ORHAN DURU (18 Aralık 1933 - 25 Ocak 2009)
İstanbul Rumelihisarı'nda doğdu. Tam adı Mehmet Orhan Duru'dur. Orhan Duru beş yaşındayken, 1938’de aile İstanbul’dan Çankırı’ya taşındı. İlköğrenimini 1945'te Çankırı İlkokulu’nda tamamladıktan sonra İstanbul’a dönüp Beşiktaş Birinci Erkek Ortaokulu’na devam etti. Akciğer zarı iltihabı sebebiyle ikinci sınıfta bıraktığı ortaokulu Afyon’da tamamladı. Lise yıllarında annesini kaybeden yazar yüksek öğrenimine Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde başladı.
İlk öyküsü 1953 yılında Küçük Dergi’nin Ocak-Şubat sayısında yayımlanan “Kadın ve İçki” oldu. 1956 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra İstanbul’a gidip birkaç ay veteriner olarak çalıştı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nde asistan oldu. Aynı yıl ilk öykü kitabı Bırakılmış Biri yayımlandı. Veterinerlik Fakültesi’ndeki işini bırakarak gazetelerde çalışmaya başladı. 1961’de “Ulus”ta başladığı mesleğini 1993’e dek “Cumhuriyet”, “Milliyet”, “Güneş”, “Hürriyet” ve Star TV’de sürdürdü; bir süre “Yeni Yüzyıl” gazetesinde yazdı.
1970'te "İşçiler" adlı öyküsüyle TRT Sanat Ödülleri Yarışmasında başarı ödülü alan yazar, 1996'da Sarmal-Toplu Öyküler'le Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü kazandı. 1998'de Fırtına adlı öykü kitabıyla Sait Faik Hikaye Armağanını Erdal Öz ile paylaştı.
25 Ocak 2009'da 75 yaşındayken hayatını kaybetti. Daha çok öyküleriyle bilinen yazar, çeviri, gezi yazısı, inceleme ve deneme türünde de eserler kaleme aldı. Yazarın Tefrika Yayınları tarafından yayımlanan “Türk Edebiyatından 55 Klasik Kısa Hikâye “ isimli kitapta yer alan “Yenik” isimli öyküyü paylaşıyoruz
YENİK
İşte yağmur yağmağa başladı en sonunda. Gök, iki üç gündür sıkıştırılmış gibiydi. Mavi bir fayans gibi. En sonunda patladı işte. Patladı. Damlalar evlerin üzerine, denizin üzerine, gemilerin, kayıkların üzerine, yolların, asfaltların üzerine yağıyor. Deniz, yağmur yüzünden durmadan çimdikleniyor. En umulmadık yerlere bir ıslaklık bulaşıyor.
Sanki ne diye gelip böyle yolun ortasına durdum? Ne bekliyordum? Hiçbir şey. Bu azdır. Yok. Sürünün dışında kalanı kurtlar kapıyor. Dişleri parıl parıl tornada sivriltilmiş kurtlar. Kurtlar bir yana. Ya ben sürünün dışında kalmak istiyorsam? Korkmak değil bu. Sert bir sevinç. Ne diye, böyle yolun ortasında durdum? Liman gittikçe grileşiyor ve sıkışıyor yağmur altında. Gemiler birer siyah leke. Çan sesleri. Bir motor burnunu akıntıya çevirdi. Damlalar tıp tıp başıma vuruyor.
Doğrusunu söyleyeyim mi: “Hem sizlere açılmayıp kimlere açılacağım” müthiş sıkılıyorum. Her şey bir parça daha bu sıkıntıma katılıyor. Büyüyor, büyüyor, öyle şeyler oluyor ki, bir de bakıyorum: Yüreğim sıkılmış, ellerim böğrümde kalakalmışım.
Ya da fosforlu bir havada yüzüyormuşum gibi. O zaman (büyük bir zamandır o.) çocukça bir hileye sapıyorum. Kızıyorum, bağırıp çağırıyorum. Bayağı kırıcı dökücü oluyorum. Ama bu da hiçbir sonuç vermiyor. Veremez de. Daha fazla ne diye anlatayım. Anlamışsanız iyi. Anlamadınızsa umurumda bile değil.
Saat dokuz. Paçalarıma bir şey süründü. Bir kedi. Tekir. Gıdığı bembeyaz. Bana bakıyor, sonra ayaklarıma sürünüyor. Yeşilimtrak, yanar-döner gözleri var. Hoşlanıyorum ayaklarıma sürünmesinden. Hem de nasıl. Ne de olsa canlı bir şey. Kılları iyice uzamış. Yumuşak. Kuş tüyü bir yastık gibi şişman. Sonra birdenbire hatırlıyorum bu kediyi. Geçen yaz ölmüştü. Evet. Bugün gibi hatırlıyorum. Hava sıcaktı, insanın midesini bulandıracak kadar sıcak. Tramvay deposunun yüksek duvarlarından geçiyordum. Kedi duvara yaslanmış, yerde yatıyordu. Gözleri donuklaşmıştı. Bir noktaya dikiliydi. Ağzı açılmıştı. Sinekler uçuşuyordu. Ah, bir kedi ölüsü kadar insanı çarpan bir şey olamaz. Bence bu böyle. Halkta bir inanç vardır: Kediler ne yapar yapar gizli yerlerde ölürlermiş. Gözlerini açar ve söylerler, "Kediler ölülerini saklar." Demek ki bu, saklanmağa bile vakit bulamamıştı. Ölüm birdenbire sırtından vurmuştu. Ayağımı uzatıp arka bacağına dokundum. O ana kadar belki ölü değildir diye bir düşünce vardı kafamda. Bacağı taş gibi sertti. Komik! Sanki bana numara yapıyor gibi gelmişti. Kuyruğunu kaldırıp paçalarıma sürüyor şimdi. Yuvarlanarak kunduramın ucuna yanağını sürüyor. Yer çamurlu. Islak. Tüyleri yapış yapış parçalara ayrılıyor. Altından pembe derisi görünüyor. "Git başımdan pis hayalet!" deyip tekmeyi basıyorum. Bir metre öteye sıçrıyor. Acayip bir ses çıkarıp sırtını kamburlaştırıyor. Pençelerini oynatıyor. Evcilliğinden vahşiliğine sıçrıyor. Korkudan gözlerimi kapıyorum. Yanaklarımdan sular süzülüyor. Koşarak kaçıyorum oradan...
Bir sokağa geldim. Deniz gözükmüyor. Bir apartman var karşımda. O kadar kötü bir yapı ki... Giriş kapısı bir mağara ağzı gibi. Boz duvarları, çıplak pencereleriyle neredeyse üzerime devrilecek. Üç adam harç karıyor. Bir adam sırtında taş taşıyor. Mağaradan içeri. Hasta mıyım yoksa? Bu sokağı biliyorum. Bu evi biliyorum. Bu evde ne olduğunu, kimlerin oturduğunu biliyorum. Üstelik bu işçilerin ne yapmağa çalıştıklarını biliyorum. Hasta mıyım dersiniz? Bakın:
Evin sahibi bir komisyoncuydu. Uzaktan iyi bir adam gibi görünürdü bana. Belki de gerçekten öyledir. Yalnız şurası açıktır ki, çalışkan adamdı. Şu eğri büğrü apartmanda kendi emeği de vardı. Birçok yerleri derme çatmadır. Bütün eksiklerini tamamlamağa çalışıyordu. Anadolulu bir karısı, güzel bir kızı vardı. Kız çamaşır yıkayıp taraçaya asarken onu gözlerdim. Şimdi bu işçiler merdivenleri tamir ediyorlar. Ama iş işten geçti. Bir akşam onu “yani komisyoncuyu” merdivenin dibinde baygın buldular. Sarhoştu. Her tarafı buram buram şarap kokuyordu. Biraz sonra öldü. Doktor, “Beyin kanaması” dedi. Bayılırım bu beyin kanaması sözüne. Şiir gibi. Düşünün, kanayan bir beyin. Şimdi işçiler merdiveni tamir ediyorlar. Ne diye tamir ediyorlar sanki. Kızı kıpkırmızı gözlerle pencereden bakıyor. Ona el sallıyorum. İçime bir mutluluk doluyor. Yüreğim Çatlayacak sevinçten. Ama buralarda benim işim ne?
Bir rıhtımda durdum. Denizi gözlemeğe başladım. Bulutlar iyice inmişti. Bir gemi demir alıyor. Demirin ucuna yosunlar takılmış. Çamurlu yosunlar. Çıkmakta zorluk çekiyor. Nereye gidiyor bu gemi? Kim bilir? Arkamda bir ayak sesi duyuyorum. Dönüp baktım. Uzun boylu bir adam yavaşça yaklaştı. Parmaklarının ucuyla yere basıyordu. Yüzü uzundu. Aşağıdan yukarı çekilmiş gibi.
“Sen Ömer misin?” dedi.
Kendi kendime sordum: Ben Ömer miyim?
“Hayır.”
“Sen Ömer'sin.” dedi bu sefer üstüne basa basa.
“Yok, değilim.”dedim.
“Hayır hayır, sen Ömer'sin. Numara yapma.” dedi. “Vallahi billahi ben Ömer değilim.” dedim.
“Ulan Ömer ne adamsın,” deyip kucakladı bu sefer beni, Ses çıkarmadım. Meğer ben Ömer'mişim. Eskiden şoförmüşüm. O da bilmem nerede tamirciymiş. O, artık uslanmış. Ev bark sahibi olmuş. Sonra kalktık o adamla Boğaz'a gittik. Sanki ben Ömer'mişim. Hem ne önemi var? Ha Ömer olmuşum, ha başka biri. Maksat gönüller şen olsun. Ama için için, acaba sahiden Ömer miyim? diye düşünüyorum. Çünkü o adam o kadar inanıyor ki Ömer'liğime. Atıyorum:
“Sen Hüseyin misin?”
“Evet Hüseyin'im. Ne var?"”Gördünüz mü adını bile biliyorum. Gece saat yarımda iyice sarhoş oldum; Hüseyin'i yanaklarından öptüm, ipin ucunu kaçırdım. Su koyverdim. Dünya vardı, balıklar, gemiler, kedi ölüleri vardı. Sonra çamaşır asan kızlar, daha sonra çamaşır asan kızların körpe memeleri... Merdivenden düşüp beyinleri kanayan komisyoncular vardı. Meğer ben Ömer'mişim, o da Hüseyin'miş. Evet, soluk yüzlü, hastalıklı bir Ömer, kemikli bir Hüseyin, Emirgan'da denize girmeğe karar verdik. Soyunup girdik. Karşıyaka'nın ışıkları bulanık bulanık gözüküyor. Deniz buz gibiydi. Hiç kıpırdamadan batmak istiyordum.
Hastayım. Her tarafımdan ateş fışkırıyor. Yüreğim korka korka atıyor. Güçlükle soluk alıyorum. Yüzükoyun çevirip kaba etime iğne yapıyorlar. “Hüseyin nerede, Hüseyin?” diye gücümün yettiği kadar bağırıyorum. “Ulan Hüseyin, cevap versene! Ulan koca öküz, hayvan, cevap ver!” Hüseyin cevap veriyor. Çamaşır asan kıza el sallıyorum. Gözleri kızarmış el sallıyor. Cevap vermiyor. Bir kedi, ölüsünü saklamağa gidiyor. Bir adam merdivenden devriliyor. Bir daha devriliyor, bir daha, bir daha. Bir beyin ortasından çatlayıp kanıyor. Başım zonkluyor. Yağmur gibi terliyorum.
Sabah oldu. Gazetelerimi getirdiler. Şaşkın şaşkın bakıyorum. Kahvaltı yapıyorum. Şekersiz sıcak bir ıhlamur. Boğazımı yakıyor. Midemi kavuruyor. Duyuyorum buhran başlamak üzere. “Hüseyin cevap versene.” Hüseyin'i denizden çıkardılar.
Gözleri bir tarafa kaymıştı. Ağzından sular akıyordu. Dudakları şişmiş, kaskatı. Ayaklarından astılar. Altına vurdular. Boşalttılar. Sonra bir fırına soktular. Hüseyin kardeşim, ne oldun?
Ihlamuru ağzımdan püskürttüm. Canı cehenneme. Hızla yanıma girip yüzüme bakıyorlar. Ne var yüzümde benim? Hastayım. Her tarafım ateş içinde yanıyor. Bir kız çamaşırları silkeleyip asıyor. Böyle mızmızlanmaktan haz duyuyor. Yoksa ben Ömer miyim?