Orhan Kemal: İki Buçuk

Orhan Kemal’in Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Önce Ekmek” isimli kitabındaki “İki Buçuk” öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz.

10 Eylül 2020 - 13:32

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Orhan Kemal ile devam ediyor. Orhan Kemal’in Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Önce Ekmek” isimli kitabındaki “İki Buçuk” öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz.

ORHAN KEMAL (15 Eylül 1914-2 Haziran 1970)

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası ilk TBMM'de milletvekilliği ve Adalet Bakanlığı yapmış olan Abdülkadir Kemali Bey'dir. Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu olan Abdülkadir Kemali Bey daha sonra partisinin kapatılması üzerine ailesiyle birlikte Beyrut'a yerleşti ve Orhan Kemal bu dönemde orta son sınıftaki eğitimini yarıda bıraktı. 1932'de Türkiye'ye geri döndükten sonra, çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık ve ambar memurluğu yapan Orhan Kemal 1937 yılında evlendi.

1938 yılında, Niğde'de askerlik görevini yaparken Ceza Yasası'nın 94. maddesine muhalefetten yargılanarak beş yıl hüküm giydi. 1940 yılında Bursa Cezaevi'nde Nâzım Hikmet'le tanışması sanat yaşamının önemli dönüm noktalarından biri oldu. 26 Eylül 1943'te serbest kalan Orhan Kemal 1951 yılında İstanbul'a yerleşti. Bu dönemden itibaren geçimini yazarlıkla sağlayan Orhan Kemal, 1966 yılında bir ihbar nedeniyle yeniden tutuklanarak Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi. Otuz beş gün sonra salıverildi. 1968 yılında beraat ettikten iki yıl sonra 2 Haziran 1970'te davetli olarak gittiği Sofya'da öldü.

İlk şiirlerini Raşit Kemali adıyla Yedigün, Yeni Mecmua gibi dergilerde yayımlayan Orhan Kemal, Nâzım Hikmet'in etkisiyle düzyazıya yöneldi. İlk düzyazısı Balık adıyla 1940 yılında Yeni Edebiyat gazetesinde yayımlandı. İlk öykülerini ise 1942 ve 43 yıllarında İkdam ile Yurt ve Dünya dergilerinde yayımlayan Orhan Kemal daha sonra Varlık, Gün, Yığın, Seçilmiş Hikâyeler, Yaprak, Yeni Baştan, Yeditepe, Beraber gibi dergilerde de yer alırken birçok romanı da Vatan, Dünya, Ulus, Son Havadis ve Cumhuriyet gazeteleri tarafından tefrika edildi. Kardeş Payı'yla 1958 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanan Orhan Kemal, Önce Ekmek'le de 1969 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı'nı ve TDK Öykü Ödülü'nü kazandı. 72. Koğuş, Murtaza, Eskici Dükkânı, Kardeş Payı ve İspinozlar (Yalova Kaymakamı) adlı yapıtlarını oyunlaştırdı. 72. Koğuş'la 1967 yılında Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. Orhan Kemal'in ailesi tarafından 1972 yılından beri yazarın ölüm yıldönümünde verilmek üzere Orhan Kemal Roman Armağanı düzenlenmektedir.

İKİ BUÇUK

İşte gene hiç sevmediği bir duruma düşmüştü! Bin kez söylemişti kendi kendine ki, “Dolmuşa bindiğim zaman değil, inerken parayı vereceğim bundan sonra!”

Olmuyordu, olmuyordu Allah belasını versin. Bundan önce bir değil, beş değil, belki de on, on beş, yirmi sefer hep aynı duruma düşmüş, şoförle takışmıştı. En temizi, dolmuştan ineceği yere gelince, inmeden önce parayı vermekti. Bir süre öyle yapmıştı. Ama bu sefer, bu sonuncu sefer...

Durak kalabalıktı. Birkaç kişi koşmuşlardı, çevik bir davranışla girivermişti arabaya. Solunda iki kişi. En sağdaydı. Yanındaki bozuk paraların en küçüğü iki buçukluk. Öteki müşteriler verince o da onlara uymuş, uzatmıştı iki buçukluğu. Şoför almış, ötekilerin iki buçuk, beşliklerinin üzerini vermiş, onunkini... Bu sırada en sağdaki inip, bir başka yolcu binmeseydi şoför herhalde paranın üstünü verecekti. Çünkü davranışı öyleydi. Ama yolcu “Cağaloğlu!” deyince, şoför yeni müşteriyle konuşmaya dalmış, iki buçuğun üstünü unutmuştu.

Ne yapmalıydı şimdi? “Şoför efendi, iki buçuğun üstünü unuttunuz!” dese, şoför belki de, “Ne biliyorsun unuttuğumu?” diye bozabilirdi. Bozmasa bile, dolmuş yolcuları şöyle bir bakarlar, içlerinden, “Amma da para canlısı ha!” gibilerden geçirebilirlerdi. Başkalarının onun hakkında böyle düşünmelerini istememekle beraber, bu türlü düşündüklerini belirtircesine yan yan bakmalarından nefret eder, cinleri tepesine toplanırdı.

Sağındakine baktı: Koca burunlu, sarkık gerdanın biriydi. Beyden değil de efendiden. Böyleleri ukala olurlar. Vara yoğa karışırlar. Tartışmaya can atarlar. Nitekim: “Şoför Efendi, iki buçukluğun üstünü unuttunuz…” dese, bu koca burunlu, sarkık gerdanlı adam o biçim, yan yan bakacaktı. “Ne bakıyorsun?” diye terslese, “Göze yasak mı var?” karşılığını alacağını iki kere iki dört eder gibi biliyordu.

Adama yeniden baktı, sanki "Göze yasak mı var?" demiş gibi kızdı, içinden:

“Var!” dedi.

Sanki: “Yok canım?” karşılığını almışçasına öfkesi arttı. Gene içinden:

“Canın yoksa nasıl yaşıyorsun?”

“Aman ne bayağı espri. Evladım espri zeki insan harcı. Sense…”

“Bense?”

“Kaşalotun birisin be!”

Tam bu sırada solundaki yolcu da inmek için şoföre seslenmişti. Araba durdu, solundaki indi. Solundakinden boşalan yere kaydı. Koca burun, sarkık gerdanlı da ortaya geçti. En sağa yeni bir yolcu. O da Cağaloğlu'ya gidecekti. Tekliği uzattı. Şoför elli kuruşu omuzu üzerinden en sağdaki yolcuya uzattı. Şoför onun iki buçukluğunu sağlama unutmuştu. Bir ara:

“Şoför efendi benim iki buçukluğun üstünü unuttun!” diyecekti vazgeçti. Adam belki de şöyle derdi:

“Ne iki buçukluğu?”

Kan tepesine sıçradı. Sanki şoför gerçekten bu karşılığı vermiş gibi sinirleri gerilmişti. İçinden: “Arabaya binerken verdim ya!”, “Hatırlamıyorum..”

“Nasıl hatırlamazsın? Yalan mı söylüyorum?”

“Ben yalan mı söylüyorum?”

“Biz bu meslekte senin gibi neler gördük..”

O zaman, o zaman dayanamaz, çıldırırdı işte:

“Beni onlarla mı kıyaslıyorsun yani?”

Şoför belki de yarım sağla arkaya dönerdi:

“Nesin ya? Hanım evladı? Dolandırıcıların hiçbiri dolandırıcılığı kabul etmez. Hele, de, suratına atılır!”

“Yani?”

“Yani değil Panayot!”

Evet, şoförle böyle takışsalar ne olurdu sonu? Karakola mı düşerlerdi?

Birden gözü dikiz aynasına kaydı: Şoför adamakallı sıkıydı. Alttan üstten inceltilmiş bıyığıyla da itin birine benziyordu. Takışınca arabayı durdurup direksiyondan iner, yakasına yapışır, belki de bir kafa, bir yumruk...

İçini çekti. Bu hiç de istenecek şey değil. Eli yüzü kan içinde, üstü başı toz toprak, karakola gitmek, şoförden davacı olmak... Üstelik sağındaki müşterilerle şoförün yanındakiler de herhalde şoförden yana olurlardı. O zaman şoför: “Bana hakaret etti Komser Bey!” der, hakaretin şeklini anlatır, müşteriler de onu desteklerlerdi ki, hem iki buçukluğun üstü kalırdı, hem de şoföre hakaretten kovuşturma başlayabilir, astarı yüzünden pahalıya gelirdi.

Onun için, vazgeçmeli, hatta iki buçuğun lafını bile etmeden, yeni elli kuruş vermeliydi şoföre. Besbelli, unutmuştu aldığı iki buçukluğu...

Pantolonunun bozuk para cebinden iki tane sarı yirmi beşlik çıkarıp avucunda tuttu. Az sonra Cağaloğlu'ya gelince inecek, inerken de parayı verecekti. Verecekti ama neden? Elli kuruşluk yolu ne için üç yüz kuruşa gelecekti? Enayi miydi? Paraları yeniden cebine sokarken, aklından gene kavga, karakol, dolmuş müşterilerinin tanıklığı geçti. Vazgeçti cebine koymaktan. Dayak yese de yemese de karakola düşünce haksız çıkabilir, hele şoföre hakaret dümeni işin içine girerse, değil üç lira, kim bilir kaç üç liralar düşebilirdi işin içine.

Gözü yeniden dikiz aynasındaki şoförün “it” yüzüne ilişti:

“Allah belanı versin!” diye geçirdi. “Hayvanoğlu hayvan. Suratından belli ne bok olduğun. Haram zıkkım olsun, yiyeme inşallah. İlaç parası yap. Hem de varsa en sevdiğin çocuğuna!”

Cağaloğlu'ya gelmişlerdi:

“Ben uygun bir yerde ineyim!”

“Peki abi..”

Şoför arabayı uygun yere yanaştırıp durdurdu. O, avucundaki elli kuruşu tam uzatacaktı, şoför iki buçukluğun üstünü uzattı:

“Buyurun abi iki liranızı!”

Aldı, dolaşan ayaklarıyla hızla uzaklaştı. Yüzü alev alev yanıyor, kendi kendinden utanıyordu


ARŞİV