Ortega y Gasset: İnsan ve “Herkes”

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Ortega y Gasset ile devam ediyor.

04 Ekim 2024 - 11:36

ORTEGA Y GASSET (9 Mayıs 1883- 18 Ekim 1955)

Çağdaş İspanya'nın en önemli filozofu Ortega y Gasset, 1883'te Madrid'de dünyaya geldi. 1902'de Madrid Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe Fakültesi'ni bitirdi, 1904'te Merkez Üniversitesi'nde Felsefe Tarihi doktorasını verdi. 1906-7 arası Marburg Üniversitesi'nde Hermann Cohen yönetiminde çalıştı ve Yeni-Kantçı Marburg felsefe okulundan etkilendi. 1910'da Merkez Üniversitesi'nde metafizik profesörü olarak çalışmaya başladı ve aynı yıl Adán en el paraíso'yu (Adem Cennette) yayımladı. 1914'te Escorial'e yerleşen Ortega, Meditaciones del Quijote (1914, Don Kişot Üzerine Düşünceler) ile Yeni-Kantçı düşünceden uzaklaştığını gösterdi. İnsanın bireysel yaşamının temel gerçeklik olduğunu vurguladı; mutlak aklın yerine bireysel aklı öne çıkardı. Ülkesinin sorunlarıyla yakından ilgilenen Ortega 1915'te España, 1917'de El Sol 1923'te de Revista de Occidente dergilerinin kurucuları arasında yer aldı; 1921'de España invertebrada'yı (Omurgasız İspanya) yayımladı. 1923'te, Primo de Rivera'nın askeri dikta kurduğu yıl, El tema de nuestro tiempo'yu (Çağımızın Sorunu) yayımladı. 1929'da üniversitenin kapatılışını protesto etmek için istifa etti. 1930'da askeri dikta yıkılıp 1931'de II. Cumhuriyet ilan edilince aktif politikadan çekildi. 1936'da İç Savaş başlayınca İspanya'yı terk ederek önce Paris'e, sonra Arjantin'e gitti ve Buenos Aires'te bir dizi konferans verdi. Dünya Savaşı'nın bitiminde ülkesine dönerek 1949'da İnsan Bilimleri Enstitüsü'nü kurdu; burada verdiği "İnsan ve 'Herkes'" başlıklı kursun metinlerini, kitaplaştırmak üzere hazırlamaya başladı. Resmi çevrelerin baskısı yüzünden Enstitü'yü kapatmak zorunda kalınca çeşitli ülkelerde konferanslarını sürdüren Ortega, 1955'te, İnsan ve 'Herkes'in kitaplaşması tamamlanamadan yaşama veda etti.

Yazarın Metis Yayınları tarafından yayımlanan İnsan ve “Herkes” kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz

İNSAN VE "HERKES"

Toplumsal, yalnızca insanlara özgü bir nitelik olarak görünür. Aslında hayvan toplumlarından da -an kovanı, karınca ve termit yuvası, sürü- söz edilir ama, işin ayrıntısına girmeksizin, insanın gerçekliğinin hayvan gerçekliğine indirgenememiş olması, en azından şimdilik, toplum sözcüğünü “insan toplumu”ndan ve “hayvan toplumu”ndan söz ettiğimizde eşanlamlı saymamamız için yeterlidir. Dolayısıyla:

1) Toplumsal, insan eylemlerinden ya da davranışlarından oluşur - insan yaşamının bir olgusudur. Ancak insan yaşamı herkesin kendi yaşantısıdır, bireysel ya da kişisel yaşantıdır ve herkesin olduğu ben'in belli bir ortamda -genelde dünya diye adlandırdığımız şey- varolmak durumunda bulunması, o anda varolduğu güvencesinden yoksun bulunması, o varoluşunu güvence altına alabilmek için hep -maddeten ya da zihinsel olarak- bir şeyler yapar durumda bulunmasıdır. O uğraşların, eylemlerin ya da davranışların tamamı işte bizim yaşamımızdır. Çünkü ancak kendim için ve kendi amaçlarım doğrultusunda yaptığım şey, dar ve ilkel anlamıyla insani sayılabilir; başka bir deyişle, insani olay her zaman için kişisel bir olaydır.

(…)

Toplumsal olay insan yaşamından değil, insanların birlikte yaşamalarından doğan bir olaydır. Birlikte yaşamak dediğimizde, iki bireysel yaşantı arasındaki ilişki ya da karşılaşmayı anlıyoruz. Örneğin ana-babayla çocuklar, sevgililer, arkadaşlar diye andıklarımız bir biçimde birlikte yaşayan kimselerdir. 

(Syf 25)

İnsanların bir konuda söyleyecek açık seçik hiçbir şeyleri olmayınca, susacak yerde tam tersini yapma huyları vardır: sözü ayyuka çıkarırlar, yani bağırırlar. Ve bağırtı saldırının, savaşın, kıyımın sesli eşiğidir.

(Syf 32)

Düşünmek için yaşıyor değiliz, tersine, düşünmemiz yaşamayı başarabilmek içindir. Bu, benim görüşümce, tüm felsefe geleneğinde kökünden karşı yıkılması gereken temel bir nokta; düşünce'nin, bu sözcüğün yeterli sayılacak her anlamında, insana bir seferde sonsuza değin sunulmuş olduğunu, tıpkı kuşa verilen uçma, balığa verilen yüzme yetisi gibi, kullanılmaya ve uygulanmaya hazır kusursuz bir yeti ya da güç olarak insanın istediği anda onu el altında bulabileceğini yadsımaya hemen şimdi karar vermeliyiz.

Eğer o inatçı öğreti doğru olsaydı, balığın -öylece- yüzüverdiği gibi, insanoğlunun de -öylece, başka şey gerekmeksizin- düşünüvermiş olduğu sonucuna varılırdı. Böylesi bir kavram, ne yazık ki insanoğlunun konumunu oluşturan kendine özgü ve benzersiz dramı göz ardı edecek kadar körleştirir bizi. Çünkü eğer bir an için, şu anda anlaşabilmek için, geleneksel fikre uyup da insanın özelliğinin düşünce olduğunu -insan düşünen hayvandır'ı hatırlayalıminsan plmanın -dahi babamız Descartes'm iddia ettiği üzere- düşünen şey olmak anlamına geldiğini kabul edersek, insanoğlunun, bir seferde sonsuza değin düşünce ile donatılmış olduğundan, düşünceye benliğinden koparılamayacak bir bileşenin verdiği güvenle sahip olduğundan -gerçekten de- balık nasıl balıklığından eminse, onun da kendi insanlığından emin olması gerekir. Oysa bakın; dört dörtlük, uğursuz bir hatadır bu. İnsan düşünceyi eyleme sokabileceğinden asla emin değildir, yerli yerince demek istiyorum tabii; o da zaten ancak yerli yerindeyse düşüncedir. Ya da daha halk işi bir deyişle: İnsan yerli yerinde iş göreceğinden, uygun olanı yapacağından asla emin olamaz. Bu da düpedüz şu korkunç anlama gelir: Evrenin tüm öbür kendiliklerinden farklı olarak, insan, kaplanın kaplanlığından, balığın balıklığından emin olduğu gibi, gerçekten insan olduğundan asla emin olamaz.

(Syf 39)

İnsan kazanımlarının hiçbiri kalıcı değildir. Bize en başarılı ve yerleşik görünen şey bile birkaç kuşak içinde yok olup gidebilir. "Uygarlık" adını verdiğimiz şey -bütün o maddi ve manevi rahatlıklar, bütün o dinlenmeler, bütün o barınaklar, artık alışkanlığa dönüşmüş bütün o erdemler ve disiplinler, artık güvendiğimiz, insanoğlunun yaşam denen o ilk kaçınılmaz deniz kazasında kendisine bir cankurtaran simidi diye yarattığı güvenceler dizisi ya da sistemi-, bütün o güvenceler, en ufak bir dikkatsizlik sonucunda, göz açıp kapayıncaya dek, insanların elinden uçup hayalet gibi kayboluveren güvensiz güvencelerdir. Tarihin bize anlattığı sonu gelmez gerilemeler, çöküşler ve yozlaşmalardır. Üstelik bilinenlerin tümünden çok daha köklü gerilemelerin olasılık dışı bulunduğu da söylenemez, hepsinden daha köklüsü de gerçekleşebilir: İnsan, insan olarak, uçup gidebilir, tam ve kesin bir ötekileşme sonunda, sessizce yeniden hayvan düzeyine dönebilir. Kültürün yazgısı, insanın geleceği, varlığımızın derininde bu dramatik bilinci hep canlı olarak saklamamıza, bağrımızda mırıldanan bir kontrpuan gibi, bizim için yalnızca belirsizliğin kesin olduğunu iyice işitmemize bağlıdır.

(Syf 40-41)

İnsan kendisine armağan edilmiş bulduğu için düşünceyi kullanıyor değildir; dünyanın içine gömülmüş, nesnelerin ortasında kulaç atar durumda yaşamaktan başka seçeneği olmadığından, insanımsılardan pek farklı olmayan psişik etkinliklerini düşünce biçiminde düzenliyordur o kadar - ki bu da hayvanın yapmadığı bir şeydir. Dolayısıyla insan, sahip olduğu ya da olduğu şeylerden çok, yaptığı şeylerden, davranışından ötürü zoolojik ıskalanın dışına çıkar. İşte bu nedenle hep kendi kendisini gözetler durumda olmalıdır.

(Syf 43)

Her ortam koşulundan kaçış vardır, en berbatında bile. Kaçışı olmayan şey bir şey yapmak zorunluluğu ve en çok da sonuçta en acılı olan şeyi yapmaktır: seçmek, yeğlemek yani. İnsan hayatta kaç kez aslında yeğlediği şeyin yeğlemek durumunda kalmamak olduğunu söyler? Bundan da anlaşılıyor ki, yaşam bize verilirken aslında verilen şey uğraştır. Hepimizin pek iyi bildiği gibi, yaşam demek uğraş demektir. Ve en ağın, her durumda seçilmesi gereken uğraşın herhangi bir uğraş değil, bizim gerçek yönelimimiz, sahici uğraşımız olmasıdır.

(Syf 57)

Ama yaşamak demek, yaşamın benim dışımda olması zorunluluğu demektir, ortam ya da dünya denen o mutlak dışta: İstesem de istemesem de o dünyayı bütünleyen şeylerle, minerallerle, bitkilerle, hayvanlarla, diğer insanlarla zorunlu olarak hiç durmadan yüzleşmem ve çarpışmam demektir. Başka çaresi yoktur. Tüm bunları göğüslemek zorundayım. Hoşuma gitsin gitmesin, iyi ya da kötü, onları bir hale yola sokmak zorundayım. Ama bu -bütün bunlarla yüzleşmek ve hepsini hale yola sokmak zorunluluğu- sonuç­ta yalnızca benim başıma gelen ve belirleyici karar aşamasında -bakın, belirleyici karar aşamasında diyorum- hiç kimsenin bana el uzatamayacağı, yalnız başıma üstesinden gelmek zorunda olduğum bir şeydir.

(Syf 57)

Yaşamımızı sahiplenip üstlendikçe bir şeyi fark ederiz: Biz yaşama geldiğimizde diğerleri gitmişlerdir, kökten yaşamımızı... yalnız başımıza yaşamak zorundayızdır ve ancak yalnızlığımızda kendi gerçeğimize ulaşırız. 

Yaşamımız olan o çaresiz kökten yalnızlığın dibinden hep bir o kadar kökten eşlik arayışıyla çıkarız. Yaşamı bizimkiyle bir potada eriyecek, girift olacak kişiyi ararız. Bunun için en değişik girişimlerde bulunuruz. Bir tanesi dostluktur. Ama en yücesi aşk dediğimiz şeydir. Gerçek aşk iki yalnızlığı değiş tokuş etme çabasından başka bir şey değildir

(Syf 61)

Eğer erkekler kadının bakışlarının hangi derinlikten geldiğini ölçebilselerdi, yığınla yanlıştan ve acıdan kendilerini koruyabilirlerdi. Çünkü bir ilk bakış vardır, sığdır, dilenciye sadaka verir gibi, yalnızca bakmış olmak için sunulur. Ama dibi görünmez derinliklerden kopan, kadın varlığının uçurumunun köklerini birlikte sürükleyen bir bakış, yosunlarla, incilerle ve batık görünümlerle yüklü bir bakış da vardır; kadın gerçekten, yani uçurumsu derinliklerde kadın olduğunda varlığının özü batıktır, ta diplerde gizlidir. İşte o bakış doygun bakıştır, bakılmak isteğiyle dolar, taşar; birincisiyse çekimserdir, baktığı söylenemez bile, salt görmektir. Eğer erkek kendini beğenmişin biri olmasa, kadının herhangi bir yetersiz hareketini kendisine aşık olduğunun kanıtı saymasaydı, o kanısını kadından doygun hareketler gelinceye değin ertelemeyi bilseydi, pek sık görülen kimi acıklı şaşkınlıklara düşmezdi sonunda.

(Syf 96)

Çünkü felsefe bir bilim değildir, belki bir saygısızlık biçimi olduğu da söylenebilir, çünkü şeyleri ve kendi kendisini çırılçıplak soymak, salt tenleriyle -salt neyseler ve neysem öyle- bırakmaktır. İşte bu nedenle, -olanaklıysa- sahici bilgiyi sunar, oysa bilimler dar anlamıyla hiçbir zaman bunu sağlamazlar, ancak şeyleri incelikle kullanabilmek, onlardan ileri düzeyde yararlanabilmek için oluşturulmuş faydalı tekniklerdir. Ama felsefe gerçektir, korkunç ve ıssız, yapayalnız gerçeğidir şeylerin. Gerçek, örtüleri sıyrılmış şeyler demektir.

(Syf 101)

 

ARŞİV