Patricia Highsmith: Trendeki Yabancılar

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Patricia Highsmith ile devam ediyor

17 Nisan 2025 - 14:34

PATRICIA HIGHSMITH (19 OCAK 1921 - 4 ŞUBAT 1995)

19 Ocak 1921’de Texas Fort Worth’te doğdu. Doğum adı Mary Patricia Plangman’dı. Annesiyle babası o doğduktan on gün sonra boşandı. 1927’de annesi ve üvey babası sanatçı Stanley Highsmith’le birlikte New York’a yerleşti. Burada, eğitim gördüğü Barnard College’da İngilizce, Latince ve Yunanca öğrendi. On altı yaşında yazar olmaya karar verdi. İlk önce çizgi roman tarzı metinler yazdı. İlk romanı Trendeki Yabancılar 1950’de yayımlandı. Kitap, yakaladığı satış başarısının ardından Alfred Hitchcock tarafından filme uyarlandı. 1954’te Beceriksiz’i yazdı (2016’da Andy Goddard tarafından A Kind of Murder ismiyle filme uyarlandı). Bu romanı yayımlandıktan sonra Avrupa’ya taşındı. İtalya’nın Positano kentinde, kaldığı otelin balkonundan manzaraya bakarken kıyıda gördüğü bir genç adam en popüler roman karakteri Tom Ripley’ye, Pasitano kasabası da Mongibello’ya ilham kaynağı oldu. 1955’te yayımladığı Becerikli Bay Ripley, daha sonra buna ekleyeceği dört Ripley romanıyla birlikte “Ripliyad” adı verilecek beşlemenin ilk kitabıydı ve Highsmith’e dünya çapında bir ün kazandırdı (Ripliyad’ı oluşturan diğer kitaplar: Ripley Karanlıkta (1970), Ripley’nin Oyunu (1974), Ripley ve Peşindeki Çocuk (1980) ve Ripley Su Altında (1991). Bu beş kitabın ilk üçü çeşitli dönemlerde ve çeşitli yönetmenler tarafından filmlere uyarlandı.

Hayatı boyunca çoğu gerilim tarzında yirmiden fazla kitaba imza atan Highsmith, O. Henry Memorial, Edgar Allan Poe Award, Le Grand Prix de Littérature Policière, Crime Writers’ Association of Great Britain Award gibi birçok önemli ödül aldı. 4 Şubat 1995’te akciğer kanseri nedeniyle İsviçre’de öldü

TRENDEKİ YABANCILAR 

Tren, öfkeli bir zangırtı tutturmuş gidiyordu. Sık aralarla dizilmiş ufak istasyonlarda durması gerektiğinde, bir an sabırsızca bekliyor, sonra yine çayıra dalıyordu. Ama ne kadar yol aldığı belirsizdi. Çayır, ara sıra gelişigüzel silkelenen güneş çalığı bir battaniye gibi şöyle bir dalgalanıyordu, o kadar. Tren hızlandıkça zangırtı da artıyor, göz korkutuyordu.

Guy gözlerini pencereden ayırdı, kolluğuna yaslandı.

En iyi olasılıkla Miriam boşanmayı erteleyecekti. Belki boşanmak istemiyordur, tek istediği para koparmaktır. Bir gün ondan boşanma umudu var mı gerçekten? 

Ona duyduğu yoğun nefret, düşüncelerinin akışını sekteye uğratıyordu galiba, New York’ta mantığının gösterdiği çıkış yollarından şimdi çıkmaz sokaklara sapıyordu. Yolun ucunda Miriam dikiliyordu, az ötede, çilli pembe teninden sağlıksız bir ısı saçarak, pencerenin dışındaki şu çayır gibi. Katı ve hain.

Eli sigara paketine gitti, pulman vagonda sigara içilemeyeceğini onuncu kere anımsadı, yine de bir tane aldı. Kol saatine vurup yuvarladı sigarayı –saat 05.12’ydi, sanki bugün saatin herhangi bir anlamı vardı da–, dudaklarının kıyısına iliştirdi sonra avucunu kibrite siper ederek yaktı. Parmaklarının arasında kibritin yerini alan sigaranın dumanını ağır ağır içine çekti. Kahverengi gözleri, sık sık pencerenin dışında uzanan inatçı, büyüleyici toprak parçasına takılıyordu. Gömleğinin kolasız yakası kırışmış, yukarı kaymıştı. Tanın ilk ışıklarının cama çizdiği profilde, çenesine yükselen beyaz gömlek yakasıyla, tepede gür ve kabarık duran, ensesine sıkı sıkı yapıştırılmış siyah saçlarıyla geçen yüzyılın modasını simgeler gibiydi. Saçlarının kabarıklığı, uzun burnunun kemeri, yüzüne şaşmaz bir kararlılık, bir ataklık yüklüyordu, oysa cepheden bakıldığında, kalın, dümdüz kaşlarıyla sert ağız çizgisinden bir durağanlık, bir içe kapanıklık okunuyordu. Üstünde ütüsüz, pamuklu bir pantolon, ince bedenine bol gelen, güneş vurdukça yer yer uçuk morlaşan, koyu renk bir ceket vardı, kıpkırmızı yün kravatı gevşekçe bağlanmıştı.

Miriam’ın istemeden çocuk doğuracağını hiç sanmıyordu. Demek ki yeni sevgilisi evlenmek kararındaydı. Peki, kendisini neden çağırmıştı Miriam? O gitmeden de boşanabilirdi pekâlâ. Peki mektubun dört gün önce gelişinden bu yana neden aynı sorularla cebelleşiyordu?

(…)

Artık aydınlık bir gelecek uzanıyordu önünde. En az bir yıldır böyle bir şey olsun da özgürlüğüne kavuşsun diye içi gitmemiş miydi? Yüreğinden bir mutluluk fışkırdı birden; kadife koltuğun köşesine yayıldı. Aslında son üç yıldır bekliyordu bugünü. Davayı kendisi de açabilirdi tabii ama gerekli parayı biriktirememişti bir türlü.

(…)

Pas kahverengisi bir takım giymiş, uzun boylu, sarışın bir genç, Guy’ın karşısındaki boş koltuğa çöktü, dostça gülümseyerek köşeye kaydı. Guy, onun solgun, cılız yüzüne baktı: Alnının tam ortasında kocaman bir sivilce vardı. Yine pencereye döndü.

Genç adam, bir konuşma başlatmakla uyku çekmek arasında bocalıyor gibiydi. Dirseği, pencerenin kenarından habire kayıyordu, kısa kirpikleri her aralandığında kan çanağı gri gözleri Guy’a dikiliyor, yine yumuşacık gülümsüyordu. Çakırkeyifti galiba.

Guy kitabını açtı, yarım sayfa okuduktan sonra dikkati dağıldı. Tavandaki floresan lambalar yanınca, başını kaldırıp baktı; bakışları, bir koltuğun arkasından sarkan kemikli bir elin tuttuğu yakılmamış puroya, puronun söylenen sözleri pekiştirircesine havaya çizdiği halkalara kaydı, sonra da karşısındaki gencin kravatındaki ince, altın zincirde sallanıp duran künyeye. Künyede C.A.B. harfleri vardı, kravatı yeşil ipektendi, el boyaması iğrenç, turuncu palmiyelerle donatılmıştı.

(…)

Yan döndü, dönerken de uyuklayan gencin bacağına değdi; onun kirpiklerinin kırpıştığını, aralandığını izledi şaşkınlıkla. Kan çanağı gözler, şişkin gözkapaklarının altından nicedir kendisini gözetlemiş olabilirdi.

“Özür dilerim,” diye mırıldandı Guy.

“Sıkıntı yok,” dedi öbürü. Doğruldu, başını iki yana sertçe salladı. 

“Neredeyiz?”

“Teksas’a gelmek üzereyiz.”

Sarışın genç, iç cebinden altın kaplama bir matara çıkardı, kapağını açtı, dostça Guy’a uzattı.

“Sağ olun, istemem,” dedi Guy. Yan sıradaki koltukta oturan, St. Louis’den beri başını örgüsünden kaldırmayan kadın döndü, mataranın metalsi bir sesle boşalışını izledi.

( Syf 5-8)

Ciddi adamsın, bir meslek seçmişsin. Mimarlık gibi. Benim canım çalışmak istemez pek. Çalışmak zorunda değilim, anladın mı? Ne yazarım ne ressam ne müzisyen. Kişi çalışmak zorunda değilse, neden çalışsın ki? Ülser olmanın daha kolay yolları var. Babam da ülser. Hay Allah! Hâlâ, kendisinin kurduğu madeni eşya şirketine gireceğimi umuyor. Ona işinin, aslında bütün işletmelerin yasallaşmış soygun olduğunu söylüyorum, tıpkı evliliğin yasallaşmış zina olması gibi. Haksız mıyım? (Syf 14)

“Her insan cinayet işleyebilir. Durumlara bağlı, yapıyla hiç ilgisi yok! Kişi sınıra kadar gelir bazen - bardağı taşıran damla düştü mü, tamam. Kim olursa olsun. Ninen bile işler. Hiç şüphem yok?”

“Sana katılmıyorum ne yazık ki,” diye terslendi Guy.

“Bak, belki bin kere babamı öldürmeme ramak kalmıştır, diyorum sana! Senin içinden kimi öldürmek geçti? Karının sevgililerini mi?”

“Bir tanesini,” diye mırıldandı Guy.

“Amacına ne kadar yaklaştın?”

“Adım bile atmadım. Yalnızca aklımdan geçti.” Geçirdiği uykusuz geceleri, yüzlerce geceyi, öcünü almazsa bir daha rahat yüzü göremeyeceğini nasıl koyu koyu düşündüğünü anımsadı. O sırada, son adımı atmasına yol açacak herhangi bir şey olabilir miydi? 

Bruno homurdanıyordu: “Sandığının bin katı yaklaşmışsın bana sorarsan.” 

Guy şaşkın şaşkın süzdü onu. Gömleğinin kollarını sıvamış, ellerini masaya dayamış, cılız başı sarkmış, bir krupiyenin hastalıklı gece yorgunluğu akıyordu üstünden.

(Syf 26)

“Sana babamı öldürme planlarımdan birini anlatayım mı?” “Anlatma,” dedi Guy. Bruno'nun doldurmaya davrandığı kadehinin ağzını eliyle örttü.

“Hangisini seçersin, banyodaki bozuk lamba duyunu mu, karbonmonoksitli garajı mı?”

“Ne yapacaksan yap ama konuşma artık!”

“Yapacağım tabii, yapmayacağımı düşünme! Ayrıca, günü geldiğinde bir de ne yapacağım, biliyor musun? Canım intihar etmek isterse intihar edeceğim ama öyle ayarlayacağım ki ölümümü can düşmanımdan bilecekler.”

Guy tiksinerek süzdü onu. (…) Benim nefretle ittiğim her şeyi o simgeliyor, diye düşündü Guy. Benim olmak istemediğim şeylerin bir toplamı Bruno ya da eninde sonunda olacak.

“Senin adına karın için kusursuz bir cinayet tasarlamama ne dersin? Bir gün işine yarayabilir.” Guy'ın dik bakışları altında suçluluktan eziliyordu.

Guy ayağa kalktı. “Biraz yürümek istiyorum.”

Bruno avuçlarını birbirine vurdu. “Dur bak! Müthiş bir fikir geldi aklıma! Birbirimizin cinayetini işleyeceğiz, anladın mı? Ben senin karını öldüreceğim, sen de benim babamı! Biz trende karşılaştık, değil mi? Birbirimizi tanıdığımızı kimse bilmiyor! Cinayet ânında başka yerlerdeyiz! Çaktın di mi?”

Guy'ın gözlerinin önüne örülmüş duvar, çatlayacak gibi zonkluyordu. Cinayet. İçini bulandırıyordu bu sözcük, dudaklarını uçuklatıyordu. Bruno'dan kurtulmak, odadan bir an önce çıkmak istedi; ne var ki bir karabasan ağırlığı çökmüştü üstüne. Bruno'nun dediklerini kavrayarak önündeki duvarı yerli yerine oturtmaya çalıştı, tıpkı çözülmesi gereken bir problem ya da bulmaca gibi anlattıklarında bir mantık seziliyordu ne de olsa.

Bruno sigaradan sararmış titrek ellerini dizlerine vuruyordu. “Olay anında bambaşka yerlerdeyiz!” diye haykırdı. “Hayatımın en parlak buluşu bu! Anlamıyor musun? Ben cinayeti sen kentte yokken işlerim, sen de ben kentte yokken.”

Guy anlamıştı. Hiç kimse çözemezdi bu cinayeti, gerçekten hiç kimse. (Syf 30-31)

 


ARŞİV