Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.
ORUÇ ARUOBA (14 Temmuz 1948 - 31 Mayıs 2020)
Geçtiğimiz haftasonu hayata gözlerini yuman Oruç Aruoba 1948’de Karamürsel’de doğdu. TED Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü'nde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. Hacettepe Üniversitesi'nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı olan Oruoba, 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya'da Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington / Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliği yaptı. 1983'te üniversiteyi terk etti, İstanbul'a yerleşerek çeşitli yayın kuruluşlarında çalıştı, yazı ve çeviri işleriyle uğraştı.
“Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar, De ki İşte, Yürüme, Hani, Ol/An, Kesik Esin/tiler, Geç Gelen Ağıtlar, Sayıklamalar, Uzak, Yakın, Ne Ki Hiç, İle, Çengelköy Defteri, Zilif, Doğançay'ın Çınarları, Benlik, Meşe Fısıltıları, David Hume'un Bilgi Görüşünde Kesinlik, Nesnenin Bağlantısallığı, A Short Note on the Selby-Bigge Hume The Hume Kant Read, Tebliğ” eserlerini kaleme aldı. Aruoba’yı saygıyla anıyor, Metis Yayınları tarafından yayımlanan “İle”, “Benlik” ve “De Ki İşte” kitaplarından kısa bölümleri okurlarımızla paylaşıyoruz.
İLE
9 Eylül
Her içtenlik çabası, gidiyor, dolambaçlı ilişkilerimizde kurduğumuz sahteliklere çarpıyor- sana bunun için yazmağa çalışıyorum (konuşmalar her zaman sahteliğe, yapmacılığa, çünkü geçiciliğe açıktır; oysa yazı, kalır).
***
11 Nisan
Belki de düşündüğüm kişi hiç değilsin- diye düşündüğümde, oynadığım o ‘bilmece’ oyunu aklıma geliyor: Önceden belirlediğim o iki şeyi, neredeyse hiç tereddüt etmeden, bilmiştin.
***
İki kişi, ilişkilerini o l d u r a c a k kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler, yaptıklarıyla. Bir de kendi haline bırakırlarsa, kurur gider ilişki- kendi kendine, ölür.
Şundan dolayı: İlişkinin uçlarında o kişiler vardır yalnızca- o, o ilişkidir; o iki kişinin ilişkisi… Biriciktir. – oysa, o iki kişinin daha bir sürü ilişkisi vardır, başka kişilerle. İşte, bu öteki ilişkiler, o kişiler yoluyla hep bulaşırlar onların ilişkisine- o zaman da saflığını yitirir, katışık hale gelir; bozulur, yazlaşır, ölür.
Demek ki, ilişki o iki kişinin yaptıklarıyla olamıyor, ama onlarsız da olamıyor- o iki kişinin kendisini sürekli bilinçlendirmelerini, yapmalarını, kurmalarını; başka yabancı şeyleri de sürekli ayıklamalarını, engellemelerini, uzak tutmalarını gerektiriyor.
***
İlişkide bilginin yerini düşünürken, şöyle bir sonuca vardım:
İlişki için ‘bilgi’ değil, ‘bilememe’ bilinci gereklidir-
Şunları düşün:-
Buradaki ‘tam’a dikkat et:-
Bu, sürekli bir bilgi eksikliği bilincini gerektirir: sen de ben de hep tam olarak bilmeliyiz ki birbirimizi hiçbir zaman tam olarak bilemiyoruz- işte, ilişkinin kendi ‘ontolojik’ garipliği kadar garip bir epistemoloji’si var.
***
İlişki, kişinin ötekini istemesidir- böyle bir istemeyle başlar. Bu isteme- karşılıklı olduğunda- ilişkinin temelini oluşturur; onun sonraki gelişmesi de bu temel üzerinden kurulur.
İlişkinin temeli, istenmesidir.
İlişki, varolması istendiğinde varolur.
İlişkinin varolması, isteniş olmasıdır.
Buradan görüyorsun ki raslantısal, öylesine ‘olup- bitmiş bir şey olamaz ilişki- ya da öyleyse ve sahiden bir ilişki olmuşsa, bu, bir k i ş i ilişkisi değil, bir b i r e y ilişkisidir.
***
Kişilerden birinin, öteki kişinin beklediğini, istediğini, umduğunu, o hiç beklemezken, istememişken, ummazken, gerçekleştirmesi- kendiliğinden, ve onun için:-
Bir armağan, işte-
***
Kişi ne kadar ‘genç’ olursa olsun, ‘ilk ilişkisi’ ilk ilişkisi değildir- ne kadar ‘yaşlı’ olursa olsun, ‘son’ ilişkisi son ilişkisi, değil…
- Böyle garip bir düşünce gelmişti aklıma- tam olarak neyi yaşarken, düşünürken, anımsamıyorum; ama, şuna benzer bir şeydi galiba:-
İlişkide anlamı belirleyen ve yer tutan, ‘reel’ zaman aralıkları ve uzam bölümleri değildir: her ilişkinin kendisi bir ‘iç’ zamanı ve uzamı vardır; onların içinde oluşur- bu yüzden hiçbir ilişki, bir başka ilişkiden ‘önce’ ya da ‘sonra’ değildir; her biri, ötekilerden ‘içiçe’dir, hem de onlardan ‘apayrı’.
Kişi, böylece ilişkilerini, ‘reel’ zaman içinde ‘geri’ye doğru izlendiğinde, ‘ilk’ diyebileceği; ileri’ye doğru öngördüğünde de ‘son’ diyebileceği, bir ilişki, saptayamaz.
İlişki, saptanamaz- işte: kapsanamaz
dır.
DE Kİ İŞTE
2.
Yaşam ne denli gecikirse geciksin,
ölüm hep zamanında gelir-
ölüm gecikmez.
Kişi doğumundan bu yana,
Yaşamını ne denli belirgin yaşamışsa,
Bugünden ölüm gününe uzanan süreç de
O denli belirsizdir.
21.
Yaşamın sana açıkça söylediği tek şey, ölümdür.
Öyleyse, yaşamın tek açık anlamı,
Ölümdür.
Yaşamın tek anlamı ölümse,
Yaşamın anlamı- yoktur…
Yaşam
11.
Yaşamın büyük bir bölümü,
Yaşamına yön verme çabalarınla geçecek
— öyle ki, gün gelecek, bakacaksın,
yaşamın, yön bulma çabasıyla döne döne,
yola hiç çıkamamış...
Yaşamın yönünü bulmağa çalışırken,
yaşamın yolunu bulamayacaksın.
Yaşamın, yön bulmaya çalışırken, yolsuz kalacak
— yaşamın yönünü bulacağım derken,
yolunu yitireceksin.
— Sonunda, yaşamın yönünü bulsan
—bulduğunu sansan— bile, bakacaksın ki,
yolunu yürüyecek durumda değilsin artık...
Yaşamın, yönsüz —yönü olsa bile, yolsuz— kalacak:
Yönsüz, hem de, yolsuz yaşayacaksın.
Yaşamının yolu hiç olmayacak;
belki, yönü olsa bile...
Yaşamının yolu yok.
13.
Oysa senin kararlarına aldırmaz yaşamın-
Karşına öyle şeyler çıkarır ki, uçup gider o
-Sözümona ‘derinlemesine düşünülmüş’-
Kararlar, yönelmeler, hedefler:
Çünkü işte yaşanmamışlardır.
İşte yaşananlar alıp götürür yaşamını
-yaşamın da budur işte:-
Yaşamın, yaşadıklarındır
-yaşamaya ‘karar’ verdiklerin,
Ya da yaşamak ‘istedik’lerin değil…
27.
Yaşamında, genel çizgilerinde
Üç tür ‘şey’le karşılaşacaksın:-
1) Gelip geçmiş şeyler.
2) Gelip geçmemiş şeyler.
3) Gelmeyip geçmiş şeyler.
Bütün 'şey'lerin, geçmiş ya da geçmemiş,
ya da hiç gelmemiş olacak.
(Dördüncü durumla - 'mantık' sırası içinde
sonuncu olması gereken 'şey'lerle- ise,
hiç karşılaşamayacaksın: -
4) Gelmeyip geçmemiş şeyler ...) ”
48.
“Yaşamak güzel şey be kardeşim” gibi ‘nida’larda bulunma eğiliminde olanlar konusunda şuna dikkat etmelisin:-
Kocaman bir doğrudur bu söyledikleri: yaşam güzeldir
-hem de, var olan tek güzelliktir- ; ama, hep, çirkinliklerin ortasında oluşur; onu güzel kılan da, sevinçleri ve neşeleri olduğu kadar,
bunların karşılıkları olan
acıları ve hüzünleridir de.
Acısız yaşam sevinçsiz, hüzünsüz yaşam neşesizdir.
Yaşamak, sevinçli acılar çekmek,
hüzünlü neşeler yaşamaktır.
BENLİK
İşte, 'anı', 'bura'nın karşıtıdır: yalnızca 'sonra'sı değil -'ora'dan geçip 'bura'ya gelinmenin 'iz'i falan değil: şimdiki 'bura'nın o zamanki 'bura'yı örtmesi, kapatması, silmesidir. Anı, artık burada olmayan bir ânın içeriğidir -yani burada olmayanın buradalık içinde belirişidir.
***
‘Asıl’ kendisi ile ‘görünür’ kendisi arasındaki sınırı nerede, kişinin?
Yoksa, yok mu böyle bir sınır – kişinin eylemlerinde ‘görünen’, ‘asıl’ kendisi mi zaten- ama o, ‘asıl’ ben ise, bana – bildiğim ‘ben’e- aykırılığı nereden geliyor?
***
“Özgürlük”- ne okkalı laf!...
Belki önemli olan, kavramlara boşverip, eylemlere bakmak- düşünülecek bir şey değildir özgürlük; yapılacak bir şeydir: sonradan, bir eyleminden sonra da, geri dönüp bakarak, “Acaba bunu özgürce mi yaptım; yoksa…” diye düşünmenin anlamı yoktur- zaten yaptığımı yapmışımdır…
***
Oysa, düşlerimi gerçekten gerçekleştirmeye cesaretim olsaydı, beklemektense, işe girişip, en azından, başarısız da olsam, gerçek -ve evet, hakedilmiş- bir yıkıma ulaşabilirdim; ya da, korkaklığımı açıkça kabullenerek, gerçeklere boyun eğip, düşlerimi bir kenara atabilir; o zaman da, gene hakedilmiş bir lanetlenmeyi -gerçekten- yaşayabilir; sonunda da pısırık ve sessiz bir ölüm bulabilirdim.
İkisini de yapmadım
***
Umudun tam olarak kesildiği — kesil’diği bile sözkonusu edilemeyecek; artık, bittiği — yer, ölümdür— yaşam sürdüğü sürece umut — ya da işte ona benzer bir şeyler: ‘belki’; ‘hele bakalım’; ‘e canım’; ‘bak yahu’; ‘yani, ama’… —sürüp gider— ‘öyle’…
***
Ey bu satırların Okur’u- bil ki, ancak kendin kendi kendine, hiçbir başkasının yönlendirmesi, öğüt ve salık vermesi olmaksızın, kendin olabildiğin zaman kendin, olabileceksin.
— Şimdi de, burada
Bu boş lâfı ettiğim- işte, bu lâfı etmekle sana gene de öğütte bulunduğum- için, beni hoşgör- bu lâfa da boşver…
***
‘Hayal ile gerçek’ üzerine geliştirmeye çalıştığım düşüncelerin arasında, şöyle deyiveriyorum
En ‘hakikatli’olmağa çalıştığımda; her şeyi ‘olduğu’ gibi yazmaya çalıştığımda bile, geriye hep yalanlanmışlık duygusu kalıyor- kendimi, bu defteri yazmak üzere kandırdığım gibi bir duygu- - şimdi, bu ‘kandırma’yı itiraf ederken bile!
O zaman nerede durulabilir ki?!
Yalanlarımız bile yalansa; yalan söylediğimizi ‘itiraf’ ederken bile yalan söyleyebiliyorsak, herhangi bir ‘doğruluk’ olanağımız kalıyor mu?
Kendime biraz daha yüklendikten sonra, şöyle yanıtlamışım bu soruyu:-
Kalıyor: Yalanlarımızı ‘itiraf’ ederken de yalan söylediğimizi itiraf etmemiz, doğrudur. Ya da bunun bile, bir kez daha, yalan olması, yine aynı doğruya varır eninde-sonunda…
Bilmiyorum.