Onat Kutlar: Yetimhaneden Malikâneye Chaplin

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar yazı dizisine okuyucularımızdan gelen talep üzerine Onat Kutlar yazısı ile yeniden başlıyoruz

09 Ocak 2020 - 15:42

Gazete Kadıköy olarak okuyucularına usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açmış, 57 hafta boyunca edebiyatımızda önemli izler bırakan şair ve yazarlardan küçük alıntılara yer vermiştik. Eylül ayında sonladırdığımız yazı dizisine okuyucularımızdan gelen talep üzerine yeniden başlıyoruz. "Edebiyat Hayatından Hatırlamalar" köşesi ile amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

ONAT KUTLAR (25 Ocak 1936- 11 Ocak 1995)

Cumhuriyet gazetesi yazarı, şair, sinema eleştirmeni Onat Kutlar’ın ilk şiiri henüz on dört yaşındayken Küçük Dergi’de (1950), ilk öyküsü “Volan Kayışı” Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlandı (1955). İlk kitabı “İshak”la 1960 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü aldı. Türk Sinematek Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı ve “Yeni Sinema” dergisini yönetti. Sinematek’teki çalışmalarından dolayı 1975 yılında Polonya’dan kültür nişanı, 1994 yılında da Fransa’dan Chevalier de L’Ordre des Arts et des Lettres nişanı verildi. 30 Aralık 1994’te The Marmara otelinin pastanesine konulan bombanın patlamasıyla ağır yaralandı, on iki gün yaşam mücadelesi verdikten sonra 11 Ocak 1995’te yaşamını yitirdi.

Aramızdan ayrılışının 24. yılında Onat Kutlar’ı saygı ile anıyor, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Sinema Bir Şenliktir” kitabında yer alan ünlü sinemacı Charlie Chaplin’i anlattığı bölümden alıntılara yer veriyoruz. Kutlar’ın Şarlo’nun ölümü üstüne, ünlü sinema tarihçisi Chaplin’in biyografı Pierre Leprohon’un kitabından yararlanarak yazdığı yazı dizisi Milliyet gazetesinde 31 Aralık 1977-6 Ocak 1978 tarihleri arasında “Şarlo’nun Yaşamı” adıyla yayımlandı.

YETİMHANEDEN MALİKÂNEYE: CHAPLİN

Geçen Çarşamba günü İsviçre’de Leman Gölü’nün sakin sularına bakan Corsier mezarlığının parmaklıklarından, içerdeki ölüm törenini teleobjektifi ile izlemeye çalışan genç Fransız gazeteci öfkeyle homurdanıyordu:

“Ne demek oluyor bu? Şarlo sadece Oona ile çocuklarının değil, tüm dünyanın malıdır. Niçin yasaklıyorlar herkese töreni?”

Yanında duran kır saçlı, çok yaşlı adam, gözlerini, dalgın bakışlarla izlediği küçük topluluktan ayırıp genç gazeteciye döndü ve gülümsedi:

“Dinsel tören de istemedi Şarlo” dedi. Buna rağmen Vatikan, başsağlığı mesajı yayınladı… Annesi Hannah’ın 1928 yılındaki ölüm töreni nasıl oldu biliyor musunuz?”

Gazetecide öfke, yerini hemen meraka bıraktı. Yaşlı adama dikkatle baktı. Ünlü sinema tarihçisi, Chaplin’in biyografı Leprohon’a ne kadar benziyordu:

“Hayır” dedi.

“Öyleyse dinleyin, ben anlatayım. Hannah’nın mezarının başında altı iskemle vardı. Bunlardan beşi boştu. Sadece birinde Şarlo oturuyordu. Ayrıca yakın dostu Karl Robinson’dan çevredeki tüm gazetecileri ve meraklıları kovmasını özellikle istemişti…”

Genç gazeteci uzun uzun düşündü bu konuşmayı daha sonra. Yarım yüzyıl boyunca yarattığı tipte insan duygularının, düşüncelerinin, korkularının, sevgi, acı, direnç ve öfkesinin simgesi olmuş bu büyük sanatçıyı, böylesine kapalı kılan giz perdesinin altında ne var? Bürosuna dönünce Chaplin’in anılarından, annesinin ölümüyle ilgili satırları okumaya koyuldu.:

“Tabutu taşıyan arabanın arkasında sadece ben vardım. Ne kadar tuhaf? Yaşamının burada sona ermesi annemin? Yüreğinin ilk kez kırıldığı Lambeth’den on binlerce kilometre uzaklıktaki bir yerde… Baştanbaşa saçma değerlerle örülmüş bu Hollywood’da? Sonra birden gözlerimin önüne sağanak gibi boşandı anılar. Hannah’ın tüm yaşantısını oluşturan mücadeleyi, acılarını, cesaretini, trajik ve yitik yaşamını düşündüm yeniden… Ve ardından gözlerimden yaşlar boşandı.”

Hannah? Lambeth? Kimdi Hannah? Lambeth neresiydi?

Anasının Oğlu

Charles Chaplin için önemli olan babasından fazla annesiydi. Çünkü ünlü komedyenin doğum günü olan 16 Nisan 1889 tarihinde Londra’da tutulmuş tüm doğum sicillerini tarayan araştırmacılar orada Charles Spencer Chaplin adına rastlayamadılar. Çünkü Şarlo, babasının soyadıyla değil, annesinin soyadıyla kayıtlıydı. (…) Hannah Hil, çok küçük yaşında müzikhol artisti olmuş, 16 yaşında bir Lord’un peşine takılıp Afrika’ya gitmişti. Lord’dan ayrılıp Şarlo’nun babası olan Chaplin’le evleneceği sırada bir de oğlu dünyaya gelmişti. 16 Mart 1885 gününün nüfus kayıtları bu çocuğun adını şöyle yazıyorlardı: “Sidney Hell-Hannah Hill’in oğlu…” Bunun ne anlama geldiğini kestirmek zor değil.

Müzikhol gösterilerinde şarkı söyleyen bir Bariton’du baba Chaplin. Şarlo onu çok az tanıyor. Sarhoş, kaba yaşamının büyük bölümünü meyhanelerde geçiren, karısı ve eviyle ilgilenmeyen biriydi Bariton. Şarlo'nun doğumundan kısa süre sonra da iki küçük çocuğun yaşamından çekilip gitti.

Kundaktan Sahneye…

Şarlo’nun doğumundan hemen sonra genç aktris, iki çocuğuyla Londra’nın ilginç semtlerinden biri olan Lambeth’te bir eve taşındı. Şarlo orada, kulislerin tozlu havasını koklayarak, akrobatlar, cambazlar, şarkıcılar, mim sanatçılarından oluşan renkli ama yoksul bir atmosferde büyüdü. Daha bebekken çıktı sahneye. Sonradan anılarında o ilk yılları şöyle anacaktı:” O yıllarda Lambeth’teki yaşamımız harikuladeydi. Hemen her gün yemek yiyebiliyorduk”

(…)

Kısa süren mutluluk yılları, Hannah’ın sağlığında başlayan düşüşle sona erdi. Gezgin ve yorucu yaşamı, genç kadının sesini etkiliyordu. Yoksulluk, havanın nemliliği, sık sık soğuk algınlığından onu yatağa düşürüyor, sesi kısıldığında şarkı söyleyemiyordu.

Ve küçük Şarlo’nun sanat yaşamını başlatan gece, gözyaşları ile sevinci birbirini karıştırarak geldi.

İşte, O Gece

Hannah, o akşam şarkı söyleyeceği Aldershot’taki Cantine Müzikholü’ne Cahrles’ı da birlikte götürmüştü. Seyircilerin büyük bölümü izinli askerlerdi. Chaplin o geceyi anılarında şöyle anlatıyor:

“Annemin sesi, şarkı söylerken birden kısıldığında ben kulisteydim. Yüzünü görmüyorum. Ama sesi hırıltı halini almıştı. Seyirciler, gülmeye, ıslıklar çalmaya başladılar. Ne olduğunu pek anlayamıyordum. Ama yuhalamalar ve gürültüler öylesine arttı ki annem sahneyi terk etmek zorunda kaldı. Kulis’e girdiğinde yıkılmış, mahvolmuştu. Beni bir gün şarkı söylerken görmüş olan sahne direktörü bir öneride bulundu. Annemin yerine ben çıkacaktım sahneye. Annem önce istemedi. Sonra ne olduğunu anlamadan kendimi sahnede buldum. O sırada çok sevilen Jack Jones adlı parçayı söylemeye başladım. Şarkının ortasında sahneye küçük paralar yağmaya başladı. Hemen durup paraları toplamaya koyuldum. Bu davranışım seyircileri çok güldürdü. Sahne direktörü, elinde bir mendille bana yardım etmek üzere sahneye girdi. Paraları akıp gidecek zannettim. Seyirciler bu korkumu anlayınca daha fazla gülmeye başladılar. Direktör, paraları anneme teslim edinceye kadar izledi onu. Sonra başka numaralara başladım. Çok rahattım sahnede. Dans ettim, taklitler yaptım, başka şarkılar söyledim… O gece benim sahne yaşantımın başlangıcı, annemin ise sonu oldu…”

Ama Şarlo’nun gerçek sahne yaşamına başlaması için henüz vakit erkendi. Aile, işsizlik ve yoksulluktan oturdukları evi terk edip daha küçük bir yere taşındı. Sonra tek odalı bir yere. Her taşınmada eşyaların sayısı da azalıyordu.

Şarkı söyleyemeyen Hannah, tüm gelirini yitirmişti. Eski kocası Chaplin’in arada sırada verdiği üç beş kuruş, karınlarını bile doyurmuyordu. Bir dikiş makinesi alarak çalışmaya koyuldu. Ama gene de geçinemiyorlardı. Hannah çocuklara dikiş dikmesini öğretti.

“Sefil bir odada yaşıyorduk” diyor Sidney. “Çoğu kez yiyecek hiçbir şeyimiz olmadı. Charlie’nin de benimde ayakkabımız yoktu. Annem kendi ayakkabılarını gözü gibi saklıyor, arada sırada bir imarethaneden yemek almaya giderken ayağımıza giydiriyordu. Arada sırada haciz memurları gelip borçlarından ötürü bir iki eşyamızı daha götürüyorlardı. Yasalar gereğince, sadece yatağımıza dokunamıyorlardı…”

(…) Sonunda dikiş makinesi de satılınca Hannah için Yoksullar Evi’ne taşınmaktan başka çıkar yol kalmadı. Bu “iyilik yuvası’nın ilk işi anne ile çocukları ayırmak oldu. Sidney ve Charlie’nin saçları usturaya verildi ve üç hafta sonra Hanwell Yetimler Okulu’na kaydedildiler.

İki yıl sonra kasvetli, karanlık bir günün ortasında küçük Charlie’nin yanına yaklaşan bir hemşire, ona annesinin çıldırdığını ve Cane Hill’deki tımarhaneye kapatıldığını söylediğinde, Yetimler Okulu küçük Şarlo’nun başına yıkıldı.

(…)

Charlie’nin, annesi Hannah’ın tımarhaneye yatırılışını öğrenmesinden bir hafta sonra, mahkeme kararı uyarınca babaları Bariton Chaplin onları kendi yanına almak zorunda kaldı.

(…)

Kısa bir süre sonra Baba Chaplin’in alkolün yorduğu vücudu pes etti. Benzer alınyazılarını paylaşan oyuncu, şarkıcı ve akrobatların yararına düzenledikleri gecenin geliriyle hastaneye kaldırıldı ve otuz yedi yaşında öldü.

Sidney, karnını bir taraflarda doyurmak üzere sık sık ortadan kaybolmaya başlayınca, Charlie yeryüzünde yapayalnız kaldı. Yangın yerlerinde, barakalarda yatıp kalkıyor, pazardan topladığı yemiş artıkları ile doyuyordu.

(…)

Dayanışma

Sidney, bir gemide miço olarak gittiği Güney Afrika gezisinden döndüğünde Charlie’yi uzun aramalardan sonra bir sokak köşesinde buldu. Charlie tanınmaz haldeydi. Sidney’in verdiği parayla yıkandı, elbise de alacaktı ama kendini tutamayıp bir ufacık servetle şekerleme alıp yedi.

Bir Telgraf

Chaplin’in, Mack Sennet’in stüdyosuna ilk gelişi ve bugün milyonlarca insanın tanıdığı o ünlü tipi yaratışı başlı başına bir serüven oldu. Sennet, kendisini daha ilk randevuda, stüdyonun yerini bulamadığı için bir saat bekleten, sonra da ne yapacağını bilemez halde sette şaşkın dolaşan bu İngiliz’le nasıl çalışacağını düşünüp duruyordu.  İlk denemelerden de doğrusu pek memnun değildi. Bir ay süreyle film çevirmeden bekleyen Sennett’ten de pek yüz bulamayan Charlie için durum daha da acıklıydı. Tiyatrodan sinema denen bu garip eğlence için ayrılışına pişmandı. Sennet ona ilk olarak bir İngiliz züppesi rolünü verdi. Chaplin güçlükle tamamladığı rolden memnun olmadı. Film beğenildi ama oturmayan bir şey vardı. Sennett’le ekip ilk olarak, Chaplin’in giysilerini ele aldılar. Bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı. “Siz bana bırakın…” dedi Chaplin. Vestiyere gitti. Ünlü komedyen iri yarı Roscoe Arbuckle’in bol pantolonunu, Ford Sterling’in 45 numara ayakkabılarını (ters olarak) Billy Gilbert’in çok eski ceketini, aktrist Minta Durfee’nin babasına ait olan ufacık melon şapkayı giydi. Eline bir bambu baston aldı. Dudağının üstüne de Mack Svain’in kullanmadığı bıyığından kestiği küçük bir parçayı yerleştirdi. Gerisini Sennett’in yönetmeni Leehrman’dan dinleyelim:

“… O sabah, bir düzine küçük çocukla derby-aouto yarışları üstüne komik bir film çekiyorduk. Birden karşıdan Chaplin’in geldiğini gördük. Üstünde bugün ünlü olan giysileri vardı ve paytak adımlarla yürüyordu. Birden önce ekipteki çocukların, sonra kameraman ve teknik adamların ona bakarak kahkahalar atmaya başladıklarını gördüm. Bir şimşek çaktı kafamda. Chaplin’i filme katılmaya çağırdım. Böylece Kid Auto Race filmi doğdu…”


ARŞİV