Oliver Goldsmith: Harp Malulü

“Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta  Oliver Goldsmith'in Harp Malulü öyküsü ile devam ediyor

24 Mart 2021 - 11:21

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta  Oliver Goldsmith ile devam ediyor.

 OLİVER GOLDSMİTH (10 KASIM 1728- 4 NİSAN 1774)

İrlanda’nın Ballymahon köyünde doğan Oliver Goldsmith, 1749’da Dublin’deki Trinity College’ı bitirdi. Tıp okumak için 1752’de İrlanda’dan ayrıldı. Ancak öğrenimini yarıda bıraktı. Avrupa’yı dolaştıktan sonra 1756’da Londra’ya yerleşti. Bir süre dergilere para karşılığında deneme ve kitap tanıtma yazıları yazdıktan sonra 1759’da yayımlanan ilk kitabı, “An Enquiry into the Present State of Polite Leaming in Europe” (Avrupa’ daki Nezih Eğitimin Bugünkü Konumu Üzerine Bir Soruşturma) ile adını duyurdu. 1764’te, aralarında Samuel Johnson, Edmund Burke ve James Boswell gibi ünlülerin de bulunduğu “The Club” adlı yazarlar çevresinin oluşmasına öncülük etti.

Avrupa kültürünün yakın bir izleyicisi olan Goldsmith’in denemelerinde, dolaştığı ülkelerdeki farklı gelenekleri anlatan bir gezgin üslubu vardır. Yergici, ancak yumuşak, ılımlı ve nükteli bir anlatımı benimseyen Goldsmith, yer yer öğretici bir tavır takınmakla birlikte bilgiçlikten kaçınır. “The Vicar of Wakefield: A Tale” (Wakefield Papazı: Bir Masal) adlı romanı, kurgusundaki zayıflıklara karşın, şakacı ve mizah dolu üslubuyla 18.yy İngiliz romanının en popüler örnekleri arasına girmiştir.

Oliver Goldsmith’in, İş Bankası Kültür Yayınları’nın okurla buluşturduğu Kısa Öykünün Büyük Ustaları kitabında yer alan “Harp Malulü” isimli öyküsünü paylaşıyoruz.

HARP MALULÜ

En yaygın, ama aynı zamanda en doğru gözlemlerden biri de, dünyanın yarısının öbür yarısının nasıl yaşadığından habersiz olduğudur. Seçkinlerin bahtsızlıkları gözümüze sokulur; süslü püslü sözlerle bire bin katılarak anlatılır ve dünya âlem bu acı çeken soyluları seyreylemeye çağrılır: Seçkinler, facianın baskısı altında daha pek çok kişinin acılarını paylaştığının ayırdındadırlar ve bir anda, kendilerine duyulan hayranlık ve merhametle teselli bulurlar.

Bütün dünyanın gözü üstünüzdeyken bahtsızlıklara cesaretle dayanmakta bir yücelik yoktur: İnsanlar böyle durumlarda sırf gösteriş için bile cesurca davranırlar; ama kimse farkında değilken bile güçlüğe göğüs gerebilen; yüreklendirecek arkadaşları, acıyacak dostları olmamasına karşın ya da bahtsızlıklarını hafifletecek en küçük bir umudu yokken bile sakin kalabilen ve umursamayan, gerçekten yücedir: İster köylü, ister saraylı olsun, hayranlığı hak eder; örnek alınmalı ve saygı duyulmalıdır.

Seçkinlerin en küçük sıkıntıları için bir bardak suda fırtına koparılmasına, acılarının en tumturaklı sözlerle bir faciaya dönüştürülmesine karşın, yoksulların çektikleri tümden göz ardı edilir; oysa alt tabakalardan insanların bazılarının bir günde yaşadığı güçlükler, soyluların tüm yaşamları boyunca çektikleri acılardan daha fazladır. Sefilleri yaşayan denizcilerimiz ve askerlerimizin söylenip sızlanmadan, Tanrı’ya yanıp yakılmadan ya da yürekliliklerini yoldaşlarının gözüne sokmaya kalkışmadan katlandıkları zorluklar hayal bile edilemez. Her gün cehennem hayatı yaşarlar da, kahırlarını hiç yakınmadan içlerine atarlar.

Dünyanın belirli bir yerine gitmeyi aptalca mutluluk sayan ve oralara gidememeyi felaketlerin en büyüğü olarak gören Ovidius, Cicero ya da Rabutin’in bahtsızlıklarından ve karşılaştıkları zorluklardan yakınmalarını okurken nasıl içerlerim, bilemezsiniz. Onların sıkıntıları, büyük güçlükler yaşayan yoksulların pek çoğunun bütün bunlara her gün hiç sızlanmadan katlanmalarıyla  kıyaslandığında, olsa olsa bir zevk olarak görülebilir. Yiyorlar, içiyorlar ve yatıp uyuyorlardı; kendilerine bakacak köleleri vardı ve geçim sıkıntısı çekmiyorlardı; oysa pek çok insan kendilerine destek olacak ya da yardım eli uzatacak bir dosttan, dahası kışın soğuğundan korunacak bir barınaktan bile yoksun yaşayıp gider.

Bu düşünceler, birkaç gün önce, çocukluğundan tanıdığım yoksul bir delikanlıyla rastlantı sonucu karşılaşmamdan sonra aklıma düştü; sırtında bir bahriyeli ceketi, tahta bir bacakla, şehrin dış kapılarından birinde dileniyordu. Onu memleketten dürüst ve çalışkan biri olarak tanıdığım için, bu duruma nasıl düştüğünü çok merak ettim. O yüzden, ona uygun bir şeyler verdikten sonra, başından neler geçtiğini, bu felakete nasıl sürüklendiğini öğrenmek istedim. Bahriyeli giysileri içindeki asker, sakat kalmış olmasına karşın, kafasını kaşıyıp koltuk değneğine dayandıktan sonra, isteğimi yerine getirmek için kendine çekidüzen verdi ve başladı öyküsünü anlatmaya:

“Başıma gelenlerin başkalarının bahtsızlıklarından daha büyük olduğunu söylemem doğru olmaz, efendim; neden derseniz, bir bacağımı kaybetmiş ve dilenmek zorunda kalmış olmamı bir yana bırakırsak, Tanrı’ya şükürler olsun ki yakınacak başka bir neden bulamıyorum da ondan. Söz misali, bizim alayda Bill Tibbs diye bir çocuk vardı, iki bacağını birden kaybetti, üstelik bir de gözünden oldu; ama çok şükür benim halim o kadar feci sayılmaz.

Shropshire’da doğmuşum; babam ırgatlık yapardı; ben beş yaşındayken babam ölünce beni kilise okuluna verdiler. Ama babam gezginci bir adam olduğundan, cemaat benim hangi kilisenin bölgesine bağlı olduğuma, hatta nerede doğduğuma bile karar veremedi; onun için de başka bir bölgeye gönderdiler beni, oradan da bir başka bölgeye. Artık içimden, bunlar beni oradan oraya yollayıp duruyorlar ya, hangi kilisenin bölgesinde dünyaya geldiğime bir türlü karar veremeyecekler herhalde diye geçirmeye başlamıştım ki sonunda bir yer buldular. Kafamda bilim adamı olmak vardı, en azından doğru dürüst okuma yazma öğrenmeye kararlıydım; ama elim çekiç tutmaya başlar başlamaz bakımevinin müdürü beni işe koştu; orada beş yıl rahat bir hayat yaşadım. Günde yalnızca on saat çekiç sallıyordum, çalışmamın karşılığında da yiyeceğim içeceğim sağlanıyordu. Gerçi dışarıya çıkmama izin verilmiyordu, kaçarım diye korkuyorlarmış; ama ne çıkar, tekmil bakımevi, hatta kapının önündeki tüm avlu benimdi, bu da bana yetiyordu. Daha sonra beni bir çiftçinin yanına verdiler, orada sabahın köründen akşamın gecine kadar çalışıyordum, ama karnımı doyurabildiğim gibi yaptığım işten de şikâyetçi değildim; gel gör ki, adam ölünce bir yerlerden ekmeğimi kazanmam gerekti; ben de yollara düşüp rızkımı aramaya karar verdim.

Böylece vurdum yollara, o kapı senin bu kapı benim dolaştım, iş bulunca çalıştım, iş bulamayınca aç kaldım; sonra bir gün, bir sulh hâkimine ait bir otlakta yürüyordum ki bir de baktım tavşanın teki patikaya çıkmış, karşıdan karşıya geçiyor, tam önümde; şeytan dürtmüş olacak, sopamı sallayıverdim. Sonuç malum, tavşan cartayı çekiverdi. Tam almış götürüyordum ki hâkim efendi bizzat karşıma dikilmesin mi; ne kaçak avlandığım kaldı, ne haydutluğum; yakama yapıştığı gibi, tekmil tercümeihalimi sorgu sual etti. Hazretin ayaklarına kapanıp beni bağışlaması için yalvar yakar oldum ve başladım soyumu sopumu, başımdan ne geçtiyse anlatmaya; her şeyi bir bir, hem de dosdoğru anlattımsa da hâkimi bir türlü inandıramadım; sonunda mahkemeye çıkarılıp fukaralıktan suçlu bulundum, serserilikten sürgün edilmek üzere Londra’ya, Newgate’e  gönderildim.

İnsanlar hapis yatmaktan sızlanıp yakınabilirler, ama ben kendi payıma Newgate’nin hayatım boyunca bulunduğum en yaşanır yer olduğunu söyleyebilirim.  Bir kere, tıka basa yiyordum, üstelik yan gelip yatıyordum. Eh, böyle bir hayat sittin sene sürüp gidemezdi elbet; beş ay olmamıştı ki beni hapisten aldılar, iki yüz kişiyle birlikte bir gemiye koyup sömürgelerdeki büyük çiftliklere gönderdiler. Hepimizi geminin ambarına tıktıkları için yolculuk dayanılmazdı, yüzümüzden fazlası havasızlıktan öldü; Tanrı bilir, sağ kalanların da bir ayağı çukurdaydı. Karaya çıkınca büyük çiftlik sahiplerine satıldık; yedi yıldan fazla bir zaman it gibi çalıştım orada. Mürekkep yalamışlığım olmadığından da zencilerle birlikte çalıştırdılar beni; cezamı tamamlayıncaya kadar ellerim nasır bağladı.

Cezam bitip de salıverilince memleketin yolunu tuttum, sevgili İngiltereme varınca dünyalar benim oldu, çünkü vatanımı çok seviyordum. Yine de, bir kere daha serserilikten mahkemeye çıkarılırım korkusuyla, kendimi kırlara vurmaya çekindim, şehre takılmayı yeğledim, bulabildikçe ufak tefek işlerde çalıştım.

Bir süredir hayatımdan çok memnundum ki, bir akşam işten eve dönerken iki adam üstüme atlayıp beni yere serdiler, sonra da ayağa kalkmamı istediler. Meğer orduya zorla adam topluyorlarmış. Hâkimin karşısına çıkarıldım ve kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi doğru dürüst açıklayamadığım için bir seçim yapmak zorunda bırakıldım; ya bir savaş gemisine gönderilecektim ya da askere yazılacaktım. Ben ikincisini seçtim ve beyefendilere yaraşır bu görevde, Flandre’da iki sefere katıldım, Val ve Fontenoy’da çarpıştım ve sadece bir kez, göğsümden, tam şuramdan yaralandım; ama alayımızın hekimi çabucak iyileştirdi beni.

Barış gelince beni terhis ettiler; ama göğsümdeki yara zaman zaman sıkıntı verdiğinden çalışmakta zorluk çekiyordum, onun için Doğu Hindistan Kumpanyası’yla iş yapan bir adamın yanına girdim. Fransızlara karşı tam altı meydan muharebesine girmiştim; hiç kuşkum yok, okumam yazmam olsaydı bizim yüzbaşı beni onbaşı yapardı. Ama terfi alacak kadar kısmetli değildim, çok geçmeden hastalandım ve cebimde kırk sterlinle yeniden memleketin yolunu tuttum. Şimdilerde sürmekte olan savaş yeni başlamıştı, bir an önce karaya ayak basmanın ve paramı tadını çıkara çıkara yemenin hayalini kuruyordum; ama hükümet asker arıyordu, karaya ayak basmak nasip olmadı, tuttukları gibi bahriyeye yazdılar beni.

Lostromonun gözünde inatçı keçinin tekiydim; ne yapmam gerektiğini bal gibi bildiğimden, miskinlikte ise kimsenin elime su dökemeyeceğinden en küçük bir kuşkusu yoktu; gel gör ki, inan olsun, denizcilikten zerre kadar anlamıyordum; ama umurunda mı, her fırsatta basıyordu sopayı. Neyse ki, kırk sterlinim hâlâ cebimdeydi de, onca dayağa rağmen kendimi avutabiliyordum; gemimizi Fransızlar ele geçirmeseydi param bugün de cebimde olacaktı ya, hepsi gitti, beş parasız kaldım.

Bizim tayfalar Brest’e götürüldü ve kodeste yaşamaya alışık olmadıkları için pek çoğu öldü, ama bendeniz kaşarlanmış olduğum için bana vız gelip tırıs gitti. Bir gece, sıcacık yatmaya bayıldığım için tahta yatakta battaniyeme sarınmış uyuyordum ki, lostromo elinde fersiz bir fenerle gelip uyandırdı beni. ‘Jack,’ dedi, ‘Fransız nöbetçinin beynini dağıtmaya var mısın?’ Uyanık kalmaya çalışarak, ‘Fark etmez,’ dedim, ‘yeter ki biri el versin.’ ‘O zaman gel arkamdan,’ dedi, ‘umarım birlikte hallederiz bu işi.’ Ben de yataktan çırılçıplak kalkıp battaniyeyi belime sardım, Fransızın hakkından gelmek için lostromonun ardından gittim. Fransızlardan nefret ederim, çünkü hepsi de köle ruhludur ve tahta ayakkabılar giyerler.

Hiç silahımız yoktu, ama bir İngiliz beş Fransıza bedeldir derler ya, biz de iki nöbetçinin durduğu kapıya vardığımız gibi üstlerine atladık, silahlarını kapıp ikisini de yere serdik. Sonra da, dokuzumuz birlikte rıhtıma koştuk, karşımıza çıkan ilk tekneyi ele geçirip limandan çıktık, denize açıldık. Derken, daha üç gün olmamıştı ki, hükümete çalışan Dorset adlı korsan gemisine yakalandık; bizim gibi hamarat tayfaları nereden bulacaklardı ki; eh, biz de şansımızı bir deneyelim bakalım dedik. Gel gör ki, umduğumuz kadar şanslı çıkmadık. Üç gün kadar sonra, Fransız hükümeti adına korsanlık yapan, kırk toplu Pompadour adlı gemiyle karşılaşmayalım mı; bizim yalnızca yirmi üç topumuz vardı, ama yine de üstüne gittik elbet, seren serene geldik. Çarpışma üç saat sürdü; inanın, biraz daha adamımız kalsaydı Fransızları alt edebilirdik, ama ne yazık ki zafere ulaşamadan adamlarımızın tümünü yitirdik.

Bir kere daha Fransızların eline düşmüştüm ve Brest’e geri götürülseydim, eminim, benim için hiç de iyi olmayacaktı; neyse ki Viper tarafından geri alındık da kurtulduk. Az kalsın unutuyordum, o çatışmada iki yerimden yaralandım; sol elimin dört parmağını kaybettim, bir bacağımı da gülle kopardı. Bacağımı ve elimi hükümetin izniyle korsanlık yapan bir gemide değil de kralın gemisinde kaybedecek kadar şanslı olsaydım, hayatım boyunca giyim ve bakım hakkı kazanacaktım, ama o kadar talihli değildim işte: Kimi hep kedi gibi dört ayak üstüne düşer, kimi altına yapışsa elinde bakır kesilir. Neyse, aldırmayacaksın, Tanrı’ya çok şükür turp gibiyim, hürriyeti ve güzelim İngilteremi her daim seveceğim. Hürriyet, mülkiyet ve de şu güzelim memleket, yaşasın sonsuza dek!”

Böyle dedi ve beni yürekliliği ve hoşnutluğu karşısında hayranlık dolu bir şaşkınlık içinde bırakarak topallaya topallaya yürüdü gitti; doğrusunu isterseniz, felsefe yapmaktansa sefaleti görüp yaşamanın bize ondan nefret etmeyi daha iyi öğrettiğini düşünmekten alamadım kendimi.


ARŞİV