OGAİ MORİ (17 Şubat 1862- 8 Temmuz 1922)
Gerçek adı Rintaro Mori olan Japon çevirmen, şair ve askeri hekim 17 Şubat 1862’de Mori ailesinin en büyük oğlu olarak doğdu. 10 yaşında doktor olan babasıyla birlikte Tokyo'ya gitti. Ertesi yıl 11 yaşında Tokyo Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin premedikal kursuna kaydolmasına rağmen, kursa 13 yaşından küçük öğrencileri kabul etmediği için yaşı hakkında yalan söyledi.
Modern Japon edebiyatının temellerini atan yazarlardan biri olan Mori, tıp okulundan on dokuz yaşında, Japonya’nın bu güne kadar ki en genç tıp mezunu sıfatıyla mezun oldu. Orduda askeri hekim olarak göreve başladıktan sonra eğitim görmesi için Almanya’ya gönderildi ve orada Batı edebiyatıyla tanıştı.
Japonya’ya döndükten sonra Şigarami Soşi isimli edebi gazeteyi çıkardı. Japon edebiyatının yenilenmesi için girişimlerde bulundu. 1907’de şu anki Japon Sanat Akademisi’nin başına geçti. Goethe, Schiller ve Henrik Ibsen gibi isimlerin eserlerini Japonca’ya çevirdi. 1909 yılında yazdığı Vita Sekusuarisu adlı erotik romanı “Japon halkının ahlakını bozma tehlikesi” gerekçesiyle hükümet tarafından yasaklandı. 1911-1913 yılları arasında en ünlü eseri sayılan Yaban Kazı tefrika edildi. Eser 1953 yılında beyaz perdeye uyarlandı ve oldukça büyük ilgi gördü.
Çevirileri ve kendi eserleriyle ülkesinin edebiyatının gelişmesine önemli katkılarda bulunan yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan “Yaban Kazı” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
YABAN KAZI
Anlatacağım şey hayli eski bir anı. Bir tesadüf sayesinde tarihi aklımda kalmış, 1880 yılına ait bir olay olduğunu hatırlıyorum. Yılı niçin net hatırladığımı söylemek gerekirse, o günlerde Tokyo Üniversitesi’nin demir kapısının tam karşısındaki Kamico Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum. Anlatacağım hikâyenin baş kahramanıyla komşuyduk: Aynı duvarın bir yanında onun odası vardı, diğer yanında benimki. Yurt 1881 yılında yanıp kül olduğunda evsiz kalan öğrencilerden biri de bendim. Anlatacağım hikâyenin yangından bir yıl önce yaşandığını anımsıyorum.
Kamico’da ikamet eden insanların hemen hepsi tıp öğrencisiydi, onların dışında ise üniversite hastanesinde tedavi görmeye gelmiş hastalar vardı. Genelde bunun gibi yurtlarda ağırlığını hissettiren bir öğrenci bulunur. Bu kişi genellikle hali vakti yerinde, yol yordam bilen biridir. Koridordan geçerken yurt sahibesine selam verir, zaman zaman mini ocağın başında bekleyen yurt sahibesinin önüne çömelip havadan sudan muhabbet eder. Arkadaşlarını odasına içki içmeye davet eder, yurdun sahibesine de meze falan hazırlatır, ilk bakışta şımarıklık yapar gibi görünse de mezelerin parasını mutlaka öder. Bu karakterdeki bir adamın nereye giderse gitsin saygı görmesi, her yerde gönlünce hareket etmesi doğaldır. İşte komşum olan adam, bu tarife herkesten daha fazla uyuyordu.
Komşum, Okada adında bir öğrenciydi ve okula benden sadece bir yıl sonra başlamıştı. Mezuniyeti yaklaşıyordu. Okada’nın nasıl bir adam olduğunu anlatmak için, onu diğer kişilerden ayıran özelliklerinden başlamalı. Kendisi tam bir erkek güzeliydi. Solgun, naif bir güzellikten bahsetmiyorum. Bronz tenliydi, vücudu da atletikti. Ömrümde onunki gibi bir yüze pek az rastladım. Şöyle tarif edeyim: Gençken, Bisan Kavakimi yakın bir arkadaşımdı. Evet büyük sıkıntılara uğrayarak trajik bir şekilde hayatını kaybeden yazar Kavakimi’yi kast ediyorum. O adamın gençliği Okada’ya benzerdi ama üniversitenin kürek takımında olan Okada’nın fiziği, Kavakami’ninkinden çok daha üstündü
Güzelliğiyle kendini herkese sevdiriyordu. Ama yurdun bir numaralı adamı olmasını yalnızca görüntüsüne borçlu değildi. Şahsiyetinden söz etmek gerekirse ben, Okada’ya baktıkça hayatını bu kadar dengeli yaşayan çok az insan vardır diye düşünürdüm. Her dönem sınavlardan en iyi notu almak ve burs kazanmak için çırpınan inek öğrencilerden değildi. Gerektiği kadar çalışır, notlarını ortalamanın altına düşürmeksizin ilerlerdi. Boş zamanlarında eğlenmeyi de ihmal etmezdi. Her akşam yemekten sonra mutlaka yürüyüşe çıkar, saat ondan önce kesinlikle dönerdi. Pazar günleri kürek çekmeye gider ya da kısa bir kır seyahatine çıkardı. Yarışlardan önce, takım arkadaşlarıyla birlikte Mukocima’da konakladığı geceler ya da memleketine gittiği yaz tatilleri dışında, komşumun odasında bulunduğu ve bulunmadığı saatler asla şaşmazdı. Top atılınca (halka doğru zamanı bildirmek için güne saatine bağlı olarak çalışan ve tam öğle vakti ateşlenen toplar kullanılırdı) saatini ayarlamayı unutan herkes saati sormak için onun odasına giderdi. Yurdun lobisindeki saat bile bazen Okada’nın cep saatine göre ayarlanırdı. Etrafındaki insanlar Okada’yla zaman geçirirlerse ona karşı kalplerinde duydukları güven de o kadar güçlenirdi. Kamico yurdunun sahibesi bile Okada’yı övmeyi huy edinmişti. Okada, kadına hiç dalkavukluk etmez, yurtta fazla para harcamazdı, aldığı övgülerin altında uyandırdığı güven duygusu yatıyordu. Her ay kirasını kuruşu kuruşuna ödemesinin de buna katkıda bulunduğunu söylemeye gerek yok. “Bay Okada’yı örnek alın”, cümlesi, sahibenin ağzından çok sık duyulurdu.
Sahibeden önce davranıp, “Nasılsa ben asla Okada gibi olmam”, diyen öğrencilere de rastlanıyordu. Böylece Okada, Kamico Öğrenci Yurdu’nda standartları belirleyen talebe olup çıktı.
Okada, günlük yürüyüşlerini genelde sabit bir rotada yapardı. Issız Muenzaka’dan inerdi.
(Syf 5-7)
(…)
Hikâyemizin yaşandığı eylül ayında, Okada memleketinden Tokyo’ya dönmüş, aynı günün akşamı yemekten sonra her zamanki yürüyüşüne çıkmıştı. Bir zamanlar Kaga Şatosu’nun parçası olan ve geçici olarak otopsi merkezine dönüştürülmüş eski binayı geçmiş, keyifli adımlarla Muenzaka’ya inmeye başlamıştı ki, hamamdan dönen bir kadına rastlamıştı. Kadının, terzinin bitişiğindeki o sessiz eve girdiğini gördü. Mevsim artık güzdü, serinlemek için akşam gezintisinden çıkan günler geride kalmış, yokuş tenhalaşmıştı. Okada yoluna devam etti. O evin yanından geçerken, sessiz evin tahta kafesli kapısının önüne gelip kapıyı açmaya hazırlanan kadın, Okada’nın takunyasının sesini duyar duymaz döndü ve Okada’nın yüzüne baktı; kapıya uzattığı eli havada kalmıştı.
Kadın desensiz, lacivert bir kimono giyiyordu ve Hakata tarzı dokunmuş siyah satenden bir kuşak sarmıştı. Narin sol eli, ince dokulu bambu bir sepet içinde ufak bir havlu, sabun kutusu, sünger, kese gibi bir takım eşyayı gevşekçe taşıyordu. Sağ elini, tam kapıya uzatırken geri çekmiş olan kadının o hali, Okada’da derin bir izlenim bırakmıştı. Ancak, banyo çıkışı saçını eski moda, kar, karmaşık bir topuz halinde bağlamış, şakağında ağustosböceğinin kanadı kadar ince bir tutam saçı olan kadının kalkık burnu, ince uzun ve biraz da mahzun yüzü, yine de dikkatini çekmişti. Okada anlık bir ilgiyle kadına baktıysa da Muenzaka’dan inene kadar geçen süre zarfında kadını tamamen unutmuştu.
Fakat aradan iki gün geçince, Okada yine Muenzaka’ya doğru yürüyüşe çıktı. Kafes kapılı evin önüne geldiğinde, geçen gün hamamdan dönerken gördüğü o kadın, belleğinin derinlerinden yüzeye çıkıverdi. Okada bir an dönüp eve baktı. Etrafında bambu parmaklıklar çakılmış, eni altmış santim bile etmeyen, sarmaşık bürümüş bir ahşap cumba gördü. Bu cumbanın kağıt penceresi bir karış aralanmıştı; bir de saksıda Japon zambağı vardı, toprağına yumurta kabukları konmuştu. Bu detayları incelemek için adımlarını yavaşlattığından evin ortasına gelmesi normalden birkaç saniye daha uzun sürdü.
Evin bir ucundan diğerine olan mesafenin tam yarısını yürüdüğünde zambak saksının üstünden, o ana dek cumbayı dolduran gri gölgelerin içinden, beyaz bir çehre zuhur ediverdi. Üstelik bu çehre Okada’yas bakarak gülümsüyordu.
O günden sonraki yürüyüşlerinde o evin önünden neredeyse her geçişinde kadının yüzünü gördü. Bazı bazı, kadın Okada’nın hayal dünyasını işgal etmeye başladı, giderek onun zihnini adeta ele geçirdi. Kadın onun geçişini mi bekliyordu, yoksa hiçbir anlamı olmadan öylesine dışarıya bakıyordu da yüz yüze gelmeleri bir tesadüf müydü? Kadına hamam dönüşü rastladığı o akşamdan geriye dönerek kadının çehresini o pencerede daha önce görüp görmediğini anımsamayı denedi, lakin o eve dair belleğinde bulunan tek şey, Muenzaka’nın o yanındaki mahallenin en gürültülü evi olan terzinin, tertemiz ve sessiz komşusu olduğu gerçeğiydi. Burada nasıl insanlar oturuyor acaba, diye düşündüğü olmuştu ama sorunun cevabını hiç öğrenmemişti. Ne de olsa evin pencereleri hep kapalıydı, güneşlikleri örtülüydü, içeriden de hiç ses gelmezdi. Konuya bu açıdan bakınca Okada, kadının dış dünyaya son günlerde ilgi göstermeye başladığına, pencereyi açıp kendisinin geçmesini beklediğine hükmetti.
Her geçişte yüzünü gördüğü kadın hakkında böyle şeyler düşündükçe Okada “Penceredeki Kadın’a ısındı. İki hafta kadar sonra bir akşam, pencerenin önünden geçerken, gayri ihtiyari şapkasını çıkarıp selam verdi. O zaman, kadının bembeyaz yüzü pembeleşti. Hüzünlü bir gülümseme o yüzü aydınlattı. O andan başlayarak Okada, her yürüyüşte mutlaka kadına selam verdi.
(…)
Kadın denen varlık Okada’nın gözünde, sadece güzel ve sevilmesi gereken bir varlıktı; hangi koşulda olursa olsun, güzelliğini ve sevecenliğini mutlaka koruyacağını düşündüren bir varlıktı. Herhalde Kainan ile Mukou’nun şiirlerini, üstüne de sentimentalist ve fatalist Ming Hanedanı dönemi entelektüellerini okurken farkına varmadan etki altında kalmıştı.
Okada, penceredeki kadınla selamlaşmaya başlamasının üstünden epeyce vakit geçince bile o kadının kimin nesi olduğunu araştırmaya yeltenmedi. Elbette evin halinden ve kadının görüntüsünden onun birinin metresi olabileceğini tahmin etmişti. Ama bundan rahatsızlık duymamıştı. Kadının adını bilmiyordu, öğrenmeye de uğraşmıyordu. Kapıdaki levhaya bakarak ismini öğrenebileceğinin farkındaydı ama kadın pencerede dururken bunu yapmaya çekiniyordu. Kadını pencerede göremeyince bile yoldan geçenlerin bakışlarından utanıyordu. Okada, çatı saçağının gölgesinde duran küçük, ahşap isim levhasına hangi harflerin yazılı olduğuna bakamazken günler, haftalar birbirini kovaladı.
-4-
Penceredeki kadının mazisini, konumuz olan ve Okada’yı başrole oturtan olaydan çok sonra öğrendim. Ama size baştan anlatmayı daha uygun buluyorum.
Henüz tıp fakültesinin Şitaya’da olduğu zamandı. Kül rengi kiremitleri alçıyla boyanıp bir go tahtasının karelerine benzetilmiş olan pencerelerinde kol genişliğinde ağaç parmaklıklar bulunan Todo Konağı’nın giriş binası, öğrenci yatakhanesine dönüştürülmüştü. Öğrenciler orada kaba bir tabirle söylersek, vahşi hayvanlar gibi yaşıyordu.
(…)
Yatakhanede ayakçılar vardı. Öğrenciler o adamları getir götür işlerinde kullanırlardı. Beyaz pamuktan bir kuşağın üstüne bir kokura hakama (geniş paçalı Japon pantolunu) giymiş öğrencilerin yapacağı alışveriş üç aşağı beş yukarı bellidir zaten. İstedikleri yokan ya da konfeti şekerlemesidir. Bu öğrencilerin kendi aralarında yokan sözcüğüyle kastettikleri şeyin közlenmiş tatlı patates, konfeti şekeri dedikleri şeyin ise kavrulmuş bakla olduğunu burada belirtmek gelecek kuşakların kültür tarihçileri adına faydalı olabilir. Ayakçıya, çıkacağı her alışveriş başına iki sen ücret vermek, yatakhanede adettendi.
Bu ayakçılar arasında Suezo adında biri vardı. Diğer ayakçılar kirli sakal bıraktıkları için yüzleri kestane kabuğu renginde olurdu, ağızları bir karış açık gezerlerdi. Oysa bu adamın çenesinde hep yeni traş olmuş bir yüzün maviye çalan rengi olurdu, dudakları da sımsıkı kapalıydı. Diğerlerinin giysileri kirliyken bu adamınkiler tertemizdi, bazen çizgili Hint kumaşı giyip üstüne önlük geçirdiği bile oluyordu.
Bu söylentiyi ilk kim yaydı bilmiyorum ama Suezo’nun parası olmayanlara borç verdiğini ben de işitmiştim. Elebette elli sen, bilemedin bir yenlik meblağlar söz konusuydu. Ama zamanla adamın beş yen, on yen borç verdiğini duyar olduk; borç alan kişiye senet de yazdırıyor, makbuz veriyordu. Adam nihayet tefeci olup çıktı.
(...)
Suezo ayakçılığa başladığında yaşı otuzun üzerindeydi, yoksul olmakla beraber bir yuva kurmuş, evlenip çoluk çocuğa karışmıştı. Tefecilikte başarı edinip İkenohata’ya tarşındıktan sonra, çirkin ve yaygaracı karası ona yetmemeye başlamıştı.
O zaman Suezo’nun hatırına bir kadın geldi.
(Syf 12-17)