Osamu Dazai: Öğrenci Kız

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Osamu Dazai ile devam ediyor.

28 Nisan 2023 - 08:12

OSAMU DAZİ (19 Haziran 1909- 13 Haziran 1948)

Gerçek adı Şuuiçi Tsusima olan yazar, zengin bir ailenin 12 çocuğundan biri olarak 19 Haziran 1909’da dünyaya geldi. Hem kitapları hem de yaşamı nedeniyle Japonya’nın en ünlü yazarlarından biri olan Dazi, ailesinin siyasetçi olma geleneğine karşı çıkarak yazar olmaya karar verdi. Yirmi yaşında Tokyo Üniversitesi Fransız Edebiyatı Bölümü’ne kaydını yaptırdı ama bölümünü bitirmedi ve sonrasında iş bulmakta zorlandı. Okul yıllarında ünlü yazar Masuji İbuse ile arkadaş oldu, ilk öykülerini yayımladı, bu öyküleri 1936 yılında Bannen (İhtiyarlık) adlı kitabında derledi.

Öğrenci Kız 1939’da yayımlandı. Komünist Parti'ye üye olması nedeniyle ailesi tarafından evlatlıktan reddedildi.

Eserlerinde genellikle yalnızlığı ve insanın arayış içinde olmasını, arayışlarını ele aldı. 1947’de yayımlanan Batan Güneş adlı romanıyla ünlü bir yazar oldu. 1948’de en çok bilinen kitabı İnsanlığımı Yitirken’i yazdı. Bir kaç kez intihara kalkışan yazar 13 Haziran 1949 tarihinde sevgilisi Tomie Yamazaki’yle birlikte Tokyo’nun yağmurdan taşmış Tamagava Kanalı’na atlayarak intihar etti. Cansız bedeni altı gün sonra, 40. doğum gününde bulundu.

Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan romanı Öğrenci Kız’dan kısa bölümler paylaşıyoruz.

ÖĞRENCİ KIZ

Sabah uykudan uyanmak her seferinde ilginç geliyor. Saklambaç oynadığımız zaman dolabın karanlığında kıpırdamadan iki büklüm saklanırken, Deko’nun hışımla sürgülü kapıyı açması, gün ışığı içeriye hücum ederken yüksek sesle, “Sobe!” diye bağırması, o güz kamaştırıcı parlaklık ve tuhaf duraksama anı, ardından kalbimin küt küt atması, kimonomun önünü düzeltmeye çalışarak dolaptan çıkarken birden hissettiğim mide bulandıran ve can sıkıcı his, işte o hisse benzer ama hayır, değil… tam o değil, biraz daha katlanılmaz bir şey. Sanki kutuyu açınca içinde daha da küçük bir kutu, onu da açınca yine, yine daha küçük bir kutu, o kutuyu açınca küçük bir kutu daha... sonra bu yedi, sekiz… Açtıkça sonunda nihayet zar kadar küçük bir kutu çıkmış ve onu da açınca hiçbir şey yokmuş, bomboşmuş gibi bir his. Buna biraz daha yakın. Şak diye, uyanmak dedikleri şey bir yalan. Mahmur ve pusludur, sonra bulanık suda nişastanın yavaş yavaş dibe çökmesi ve köpüğün yavaşça yukarı çıkması gibi gözlerim sonunda usançla açılır. Sabahların utanması yoktur. Çeşit çeşit üzücü anı aklıma düşer, katlanılmaz bir hâl alır. Hiç sevmem, hiç hem de! Sabahları en çirkin halimleyimdir. İki bacağım da yorgunluktan bitkin, daha şimdiden hiçbir şey yapmak istemiyorum. Uykumu alamadığımdan mı acaba? İnsanların en zinde olduğu vaktin sabah olduğu da bir yalan. Sabahlar gridir. Her zaman öyledirler. En boş şeydir. Ben her sabah yer yatağımın içerisinde, her zaman karamsar olurum. Gerçekten berbat. Bir sürü çirkin pişmanlık… hepsi bir anda üşüşerek yüreğimi doldurur, ben de acıdan kıvranıveriririm.

(…)

Sabahları kendime güvenim yok.

Geceliklerimle makyaj masasının önüne oturdum. Gözlük takmadan aynaya baktığım için yüzüm bulanık ve buğulu görünüyordu. Yüzümde en sevmediğim şey gözlüklerim ama diğer insanların bilmediği iyi yanları da var. Gözlüklerimi çıkarıp uzaklara bakmayı severim. Her şey rüyada gibi puslu görünür ya da zoetrope gibi – muazzam bir şey. Kirli hiçbir şeyi göremem. Sadece büyük boyutlu şeyler, canlı güçlü renkler ve ışıklar ulaşır gözüme. Gözlüğümü çıkarıp insanlara bakmayı da severim. Etrafımdaki tüm yüzler nazik, güzel ve güleç görünür. Hem gözlüğümü çıkardığımda asla insanlarla kavga etmeyi düşünmem, kötü söz söylemeyi istemem. Sadece boş boş bakarak sessizce dururum. Böyle zamanlarda benim bile insanlara genç, düzgün bir kız gibi göründüğümü düşününce bön bön bakmayı sorun etmem, alakalarının tadını çıkarmak isterim ve gerçek anlamda gevşerim.

Ama sonuçta gözlüklerimi sevmiyorum. Gözlüklerimi taktığımda yüzümde ifade diye bir şey kalmıyor. Gözlük, yüzde ortaya çıkan duygu, romantizm, güzellik, öfke, zayıflık, masumiyet, hüzün gibi birçok şeye ket vuruyor. Ayrıca gözle iletişim kurma işini de absürt bir şekilde imkânsızlaştırıyor.

Gözlük bir hayalet gibidir.

Gözlüklerden nefret etme sebebim göz güzelliğinin insandaki en önemli şey olduğunu düşünmemle alakalı. Burnunuzu görmeseler veya ağzınız saklı olsa da, tek ihtiyacınız olan gözlerdir- onlara bakıldığında gözler insana hayatı daha güzel yaşamalı diye düşündürüyorsa bence iyi. Benim gözlerim ise sadece büyük dairelerden ibaret, başka hiçbir numarası yok. Gözlerime baktığımda hayal kırıklığına uğruyorum. Annem bile gözlerimin sıkıcı olduğunu söylüyor. Böyle gözlere feri sönmüş, ışıksız gözler denebilir herhalde. Kömür parçası gibiler, sinir oluyorum. Anlıyor musunuz? Berbat bir şey. Aynaya her baktığımda keşke parıltılı gözlerim olsaydı diye düşünüyorum.

(Syf 7-11)

Kitap okuma denilen şey benden koparılıp alınırsa, hiçbir hayat deneyimi olmayan ben ağlanacak hâlde olurdum galiba. Kitapta yazanlara işte o kadar güveniyorum. Bir kitap okuduğumda, onun için deli olur, ona güvenip empati duyar, onu özümser ve hayatımın bir parçası haline getirir, başka bir kitap okuduğumda ise anında değişiveririm. İnsanların sahip oldukları şeyleri çalıp onları düzgün bir şekilde yeniden yaratma becerisi, bu sahtekârlık benim özel yeteneğim. Bu sahtekârlıktan, kurnazlıktan gerçekten nefret ediyorum. Her gün hata üstüne hata yapıp utanırsam belki biraz ağırbaşlı olurum. Ama yok, böyle bir başarısızlıkla bile bir şekilde bahaneler üreterek, her şeyi güzelce kalıbına uydurarak arkasında ayakları yere basan bir teori varmış gibi gösteririm. Ve bunu yapmak için umutsuz bir gösteri sergilemekten çekinmem.

(Bu sözleri de bir kitaptan okuduğuma eminim.)

Gerçekten kim olduğumu bilmiyorum. Okuyacak kitabım ya da taklit edeceğim bir modelin olmasaydı ne yapardım? Elim ayağım dolaşır, bir köşede ezilip büzüşerek ağlayıp burnumu çeker dururdum herhalde. Neyse, her gün trende böyle amaçsızca düşünüp durmak iyi değil. Üzerimde hâlâ hissettiğim boğucu sıcağa katlanamıyorum. Öyle ya da böyle bir şey yapmam gerektiğini biliyorum ama bunun ne olduğunu nasıl tamamen kavrayacağım? Şu ana kadar yaptığım özeleştirilerin tamamen anlamsız olduğunu düşünüyorum. Kendimi yargılamaya çalışıp zayıf bir noktamı fark ettiğimde bir süre sonra o özelliğim gözüme güzel görünmeye başlıyor. Kaş yapayım derken göz çıkarmanın haceti olmadığı sonucuna vardığım için eleştiri falan yapmıyorum artık. Hiçbir şey düşünmesem benim için daha iyi olacak galiba.

(…)

Sevgiyi ifade etme konusunda yönümüzü kaçırdığımız için bize “bu olmaz”, “şu olmaz” demek yerine “böyle yapın”, “şöyle yapın” diye güçlü bir şekilde söylerseniz, biz de yaparız. Kendine güvenen kimse var mı merak ediyorum. Burada fikir beyan eden insanlar her zaman, her koşulda aynı görüşe sahip olmayabilirler. Doğru umut ve doğru arzulara sahip olmadığımız için azarlanıyoruz, peki ama doğru idealin peşinden koşsak, bu insanlar bize destek olup rehberlik edecekler mi acaba?

Biz gitmemiz gereken en iyi yeri, gitmek istiyorum diye düşündüğümüz güzel yeri, kendimizi geliştireceğimiz yeri de az çok biliyoruz. İyi bir hayat yaşamak istiyoruz, doğru umut ve arzularımız da var. Güvenebileceğimiz sağlam bir inanca sahip olmak için sabırsızlanıyoruz. Ama bir kızın tüm bunları yaşamında gerçekleştirebilmesi için ne kadar çaba harcaması gerekir acaba? Babamızın, annemizin, ablamız ve abimizin de fikirleri var. (Eski kafalılar diye yaftalayabilirim onları ama hayatta bizden tecrübeleri, yaşlıları ve evlileri asla küçümsemem. Benden bin kat daha çok şey biliyorlardır.) Yani, ailemizin üyeleri hayatımızın her suretinin bir parçası. Tanıdıklarımız da var. Ve arkadaşlarımız. Sonra bizi her zaman büyük bir güçle çekip sürükleyen “dünya” var. Tüm bunları düşününce, kendi karakterimize sadık kalmak kolay değil. Göze batmadan, pek çok insanın yürüdüğü yoldan sessizce gitmek en akıllı yol. Az sayıda kişiye verilmesi gereken eğitimin herkese uygulanması korkunç bir şey gibi geliyor. Yaşım ilerledikçe okuldaki ahlak ile toplum içindeki ahlak arasında çok büyük fark olduğunu anladım. Okulda öğretilen ahlaka riayet eden biri kendini aptal durumuna düşürür. İnsanlar onları garip biri diye yaftalar. Hiçbir şekilde ilerleyemez, her zaman beş kuruşsuz kalır. Yalan söylemeyen biri var mı merak ediyorum. Eğer öyle biri varsa, sonsuza kadar kaybedenlerden olacaktır.


ARŞİV