erdemi olan düşünme gücünden geçiyor o, işin kolayını arıyor. Ben büyüklerim, önderlerim gibi doğru düşünemezmişim… Ben doğru düşünemezsem, bırakırsam, büyüklerin, önderlerin doğru düşündüklerini nereden biliyorum? Yanlış düşünmek, düşünme ödevimizi başkasına bırakmaktan yeğdir.
Ya “Sen düşünmeyeceksin, senin yerine ben düşüneceğim, ben ne buyurursam sen ona uyacaksın!” diyenlere ne demeli? Kişioğlunu küçük gören, alçak gören kimselerdir onlar. Küçük gördüğünüz, alçak gördüğünüz bir kimsenin, bir topluluğun da gerçekten iyiliğini isteyebilir misiniz?
Özgürlüğün baş koşulu (şartı) kendimizden geçmek, kişilik çıkarlarımızı düşüncemiz, usumuz içinde yitirmektir. Özgür kişi, düşünme özgürlüğüne ermiş olan kişi kendi çıkarlarını düşünmez, doğruyu arar da o doğru kendi işine geliyor mu, gelmiyor mu, bunun üzerinde duramaz. Düşünme özgürlüğüne ermiş olan kişi, düşüncesine, usunun söylediklerine kapılmış olan kişidir. Usu, düşüncesi vardır onun için, başka bir nen (şey) yoktur. Kimseyi kırmaktan, darıltmaktan çekinmez, kendi kendini kırıp darıltmaktan da çekinmez.