Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
OĞUZ ATAY (12 Ekim 1934- 13 Aralık 1977)
“Tutunamayanlar”, “Tehlikeli Oyunlar” gibi kült kitaplarıyla çok okunan ve oldukça sevilen yazarlarımızdan Oğuz Atay, yapıtlarını okuyan her insanda farklı izler bırakır.
TÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde (Yıldız Teknik Üniversitesi) öğretim üyeliği yapmaya başlayan Atay, 1975’te doçent unvanını kazandı ve Topografya adlı mesleki kitabını yazdı.
Bir mühendis olmasının yanında roman, öykü ve tiyatro oyunu yazarı olan Oğuz Atayı’ın ilk ve en ünlü romanı Tutunamayanlar, 1972’de yayımlandı.
Tutunamayanlar’ın ardından 1973’te Tehlikeli Oyunlar adlı romanı yayımlanan Oğuz Atay, tüm öykülerini Korkuyu Beklerken adlı kitabında topladı.
Beyin tümörü nedeniyle hayata gözlerini yuman yazarımızın İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Günlük” kitabından birkaç bölümü yayımlıyoruz.
GÜNLÜK
25 Nisan 1970
Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. “Kimseye söylemeden, içimde kaldı, kayboldu” dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni –ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana bunu da yaptınız.
6 Ağustos
Üç aydan fazla zaman geçti, bu deftere bir satır, bir düşünce, bir duygu kaydetmedim. Bu arada kitabı bitirdim, yani üç yüz sayfa yazdım; onun telaşı vardı. Sonra, yeni bir şey yapmak isteğim yoktu. On gündür boştayım. İşinden ayrılmış gibi. Kitabı düzeltmeliyim. Vüsat’ı bekliyorum.
…
Çoktandır aklımda; Perşembe günlerini sevmem diye başlayacak adam anlatmaya. Küçük hesapların ve kesintisiz kuruntuların hikâyesi. Tutunamayanlar’da şöyle bir dokunup geçtiğim konular var. Nazmiye Erdoğru aslında ilginç ve genişletilebilir. Selim’le oldukça güç bir tip, yani olumlu insan –bir bakıma- denemiştim...
… Perşembe günlerini sevmem. Sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum. Yüz kere, bin kere alt alta yazmak istiyorum: Perşembe günlerini sevmem. Sonunda insanlar anlasın ne demek istediğimi de sormasınlar gerisini. Can sıkıcı anılardan kurtulmak için daha iyi bir yol bilmiyorum. Perşembe günlerini sevmem. Daha ne istiyorsun benden? Sevmiyorum işte. Neyi seviyorum ki? Çiçekleri de, iki kiloluk gaz tenekelerinin içine doldurduğum toprakların ortasına sapladım: arsız çiçekler yetiştiriyorum. Tenekeler düşmesin diye pencerenin iki kasası arasına çıtalar çaktım: daha çirkin oldu görünüşleri. Çiçeklerle birlikte her soluk alışımızda havayı kirletiyoruz. Daha ne istiyorsunuz benden? Kafeste solucan filan beslememi mi bekliyorsunuz? Midem sağlam olsaydı onu da yapardım. Biliyorum, kimseyi kandıramıyorum: siz gene perşembe günü ne olduğunu anlatmamı bekliyorsunuz. Bu uzun girişten sonra, dişe dokunur bir, ne bileyim, bir esaslı olay, ya da ruhsal derinliği olan bir gözlem umuyorsunuz. Solucanla ilgili acı güldürücülüğüme kapılanlar da olabilir içinizde. Bir bilseniz arkasından gelen tatsızlığı. Bu nedenle, bana kalırsa, perşembeleri sevmem –usandım gene bir de “günler” demeye- sözünü, sabrınız olduğu kadar tekrarlayın daha iyi. Yoksa siz de, ben de pişman olacağız. Perşembe günü ile yetinmeyeceğim. Daha şimdiden, arsız çiçekleri, solucanları soktum araya; Perşembe günlerinde hiç bahsetmediğim halde.
Bazıları da diyor ki: bize ne senin perşembe günlerini sevmemenden ve ondan sonraki tatsızlıklardan. Haklısınız. İnsanlar acılı sözler dinlemek istemiyorlar. Onları üzmek çok zor: Kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında. Bir takım aptal yazarlar, olur olmaz yerlerde –duvarlara, hela kapılarına yazan çocuklar gibi- “İnsanları güldürmek çok zordur” gibi saçmalıklar karalayıp dururlar. Çok kolaydır oysa. Ben, bu asık suratımla bile çok güldürmüşümdür onları. Olur olmaz saçmalıklara gülerler utanmadan. Bir zamanlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim. Karşı kaldırımda görünce beni gülmeye başlarlardı; yoldan geçen arabaların üstünden bağırırlardı benden duymuş oldukları gülünç sözleri. Siz hiç karşı kaldırımdan insanı ağlatan birini duydunuz mu? Bazı özel durumlar vardır elbette; bizim evde perşembe günleri temizlik yapan Fatma hanım radyoda mevlut okunduğunu duyunca bir yandan çamaşırları kaynatır, bir yandan da büyük bir gürültü ile ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben de onlara bağırarak günaha girerdim. Ciddi insanları mevlutla filan ağlatamazsınız elbette; fakat sözlerinizi saçma da bulsalar gülerler gene. Saçma bir üzüntünüze ise burun kıvırırlar. Bir sarhoş, büyük bir kalabalığın içinde, ağlamaya başlarsa, ağlatamadığı gibi güldürür herkesi kendine. Bilmiyorum, bir takım yazarlar, ince bir güldürü, demek istiyorlar. Bu çeşit bir incelik olsaydı bende, perşembe günleri sevmeyişimden de buruk bir tat almasını bilirdim.
7 Kasım
… Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak’ olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile, ‘muhalefet yaptıklarını’ sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir ‘mış gibi yapmak’ tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya… mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimiz kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz.
14 Kasım
Kitapların belirli yerlerini okuyabilmek, bazı insanların bu konuda –kitap okuma konusunda- en önemli özelliklerinden biri gibi geliyor bana. Ben de çoğu zaman böyleyim. Sanki, bu “belirli yerler”in ne olduğunda insanların büyük bir kısmı birleşiyor. Özellikle ben, bu “belirli yerler”in dışında kalan ve çok kaba bir deyimle “ukalalık” denebilecek bölümlerden kaçınmalıyım. Kendi okumak istediği yerleri yazmalı insan herhalde.
10 Şubat 1974
İnsan bazı olayları yaşamanın heyecanını kaybedince, aynı olayları tekrar yaşarken daha ustalaşıyor; yaşamanın akışına kapılmadığı için daha üstün bir yaratıkmış gibi görünüyor başkalarına. Oysa duyarlık bitmiş.
29 Mart
Bu kitaplarda gerçeği bütün acılığıyla yazmalı, onu hafifletme durumu ancak kahramanların kafasından geçmeli. Kişiliğin parçalanması meselesi teorik olmaktan çıkarılmazsa etkilemiyor insanı. Oyunların ötesinde bir gerçeği var bu meselenin. Birden fazla kişiliği olmak, birçok insanı anlamayı sağladığı halde, tutarsızlık açısından yıpratıcı oluyor. Bunu ben mi yaptım sorusu beyni kemirir, bir çılgınlık kabul edilir bu davranış. Bu hareketin sorumluluğunu yüklenmektense geçici bir delilik içinde olduğumu kabule hazırım.