Oscar Wilde: Vefalı Dost

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Oscar Wilde ile devam ediyor.

31 Mayıs 2024 - 11:43

OSCAR WILDE (16 Ekim 1854- 30 Kasım 1900)

1854’te İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Edebiyatla yakından ilgili, aydın bir ailenin oğluydu. Portora Kraliyet Okulu’ndan sonra, bursla Dublin Üniversitesi’ne ve Oxford’daki Magdalen College’a devam etti. 1878’de Ravenna adlı uzun şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazandı. 1884’te İrlandalı ünlü bir avukatın kızı olan Constance Lloyd’la evlendi. 1891’de yayımladığı tek romanı The Picture of Dorian Gray (Dorian Gray’in Portresi), eleştirmenler tarafından ahlaksızlıkla suçlanmasına neden oldu. Wilde 1891 yılında Lord Arthur Savile’s Crime, and Other Stories (Lord Arthur Savile’in Suçu ve Diğer Öyküler) ve A House of Pomegranates’i (Narlı Ev) yayımladı. Töre komedisi türündeki oyunları Lady Windermere’s Fan (Lady Windermere’in Yelpazesi) ve A Woman of No Importance (Önemsiz Bir Kadın) büyük başarı kazandı.  Wilde Fransa’da bir kulak enfeksiyonunun neden olduğu şiddetli bir beyin iltihabı sonucu aniden yaşamını yitirdi.

Yazarın İş Bankası Yayınları tarafından Yayımlanan “Mutlu Prens” kitabından, Vefalı Dost öyküsünü paylaşıyoruz.

VEFALI DOST

Bir sabah, yaşlı Su Sıçanı kafasını deliğinden dışarı çıkardı. Parlak, boncuk gibi gözleri, sert boz bıyıkları vardı; kuyruğu da uzunca, siyah bir kauçuk parçası gibiydi. Sarı kanaryaları andıran ördek yavruları küçük gölde yüzüyor, kıpkırmızı bacaklı, bembeyaz anne ördek de, onlara suda nasıl amuda kalkılacağını öğretmeye çalışıyordu.

“Amuda kalkamazsanız, hiçbir zaman yüksek sosyeteye giremezsiniz,” deyip duruyordu yavrularına; ara sıra, nasıl amuda kalkılacağını gösteriyordu. Ama yavru ördekler ona hiç kulak asmıyordu. O kadar miniktiler ki, sosyeteye girmenin ne kadar önemli olduğunu bilmiyorlardı.

“Ne laf dinlemez çocuklar bunlar!” diye haykırdı yaşlı Su Sıçanı. “Suda boğulmayı hak ettiler doğrusu.”

“Hiç öyle şey olur mu!” diye cevap verdi Ördek. “Zamanla öğrenecekler; anne babaların, çocuklarına karşı çok sabırlı davranmaları gerekir.”

“Ya! Ben anne babaların duygularını hiç bilmem,” dedi Su Sıçanı, “ben aile babası değilim. Hayatımda hiç evlenmedim, evlenmeye niyetim de yok. Aşk iyi güzel de, dostluk çok daha yüce bir şey. Doğrusunu isterseniz, bence bu dünyada vefalı bir dost kadar soylu ve az bulunan bir şey yoktur.”

Yakındaki bir söğüt ağacında oturan Yeşil Ketenkuşu, konuşmaya kulak misafiri olmuştu. “Pekâlâ, sizce vefalı bir dostun görevleri nelerdir?” diye sordu.

“Evet, ben de bunu merak ediyorum,” dedi Ördek ve gölcüğün karşı tarafına kadar yüzüp yavrularına iyi örnek olmak için amuda kalktı.

“Ne saçma soru! “diye haykırdı Su Sıçanı. “Vefalı bir dosttan, bana karşı vefalı olmasını beklerim elbette.”

(…)

“Bir zamanlar,” dedi Ketenkuşu, “Hans adında, dürüst bir adamcağız varmış.”

“Seçkin bir şahsiyet miymiş?” diye sordu Su Sıçanı. “Hayır,” dedi Ketenkuşu, “seçkin olduğunu hiç sanmıyorum; iyi kalpliliği ve yusyuvarlak, aydınlık, komik yüzü dışında bir özelliği yokmuş. Ufacık bir kulübede tek başına yaşar, her gün bahçesinde çalışır dururmuş. Koskoca köyde onunki kadar güzel bir bahçe daha yokmuş. Bahçesinde hüsnüyusuflar, karanfiller, çoban çantaları, düğün çiçekleri açarmış. Şam gülleri, sarı güller, eflatun safranlar, altın sarısı, mor ve beyaz menekşeler yetişirmiş. Haseki Küpesiyle şebboy, mercanköşkle fesleğen, bataklık nergisiyle zambak, fulyayla bahçe karanfili, aylar birbirini takip ettikçe, sırayla tomurcuklanıp açar, bir çiçeğin yerini yenisi alırmış, yani her zaman bakılacak güzel bir şeyler, koklanacak hoş rayihalar olurmuş bahçesinde.

Küçük Hans'ın birçok dostu varmış, ama en vefalı dostu, koca Değirmenci Hugh imiş. Zengin Değirmenci, Hans'a o kadar bağlıymış ki, ne zaman bahçesinin yakınından geçse, duvarın üstünden uzanıp iri bir buket çiçek veya salatalık bir demet ot toplar, meyve mevsiminde ceplerini erikle, kirazla doldururmuş mutlaka.

Değirmenci, ‘Gerçek dostlar her şeyi paylaşmalıdır,’ dermiş hep; küçük Hans da başını sallayıp gülümser, böyle soylu fikirlere sahip bir dostu olduğu için çok gururlanırmış.

Gerçi komşuları, değirmeninde istif edilmiş yüz çuval unu, altı ineği, bol yünlü koca bir koyun sürüsü bulunan Değirmenci'nin, küçük Hans'a, bahçesinden topladıklarına karşılık hiçbir şey vermemesini garip karşılarmış; ama Hans bu meselelere asla kafa yormazmış.

(…)

İlkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde çok mutluymuş, ama kış gelip de pazara götürecek meyvesi veya çiçeği olmadığında, soğukla, açlıkla mücadele eder, çoğu gece, akşam yemeği olarak birkaç kuru armut veya sert ceviz yermiş sadece. Ayrıca kışın çok da yalnızlık çekermiş, çünkü Değirmenci kış mevsiminde ona hiç uğramazmış.

(…)

Değirmenci'nin küçük oğlu,’ Peki ama, küçük Hans'ı buraya çağıramaz mıyız?’ demiş. ‘Zavallı Hans'ın başı dertteyse ben ona çorbamın yarısını verir, beyaz tavşanlarımı gösteririm.’

‘Sen ne salak çocuksun!’ diye haykırmış Değirmenci. ‘Seni okula gönderiyoruz da ne oluyor, bilmem. Hiçbir şey öğrenemiyorsun. Oğlum, küçük Hans buraya gelse, sıcacık şöminemizi, güzel soframızı, koca kırmızı şarap fıçımızı görse, kıskanabilir; kıskançlık feci bir şeydir, herkesin kişiliğini bozar. Hans'ın kişiliğinin bozulmasına izin verecek değilim. Ben onun en iyi dostuyum, onu daima kollamaya, baştan çıkarılmasını engellemeye niyetliyim. Hem Hans buraya gelirse, benden veresiye un isteyebilir, ben de böyle bir şey yapamam. Un başka, dostluk başka; ikisini karıştırmamak lazım. Zaten iki ayrı kelime, anlamları da çok farklı. Bunu kim olsa anlar.’

(…)

Kış mevsimi biter bitmez, çuhaçiçeklerinin uçuk sarı yıldızları açmaya başladığında, Değirmenci, küçük Hans'ı ziyarete gideceğini söylemiş karısına. ‘Ah, ne kadar iyi kalplisin!’ diye haykırmış karısı. ‘Hep başkalarını düşünüyorsun. Çiçekler için büyük sepeti yanına almayı unutma.’

Değirmenci, değirmenin kanatlarını demirden, sağlam bir zincirle bağlayıp koluna sepeti takmış ve yamaçtan aşağı inmiş.

‘Günaydın küçük Hans,’ demiş Değirmenci.

‘Günaydın,' demiş Hans, küreğine yaslanarak, ağzı kulaklarında.

‘Kışı nasıl geçirdin bakalım?’ diye sormuş Değirmenci.

‘Beni düşünmen büyük incelik, çok büyük incelik gerçekten,' demiş Hans heyecanla. ‘Doğrusu epey zor geçirdim kışı, ama artık bahar geldi, mutluyum, çiçeklerim de iyi durumda.’

(…)

‘Hans, böyle konuşmana şaşırdım,’ demiş Değirmenci, ‘dostlar asla unutmaz. Dostluğun en güzel tarafı da budur, ama korkarım sen hayatın şiirselliğini anlamıyorsun. Laf aramızda, çuhaçiçeklerin de pek güzelmiş!’

‘Evet, gerçekten çok güzeller,’ demiş Hans, ‘bu kadar bol oldukları için de şanslı sayılırım. Onları pazara götürüp Belediye Başkanı'nın kızına satacağım, o parayla da el arabamı geri alacağım."

‘El arabanı geri mi alacaksın? Yani satmış mıydın? Ne aptalca bir şey yapmışsın!’

‘Mecbur kaldım da ondan,’ demiş Hans. ‘Çok kötü bir kış geçirdim, ekmek alacak param kalmamıştı. Ben de önce bayramlık ceketimin gümüş düğmelerini sattım, arkasından gümüş zincirimi, sonra iri pipomu, en sonunda da el arabamı. Ama şimdi hepsini geri alacağım.’

‘Hans,’ demiş Değirmenci, ‘ben sana el arabamı veririm. Pek sağlam durumda değil; bir kenarı eksik, tekerleklerin de onarılması lazım; her şeye rağmen el arabamı sana vereceğim. Çok cömertçe bir davranış olduğunu biliyorum, birçokları el arabamı verdim diye beni aptallıkla suçlayacaktır, ama ben herkese benzemem. Bence cömertlik, dostluğun temelidir; ayrıca ben kendime yeni bir el arabası da aldım. Evet, hiç merak etme, el arabamı vereceğim sana.’

‘Gerçekten çok cömertsin,’ demiş küçük Hans ve o komik, yusyuvarlak yüzü sevinçten ışıl ışıl parlamış. ‘Ben onu hemen onarırım, evde bir kalasım var nasılsa.’

‘Kalas mı!’ demiş Değirmenci. Benim de ahırın damını onarmak için bir kalasa ihtiyacım vardı. Damda koskocaman bir delik var; kapamazsam mısırlar sırılsıklam olacak, iyi ki söyledin! İyilik yap, iyilik bul demişler. Ben sana el arabamı verdim, sen de bana kalasını vereceksin. El arabası kalastan çok daha değerli elbette, ama gerçek dostlar böyle şeylerin üstünde asla durmazlar. Hadi hemen getiriver şu kalası da ahırı onarmaya bugün başlayayım.’

‘Hemen,’ diye atılmış Hans ve kulübeye koşup kalası sürükleyerek dışarı çıkarmış.

‘Pek iri bir kalas sayılmaz,’ demiş Değirmenci kalası inceleyerek, ‘korkarım ben ahırın damını onardıktan sonra senin el arabasını tamir etmen için bir şey artmayacak, ama bu da benim kabahatim değil. Eh, ben sana el arabamı verdiğime göre, eminim sen de karşılığında bana biraz çiçek vermek isteyeceksin. İşte sepet, ağzına kadar, iyice doldur.’

‘Ağzına kadar mı?’ demiş küçük Hans üzgün üzgün, çünkü sepet gerçekten çok büyükmüş; sepeti doldurursa pazara götürecek çiçek kalmayacakmış, gümüş düğmelerini geri almak için de çok sabırsızlanıyormuş.

‘Doğrusu,’ demiş Değirmenci, ‘ben sana el arabamı vermişken, birkaç çiçeğin lafı olmaz diye düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim, ama bence dostluk, gerçek dostluk, bencillikten tamamen arınmış olmalıdır.’

‘Sevgili dostum, can dostum!’ diye haykırmış küçük Hans. Bahçemdeki bütün çiçekler sana feda olsun.’ (…) Hemen koşup güzel çuhaçiçeklerinin hepsini koparmış ve Değirmenci'nin sepetine doldurmuş.

(…)

Ertesi gün, hanımelileri verandaya çivilerken, yoldan kendisine seslenen Değirmenci'nin sesini duymuş. Hemen merdivenden aşağı inip bahçeyi koşarak geçmiş ve duvarın üzerinden bakmış.

Değirmenci, sırtında iri bir un çuvalıyla duruyormuş. ‘Sevgili Hans'çığım,’ demiş Değirmenci, ‘şu un çuvalını pazara taşıyıverir misin?’

‘Ah, kusura bakma,’ demiş Hans, ‘ama bugün gerçekten çok işim var. Bütün sarmaşıklar çivilenecek, çiçekler sulanacak, çimler biçilecek.’

‘Doğrusu,’ demiş Değirmenci, ‘benim sana el arabamı vereceğimi düşünürsen, reddetmen pek dostluğa sığmıyor.’

‘Lütfen öyle deme,’ diye haykırmış küçük Hans, ‘dostluğa sığmayacak bir şey yapmayı hiç istemem.’ Hemen içeri koşup kasketini almış ve iri çuvalı sırtına yükleyip zar zor yürümeye koyulmuş.

(…)

Ertesi sabah Değirmenci erkenden, bir çuval unun parasını almaya gelmiş (…) ‘giyinir giyinmez, değirmene gelip benim ahırın çatısını onarmanı istiyorum.’

(…) Hans yataktan fırladığı gibi giyinip ahıra yollanmış.

(…)

Değirmenci ‘ama  artık damı aktardığına göre, eve gidip dinlensen iyi olur; çünkü yarın koyunlarımı dağda otlatmanı istiyorum.’

Zavallı Hans’çık bir şey söylemeye korkmuş; ertesi sabah Değirmenci erkenden koyunlarını kulübeye getirmiş, Hans da koyunları alıp dağa çıkmış. Gidip dönmesi bütün gününü almış; eve o kadar yorgun dönmüş ki, iskemlesinde uyuyakalmış ve gün ışıdıktan sonra ancak uyanmış.

‘Bahçemde ne güzel çalışacağım,’ demiş ve hemen işe koyulmuş.

Ama çiçekleriyle bir türlü ilgilenemiyormuş, çünkü dostu Değirmenci sürekli gelip onu uzak yerlere gönderiyor veya değirmende işe koşuyormuş. Küçük Hans çiçekleri unutulduklarını zannedecekler diye kahroluyormuş bazen, ama Değirmenci'nin can dostu olduğunu düşünüp teselli buluyormuş. ‘Ayrıca,’ diyormuş kendi kendine, ‘el arabasını da verecek bana, ne kadar cömertçe bir davranış!’

(…)

Bir akşam vakti, küçük Hans ocağının başında otururken kapı hızlı hızlı vurulmuş. Dışarıda fırtına varmış, rüzgâr, evin etrafında öyle bir gürleyip esiyormuş ki, Hans'çık önce sesi fırtınaya yormuş. Ama sonra kapı ikinci defa, sonra üçüncü defa, iyice hızlı vurulmuş.

(…)

‘Sevgili Hans'çığım,’ diye haykırmış Değirmenci, ‘başı ma geleni sorma. Benim küçük oğlan merdivenden düşüp yaralandı, Doktor'u çağırmaya gidiyorum. Ama çok uzakta oturuyor, hava da çok kötü, benim yerime sen gitsen çok daha iyi olur diye düşündüm. Biliyorsun el arabamı vereceğim sana, karşılığında senin de benim için bir şey yapman gerekir.’

Elbette,' diye atılmış küçük Hans, ‘sana yardım etmek benim için şereftir, hemen gidiyorum. Yalnız bana fenerini ver de bu karanlıkta hendeğe düşmeyeyim.’

‘Kusura bakma,’ demiş Değirmenci, ‘ama bu feneri yeni aldım, başına bir şey gelirse çok üzülürüm.’

‘Peki, önemli değil, fenersiz giderim,' demiş küçük Hans; hemen kalın kürk ceketini, kırmızı yün beresini kuşanıp boynuna bir atkı dolamış ve yola düzülmüş.

Dışarıda müthiş bir fırtına varmış. Etraf zifiri karanlık olduğundan Hans'çık önünü göremiyor, rüzgârın şiddetinden ayakta zor duruyormuş. Her şeye rağmen, metanetini kaybetmemiş ve üç saat kadar yürüdükten sonra Doktor'un evine varıp kapısını çalmış.

Doktor yatak odasının penceresinden kafasını çıkarıp, ‘Kim o?’ diye bağırmış.

‘Doktor, ben küçük Hans.’

‘Ne var küçük Hans?’

‘Değirmenci'nin oğlu merdivenden düşüp yaralanmış, Değirmenci hemen gelmenizi rica ediyor.’

‘Tamam!’ demiş Doktor; atını hazırlatmış, aşağı inip iri çizmeleriyle fenerini almış ve Değirmenci'nin evine doğru sürmüş atı; küçük Hans da peşinden düşe kalka yürüyormuş.

Ama fırtına gittikçe şiddetleniyor, yağmur sel gibi boşanıyor, Hans'çık ne önünü görebiliyor, ne ata yetişebiliyormuş. Sonunda yolunu kaybedip bataklığa dalmış; burası çok derin çukurlarla kaplı, tehlikeli bir araziymiş, zavallı Hans'çık orada boğulmuş. Ölüsünü ertesi gün keçi çobanları bulmuş, büyük bir su birikintisinde yüzüyormuş; alıp kulübeye getirmişler.

Küçük Hans'ı herkes çok sevdiği için cenazesine herkes gitmiş; Değirmenci cenaze alayının başındaymış.

‘Ben onun en iyi dostu olduğuma göre,’ diyormuş Değirmenci, ‘en önde benim bulunmam gerekir.’ Uzun siyah peleriniyle cenaze alayının başını çekiyor, ara sıra iri bir mendille gözlerini siliyormuş.

Cenaze töreni bittikten sonra, herkes handa rahatça oturmuş baharatlı şarap içip pasta yerken, Nalbant, ‘Küçük Hans'ın ölümü hepimiz için büyük kayıp,’ demiş.

‘En azından benim için öyle,' diye cevap vermiş Değirmenci. Tam ona el arabamı vermek üzereydim, şimdi elimde kaldı, ne yapacağımı bilemiyorum. Evde çok ayakaltında, öyle de kırık dökük bir halde ki, satsam para etmez. Bir daha hiçbir eşyamı hibe etmem. İnsan ne zaman bir cömertlik yapsa başına dert açılıyor.’

“Ee, sonra?” dedi Su Sıçanı, uzun bir sessizliğin ardından. “Sonrası yok, bu kadar,” dedi Ketenkuşu.

Su Sıçanı sordu: “Peki Değirmenci'ye ne olmuş?”

“Bilmem ki!” diye cevap verdi Ketenkuşu. “Umurumda da değil zaten.”

“Belli ki pek şefkatli bir mizacınız yok,” dedi Su Sıçanı. “Korkarım siz öykünün ana fikrini anlayamadınız,” dedi Ketenkuşu.

“Neyini, neyini?” diye bağırdı Su Sıçanı.

“Ana fikrini.”

“Yani öykünün bir ana fikri mi var?”

“Gayet tabii,” dedi Ketenkuşu.

“Pes doğrusu!” dedi Su Sıçanı gayet öfkeli bir tavırla. “Anlatmadan önce söyleseydiniz ya. Söyleseydiniz hayatta dinlemezdim öykünüzü; hatta o eleştirmen gibi, ‘Hi!' derdim size. Mamafih, şimdi de diyebilirim: Hih!” diye bağırıp kuyruğunu şöyle bir savurdu ve deliğine geri döndü.

Birkaç dakika sonra suda ayaklarını çırpa çırpa gelen Ördek sordu: “Su Sıçanı'nı nasıl buldunuz? Birçok meziyeti var, ama ben şahsen bir anneyim, ne zaman bir müzmin bekâr görsem, gözlerim dolar mutlaka.”

“Korkarım onu kızdırdım,” diye cevap verdi Ketenkuşu. “Ona ana fikri olan bir öykü anlattım.”

“İşte bu, daima son derece tehlikelidir,” dedi Ördek. Ben de aynı fikirdeyim

 


ARŞİV