PABLO NERUDA (12 Temmuz 1904- 23 Eylül 1973)
“Benim için yazmak nefes almak gibidir” sözleriyle yazmanın hayatı için anlamını özetleyen Pablo Neruda 12 Temmuz 1904’te Şili, Parral’da doğdu. Asıl adı Neftalí Ricardo Reyes Basoalto’dur. Babası demiryolu işçisi annesi bir öğretmendi. Çocukluğu babasının görevli olduğu küçük taşra istasyonlarında geçti. Şili'nin ünlü kadın şairi Gabriela Mistral ile bu sırada tanıştı. Çek şairi Jan Neruda'nın bir şiir kitabı, bu şairin şiirlerine hayran kalmasına yol açtı. Şiirlerinde ve yazılarında kullandığı Neftali Reyes adı yerine bundan sonra "Pablo Neruda" adını kullanmaya başladı.
Yükseköğrenimi için Santiago'ya giden Neruda üniversitede edebiyat ve felsefe okudu. 1921’de ilk şiir kitabı La canción de la fiesta (Festival Şarkısı) yayımlandı. Seylan, Burma, Singapur, Arjantin, İspanya ve Meksika’da konsolosluk görevi yaptı.
İspanya iç savaşında çok sevdiği dostu Garcia Lorca öldürüldü. Lorca’nın ölümü Neruda’yı çok derinden etkiledi ve onun önce İspanya sonra da Fransa’da Cumhuriyetçi harekete katılmasına neden oldu. 1945’te senatör seçildi ve Komünist Partisi’ne katıldı. Parti 1949’da yasadışı ilan edilince çeşitli ülkelerde siyasal sürgün olarak yaşadı. 1953’te Şili’ye döndü. 1971’de Paris Büyükelçiliği’ne atandı. Aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Hastalanınca yurduna döndü ve Salvador Allende hükümetinin darbeyle devrilmesinin ardından hayata veda etti.
Neruda'nın Evrensel Basım Yayın tarafından okurla buluşturulan anılarını kaleme aldığı "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" ( Çeviri: Ahmet Arpad) isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.
“İnsan, hayatında bazı şeyleri unutur.
Benim de hayatımda unuttuğum anılarım vardır.
Onlar toz olmuştur ya da kırılan bir bardağın artık
birleştirilmeyen parçaları gibidir.
Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir.
Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının
hayatını yaşadım.
Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere
düşecek, ölecektir.
Oysa, bazı anılarım zamanla
yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır.
Benim hayatım, bütün hayatlardan
oluşmuş bir hayattır.
Bir şair hayatıdır.”
Şili Ormanı
… Volkanların altında, karlı dağların önünde, büyük göllerin arasında, güzel kokulu, sessiz ve vahşi Şili ormanı… İnsan ayağı, ölü yaprakları eziyor, çürümüş bir dal kırılıyor, dev ağaçlar eğri büğrü bedenlerini kımıldatıyor, balta girmemiş ormanların bir kuşu, uçarak geliyor, kanatlarını çırpıyor, dalların gölgesine konuyor. Defne ağacının kokusu burnuma çarpıyor, ta ruhuma yayılıyor… Selvi ağacı yolumu kesiyor… Burası dikine bir dünya; kuşlardan bir toplum, yapraklardan bir kitle… Ayağım bir taşa takılıyor, eğilip taşı kenara itiyorum. Koskoca, kırmızı tüylü bir örümceğin buz gibi bakışlarıyla karşılaşıyorum, bir yengeç kadar büyük… Böceğin biri zehrini fışkırtıp, çabucak gözden kayboluyor… Ayağa kalkıp yürüyorum, benim boyumu aşan eğreltiotlarının oluşturduğu bir ormanda… Yeşil donuk gözlerinden yaşlar damlıyor ve ben geçip gittikten sonra bile hâlâ titriyorlar… çürümüş bir ağaç gövdesi; ne büyük bir hazine!.. Siyah ve mavi mantarlar ona kulak takmış, kırmızı asalak bitkiler onu yakutlarla süslemiş, başkaları da ona sakal vermiş. Ve çürümüş dalları arasından fırlayarak, hayalet gibi gözden kayboluveren bir yılanı görüyorum… Sanki ruh, ölü gövdeyi terk ediyor… Ötede daha bir sürü ağaç… Balta girmemiş bu sessiz ormanın oluşturduğu halıdan yükseliyorlar… Hepsi de dimdik, dallarla dolu, bir mızrak gibi yükseliyor, kendine özgü bir biçimde… Sanki bir makas onlara değişik şekiller vermiş… Bir yamaç. Aşağıda bir su, granitler arasından kendine yol açmış… Duru, tertemiz… ışık ile su arasında bir kuş, dans ederek uçuyor… Yanlarında durduğum bir sürü sarı bitki başlarını sallayarak beni selamlıyor… Arkamda kırmızı sarmaşıklar, balta girmemiş bu ormanın can damarları gibi yukarılara doğru, yükseliyor… Kırmızı sarmaşık (lapageria rosea) kan bitkisi, beyaz sarmaşık ise kar bitkisi… Yapraklar hışırdadı ve bir tilki, sessizliği bozdu. Oysa sessizlik, bu bitkiler ülkesinin yasasıdır… Rahatı bozulmuş bir hayvanın uzaktan gelen haykırışı… Gizlenmiş bir kuşun ötüşü arada sırada… Bitkiler ülkesi sessizdir, bazen mırıltılar duyulur, bir fırtına gelip de her şeyi bozana kadar.
Şili ormanını tanımayan, bu dünyayı da tanımıyor demektir.
İşte bu dünyadan, bu sessizlikten çıktım yola ben… Dünya için şarkılar söylemeye.
İlk Şiirim
(…) İlk şiirimi ne zaman yazdığımı bana çok defa sormuşlardır. Ne zaman doğmuştu benim ruhumda şairlik? Bunu hatırlamaya çalışacağım. Çocukluğumun ilk yıllarında, daha yazı yazmayı ilk öğrendiğim zamanlardaydı, birden geliveren bir duyguyla kafiyesi, ölçüsü pek birbirini tutmayan kimi sözler yazmıştım. Bu kelimeler bana yabancıydı; günlük konuşmamda pek kullanmadığım sözler. İçimde bir sıkışıklık, o ana kadar bilmediğim bir korkuyla ve üzüntüyle yazdım. Anneme yazılmıştı o kelimeler. Benim tanıdığım ve yumuşak gölgesiyle bütün çocukluğumu koruyan üvey anneme. Bu ilk yapıtımı, beğenilip beğenilmeyeceğini bilmeden annemle babama gösterdim. Yemek odasındaydılar ve alçak sesle konuşuyorlardı. Büyüklerin alçak sesli konuşması bence, onlarla çocukların dünyasını birbirinden ayıran geniş bir nehirdi. Çizgili kağıdı, daha etkisinden kurtulamadığım duygulardan titreyen ellerle uzattım. Babam dalgın dalgın kâğıdı aldı, okudu ve geri uzattı.
“Nereden kopya ettin bunu?” diye sordu.
Sonra benim cevabımı beklemeden, annemle o önemli konuyu usul usul konuşmaya devam etti.
İşte hatırlayabildiğim kadarıyla ilk şiirim böyle ortaya çıkmıştı. Ve ilk şiirim üzerine yapılan eleştiri buydu. Bir sürü kitaptan oluşan bir nehirde yolunu bulmaya çabalayan bir insan gibi dünyayı tanıma çabamı sürdürdüm.
İlk Kitaplarım
(…)
İlk kitabım Crepusculario 1923 yılında basıldı. Kitabın baskı giderlerini karşılayabilmek için her gün yeni kayıplara uğruyordum. Birkaç eşyamı satıyor ya da bir şeyi rehine veriyordum. Rehinciye götürdüklerim arasında, babamın törenle bana armağan ettiği arkasına iki bayrak işlenmiş kol saati de vardı. Saatten sonra koyu renk elbisem de rehincinin yolunu tuttu. Basımevi sahibi acımasızdı. Sonunda kitap basılıp da, ciltlendiğinde, asık suratla, “Bütün borcunuz ödenmeden, buradan tek kitap bile dışarı çıkmaz,” dedi. Eleştirmen Alone büyük bir yakınlık göstererek, geri kalan parayı bağışladı. Bu para da basımcının gırtlağına girince, ben kitaplarımı yüklendim ve sevinçle sokağa fırladım. Ayağımdaki ayakkabıların altı delikti.
İlk kitabım! Yazarın görevi; gizlerle dolu değildir. Şair de yüklendiği kişisel göreviyle herkese faydalı olur. Buna her zaman inanmışımdır. Şiir, bir parça ekmeğe, topraktan bir tabağa ya da beceriksiz bir elin severek işlediği bir tahta parçasına benzer. Sonra şuna inanıyorum ki, hiçbir el sanatçısı, büyük bir çaresizlik içinde hayallerini gerçekleştirmiş, ilk defa yepyeni bir şey ortaya çıkarmış şairin ruhunu dolduran o sarhoş edici duyguları tanımaz. O an, bir daha gelmeyen bir andır. Daha bir sürü yeni ve güzel kitaplar çıkacaktır. Başka dillerdeki kelimelere çevrilecektir sözleri, başka ağızları dolduracaktır, yeryüzünün başka topraklarında şarkı söyleyen ve güzel kokular yayan bir şarap gibi... İlk kitabın, sayfalarının daha ıslak olduğu o an, baştan çıkarıcı ve kendinden geçirici o an, çırpınan kanatların çıkardığı ses ve yükseklere doğru açan ilk çiçekler... Bütün bu duyguları, bu ilk anı şair, hayatında yalnızca bir kez yaşar.
Söz
... İşte sizin bütün istediğiniz, bayım. Şarkı söyleyen, yükselen ve düşen sözler... Onların önünde ben diz çökerim... Severim onları, değer veririm onlara, arkalarından giderim, ısırırım onları, ağzımda eritirim... Ben böylesine severim sözleri... Beklenmeyenleri... Hırsla beklenenler, gizlenerek, aniden düşsünler diye... Sevgili sözler... Renkli taşlar gibi parlarlar, platinden balıklar gibi sıçrarlar, köpüktürler, ışındırlar, madendirler ve de çiy... Bazı sözleri izlerim ben… Öylesine güzeldir ki onlar, elimden gelse hepsini şiirlerimde kullanmak isterim... Vızıldayarak uçarlarken yakalarım onları havada, sıkı sıkı tutarım elimde, temizlerim onları, kabuklarını soyarım, önümdeki tabağa koyar ve hissederim, titreyerek, abanoz ağacı gibi bitkisel, yosunlar, zeytinler gibi yağlı... Sonra çeviririm, onları hareket ettiririm, ağzıma atarım, yutarım, ağzımdan çıkarırım, serbest bırakırım... Sarkıtlar gibi sallandırırım onları şiirimde, cilalı ağaç, kömür, dalgaların kıyıya attığı armağanlar gibi... Sözde her şey vardır... Bir düşünce değişir, bir söz, küçük bir kraliçe gibi cümleye girdiği ve diğerini dışarı attığı için... Yeni sözü beklemeyen cümle, buna boyun eğer... Karanlıktırlar, saydamdırlar, ağırlıkları vardır, saçları ve tüyleri de, yaşadıkları sürece ülkenin nehirlerinde yaptıkları o sonu olmayan yolculuklarda üzerlerine çok şey takılıp kalmıştır... Çok yaşlıdırlar ve de çok genç... Giz dolu tabutlarda ve daha açmamış çiçeklerin içinde yaşarlar...
Şiir ve politika
Özellikle gazeteciler hemen hep aynı şeyi sorar: Şu sırada ne üzerine çalışıyorsunuz? Bu düzeyde bir soruya hep şaşırmışımdır. Çünkü işin doğrusu, ben hep aynı şey üzerine çalışırım. Aynı şeyi yapmaya hiç ara vermeden. Şiir yazarım.
Bunca yıldır yaptığım tek şeyin şiir yazmak olduğunu çok sonraları fark ettim. Ben hiçbir zaman tanımlamalara ve etkilere ilgi duymadım. Estetik tartışmalar beni ölesiye sıkar. Bunları savunanları, bunlardan hoşlananları küçümsemiyorum. Ben edebiyat yaratıcılığında doğum belgelerine de, birisinin arkasından saygı yüceltmelerine de yabancılık duyarım. Walt Whitman: “Aşırılığın her çeşidinden kaçınırım,” demiştir. Edebiyatta ayrıntılar ne denli değerli olsalar da, arınmış yaratıcılığın yerini almamalıdır.
Yazı defterimi bir yılda birçok kez değiştirdim. Güzel el yazımla doldurulmuş yeşil ipli defterler üst üste yığılıdır. Bu defterlerin pek çoğunu doldurdum. Sonra bunlar kitaplar oldu. Bir değişimden ötekine geçer gibi. Hareketsizlikten hareketliliğe geçer gibi. Böceklerin ateş böceği olması gibi.
Politika yaşamı beni gök gürültüsü gibi çekip aldı çalışmalarımdan. Bir kez daha döndüm insanların yanına.
İnsan kalabalığı yaşamımın öğretisi olmuştur. İnsanlara şairin doğuştan ürkek ve çekingen davranışı ile yaklaşırım. Fakat insanların ortasında kendimi bulunca değişiverdiğimi hissederim. O zaman kendimi büyük insanlık ağacının bir yaprağı bilirim.
Yalnızlık ve insan kalabalığı günümüz şairinin temel görevi olacaktır her zaman. Şili kıyılarının dalgalar savaşı İsla Negra’nın ıssızlığında hayatıma canlılık kattı. Suların saldırısı, kayaların saldırıya karşı koyuşu, okyanus hayatının çok yönlülüğü. ‘Süzülen kuşlar’ın eşsiz biçimleri ve köpük köpük dalgaların parıltısı beni her zaman şiddetle kendine çekmiştir.
Fakat yaşam dediğimiz şeyi o yüce su yükselmesinden öğrendim daha çok. Aynı anda üstüme çevrilmiş binlerce gözün sevgiyle bakışından. Belki de bütün şairler bunu hissedemez. Fakat bunu hisseden şair yüreğinde saklar ve şiirlerinde geliştirir.
Birçok insanı bir dakikacık umutlandırabilmek bir şair için heyecanlandırıcı ve ölümsüzleştiricidir.
YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar
MATİLDE’YE SONE
Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.
Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.
Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.